Müzisyen ve şair Patti Smith son yıllarda yazar kimliğiyle de dikkat çekiyor. Punk’ın vaftiz anası yakıştırmaları yapılan sanatçının geçtiğimiz ay son kitabı Adanmışlık dilimizde yayımlandı. Kitabın kitabı olarak da tanımlayabileceğimiz Adanmışlık, sanatçının nasıl yazdığının bir anlatısı.
Patti Smith’in kalemiyle tanışmam 2010 tarihli Çoluk Çocuk kitabına dayanıyor. Üniversite yıllarımda okuduğum kitap bende öyle bir tanıdıklık hissi uyandırmıştı ki uzun bir süre –bittikten sonra dahi- bu kitapla uyumuştum. Hatta sonraki yıllarda –aynı tadı vermediğini hissetsem de- ikinci kez okumuşluğum da var. Bunda Smith’in renkli hayatının da etkisi olduğu muhakkak ama sade ve akıcı dili birçok kitabındaki sürükleyiciliğinin sebebi diye düşünüyorum.
Bir zihin boşalması gibi. Kendisini öyle anlatıyor ki siz “o” oluyorsunuz, öyle hissetmeye başlıyorsunuz. Bu günlük tarzı Çoluk Çocuk’un ardından M Treni’nde de devam ediyor. Ancak ara ara düşünmeden edemiyorum: “Acaba sade yazım dilinin dışında anlattığı muazzam hayatı ve anıları mı kendine hayran bırakıyor?” Zira Hayalperestler’de aynı damak tadını yakalayabildiğimi söyleyemeyeceğim. Ne yazık ki son kitabı Adanmışlık’ta da. Bu yorumumdan sonra kendimi sorguluyorum. Ben Patti Smith’in dilini mi seviyorum yoksa hayatını mı? Sanırım hayatını. Aşklarını, sanatını, heyecanını, hayallerini, yaşadığı dönemin ruhunu ve tabii tüm bunları ifade edişini. Ama bu aynı ifade edişin beni Hayalperestler ve Adanmışlık’ta benzer bir güçte yakalayabildiğini söyleyemeyeceğim. Bu da benim bencilliğim oluyor sanırım.
Adanmışlık’ı elime aldığımda nasıl bir şeyle karşılaşacağımdan haberim yoktu. Okudukça anladım ki artık fark edilebilir şekilde olgun bir kalem karşımızdaki. Anlattıkları da öyle. Smith’in kendini sorguladığı, üretimini irdelediği satırlarla karşılaşıyor, onunla bir nevi yüzleşiyoruz. Nasıl ve neden yazdığını, nelerin onu etkilediğini, nelerden ilham aldığını ve satırlarının parantez içlerini okuyoruz. Elimizdeki tam olarak sanatçının nasıl yazdığının kılavuzu. “Nasıl yazılır”ın değil ama onun nasıl yazdığının. Bu önemli bir ayrım. Kitaba da adını veren “Adanmışlık” öyküsünün ortaya çıkışı, nasıl şekillendiği ve çerçevesinin nasıl oluştuğuyla başlıyor. “Zihin Nasıl Çalışır” bölümünde karşımıza çıkıyor tüm bu hazırlık zemini.
Smith izlediği Rüzgarların Arasında (Martti Helde) filminin etkisinde kalarak başlıyor son kitabına. Aklında film dolanırken bir yandan da yayıncısının çağrısıyla Paris’e gitmeye hazırlanıyor. Bizse bu sırada neredeyse onun günlüğünü okuyoruz. Yanına aldığı Simone Wiel monografisi ikinci ilham kaynağı oluyor. Otel odasında televizyonda izlediği buz pateni ise esas hikâye Adanmışlık’ı doğuran referans oluyor. Albert Camus’nün ailesini ziyareti ve Camus’nün el yazmalarını okuması da zira öyle…
Smith’in her zaman başvurduğu referanslar bana kalırsa Adanmışlık’ta boğucu noktaya kadar ulaşıyor. O kitaptan bu filme atlayarak kaos yaratıyor. Ama kitabı sanatçının beyin boşaltması olarak görürsek, arkada böyle işleyen bir mekanik olduğu için karşımıza çıkan da elbette bu oluyor. Tüm bu entelektüel birikime rağmen bu yoğunluğun beni yorduğunu söylemeliyim. Bu kurgunun içinde bize bir de –Smith’in tarzından alışkın olduğumuz- fotoğraflar eşlik ediyor. Paris sokakları, restoran görüntüleri, mezar taşları, manzaralar ve el yazmaları…
“Adanmışlık” bölümü/hikâyesi bir buz patencisi ve bir adam arasında geçenleri konu alıyor. İzlendiğini bilen ve bundan zevk duyan bir buz patencisi, izleyen ve bundan büyük bir haz duyan bir adam… Ailesinden ayrı tek başına yaşayan Eugenia başarılı bir öğrencidir ve en büyük tutkusu kaymaktır. Bunu yaşadıkları evin yakınındaki buz tutmuş gölde yapar. Onun için adeta bir ritüele dönüşen kaymak eylemi en büyük sırrıdır ta ki bir yabancı onu izleyene kadar. Bu tanışıklık ikisinin de hayatını değiştirecektir.
‘’İnsan neden yazma mecburiyeti duyar? Başkalarının isteklerine rağmen neden kendini ayrı tutar, üzerine bir koza örer, yalnızlığa dalar? Virginia Woolf’un odası vardı. Proust’un kapalı pencereleri. Marguerite Duras’ın sessiz evi. Dylan Thomas’ın mütevazı kulübesi. Hepsi de kelimelerle dolacak bir boşluk peşinde. Bakir topraklara nüfuz edecek, sahipsiz şifreleri kıracak, sonsuz olanı ifade edecek kelimelerle. Llita’yı, Sevgili’yi, Çiçeklerin Meryam Anası’nı oluşturan kelimelerle.’’
“Düş Değildir Bir Düş” bölümünün başında geçen bu satırlar kitabın özünü oluşturuyor bence. Smith’in aklındaki sorular bir nevi kitabının da çıkış noktası diye düşünüyorum. Hem sorular soruyor hem de cevaplarını veriyor. Son bölüm “Trende Yazılanlar”da ise el yazılarını okuyoruz sanatçının.
Sade dili, sanatçının iç dünyasına daveti, ilhamlar okyanusunda sürükleyişiyle Adanmışlık, farklı bakış açıları kazanabileceğiniz bir kitap. Tüm bunlara rağmen adının anlamını taşıyamadığını düşünüyorum. Belki bu eleştirimin esas sebebi sanatçının/yazarın diğer kitaplarındaki tadı bulamamamdır. Ancak bir yazardan bu beklenmeli mi bu da başka bir tartışma konusu tabii ki.