“Acaba ben, hakikaten, dünyanın en muazzam kıt’ası olan Asya’nın kalpgâhına gidecek olan en büyük ilmî kafilenin başında mı idim? Düşünüyor ve düşündükçe gözlerime uyku girmiyordu.”
Sahafların tozlu raflarında keşfedilmeyi bekleyen eski ve ilginç kitaplara yer verdiğimiz yazı dizimizin ikinci kitabı 1933 yılında basılan Sven Hedin'in Gobi Çöllerinde isimli kitabı...
Gobi Çöllerinde
Yazar: Sven Hedin
Çeviren: Ömer Rıza
Baskı: Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, 1933, İstanbul
Bulunduğu yer: Gezegen Sahaf
Gobi Çöllerinde, Orta Asya’nın gördüğü son büyük Kâşif Sven Hedin’in, 1927-29 yılları arası büyük bir toplulukla yaptığı keşif gezisini konu alıyor. Kitap dilimize, çıktıktan iki sene sonra, 1933 yılında çevrilmiş. Eserin tercümanı Ömer Rıza Bey, çeviriyi eksilterek değil, eleyerek yaptığını şu sözlerle dile getiriyor: “Doktor Hedin’in bu eserini, aslının hiçbir mühim tarafını ihmal etmiyerek, fakat teferruatını hulâsa ederek tercüme ettik.”
Sven Anders Hedin
Ünü tüm Dünya’ya yayılmış gezgin, 19 Şubat 1865'te İsveç’te doğdu. 26 Kasım 1952’de, 87 yaşında yine İsveç’te ölünceye dek, Avrupa ve Asya’yı dolaştı. Ayrıntılı haritalar çıkardı. Asya’nın, Avrupalılar için Amerika kıtası kadar büyük bir gizem olduğunu düşünen Hedin, ömrünün çoğunu burayı keşfetme gayretiyle geçirdi. En önemli gezilerinden biri ise, büyük bir ekiple Moğolistan-Çin arasında yer alan Gobi Çölü’ne yaptığı uzun seyahat. Keşifleri hakkında onlarca eser veren yazarın ne yazık ki birçok kitabı Türkçeye uğramamış. Herhangi bir neşriyatının güncel çevirisine ulaşmak mümkün değil.
“Bizim kervanımız âdeta seyyar bir Babil Kulesi idi. Çünkü İsveç lisanı, Almanca, Fransızca, İngilizce, Çince, Moğolca ve Şark Türkçesi konuşuyorduk”
Sven Hedin, hayatı boyunca tek başına seyahat etmiş. Ancak bu gezi için; arkeoloji, jeoloji, antropoloji ve meteoroloji gibi konularda uzman profesörler ve öğrencilerinden oluşan 60 kişilik bir gruba önderlik etme görevini üstleniyor. Onlarca milletten kişinin bir araya geldiği bu üç yüz develik kervana sahip çıkmak kâşifi ilk başta korkutsa da; herkes âlim ve geziye en az Hedin kadar istekli olduğundan kafileyi bir arada tutmak ve işleri yürütmek konusunda bir sorun yaşanmıyor.
Çin’in Vaziyeti
Keşif gezisinin en büyük sorunlarından biri de Çin’in o zamanlardaki durumu. Boxer Ayaklanması ile birçok sivil ölmüş, ülkede yaşayan tüm yabancılar sürülmüş ve insanın insana düşmanlığı katlanarak büyümüş. 26 yıl sonra da Nasyonal Parti ile Komünist Parti arasında iç savaş kopmuş, çatışmalar tüm şiddetiyle devam ediyor. Bu arada Moğolistan bağımsızlığını ilan etmiş, fakat Çin ile aralarındaki düşmanlık durulmuş değil. 1950 Çin Devrimi’ne kadar sürecek olan bu karışıklıkta yapılacak olan keşif gezisi, çok önemli bir misyon daha ediniyor: Çin’deki savaş nedeniyle tüm Avrupalılar sahile doğru kaçarken, bu grup Çin’in en ücra yerlerine gidecek ve insanlara, milletlerarası barışın mümkün olduğunu, bilimin ırkçılığı bitirebileceğini gösterecek.
Yolculuk başlıyor
“Stocholm’de bulunduğum zaman ancak sabah dörtte yatardım. Burada ise, dörtte uyanıyorum.”
Sven Hedin, yolculuğun haritasını çıkarırken mesafenin ölçülmesi için şu tekniği kullanıyor: Önce bindiği devenin, önceden ölçülmüş 150 metreyi kaç adımda geçtiğini sayıyor. Daha sonra yine devenin adımlarını saymaya devam ederek, kat edilen mesafeyi ölçüyor.
Pekinden yola çıkıp Şimal dağlarına doğru ilerliyorlar. Çamurdan yapılmış evlerden, terkedilmiş köylerden geçiyorlar, köyler terkedilmiş çünkü halk askerler ve çeteler tarafından sürülmüş. Savaş ve çetelerin bölgeyi öldürdüğünü söyleyen Hedin ekliyor: “Köylerde insan görülmüyor. Ekili tarlalarda bir tavuk dolaşmıyor, yalnız ara sıra simsiyah domuzlarla aç ve paçavralı hayaletler görülüyor.” Bir süre önce Mongollara (Moğollara) ait olan topraklar Çinliler tarafından oldukça ucuza alınmış. Direnenlerin topraklarına da zorla el konmuş.
Yolculuğa başladıklarında, kafileye Çin askerleri eşlik ediyor. Kundulung-Gol bölgesinde bu askerler Moğolistan kuvvetleriyle değişiyor. İki grubun değiştiği gecenin diken üstünde geçtiğine değinen Hedin, sebebini şöyle açıklıyor: “Daha evvelki kırmızı beyaz askerlerle sarı kırmızı askerleri birbirinden ayrı tutmak lazımmış. Yoksa bunlar döğüşür ve birbirlerinin silahlarını çalarlarmış!” Ertesi sabah asker başına 65 dolar ücret ödeyen Hedin ve kafilesi, yolculuklarına Sarı kırmızı askerlerle devam ediyorlar. Yolculuktaki güven probleminin önemini vurgulamak için şu ayrıntıyı da vermek gerekiyor: Yeni gelen askerler “cephanemiz az” diyerek kurşun istemiş, kafilenin ileri gelenleri bunun çok daha iyi olduğunu düşünerek, kurşunlarının onların silahlarına uymayacağını söylemiş.
Asya’nın havası ilk kez kayıt altında
Ekibin getirdiği en büyük yeniliklerden biri de rasathaneler. Avrupa’da oldukça yaygınlaşmış olan rasathaneler, temellerinin atıldığı bu topraklarda ihmal edilmiş. Ani gelen kum fırtınaları ve sağanaklar ekinlere büyük zararlar veriyor. Bunun önüne geçebilmek ve kurak toprakları bereketli hale getirip getiremeyeceklerini anlamak için, yolculuk boyunca Doktor Haude önderliğinde çeşitli yerlere rasatlar kuruluyor, balonlar uçuruluyor. Başta bu duruma kuşkuyla yaklaşan Çin hükümeti, ayrıntıları öğrendikten sonra kafileye gerekli tüm yardımları yapıyor. Çünkü bu sayede halk gerekli zamanlarda uyarılabilecek. Bu bölgede beş rasat kuran heyet her birine bir yıllık gözlem yapması için birer grup bırakıyor. Kervandan ayrılanlar hüzünlü de olsa, amaca hizmet etmek için bir yıllık esir hayatını kabul ediyor.
Şande- Mao
Çin istilasının ulaştığı noktadan Moğolistan topraklarına girdikleri anda yolculuk gerçek anlamda başlıyor. Önlerinde uzanan toprağa Avrupa ilk kez ayak basıyor. Bir kabile şefi, toprağı kazarken dikkatli olmalarını, dağın, ovaların ruhlarını rahatsız etmemelerini salık veriyor.
Kâşif Sven her fırsatta Asya’nın nasıl fakirleştiğinden söz ediyor. Bunlardan biri de Lama’lar. Bombin-Man Manastırı’nda Hedin’in eski gezilerinden anımsadığı kadarıyla 900 Lama binlerce deveyle yaşarmış. Yirmi yıl sonraki bu yolculukta görmüş ki, geriye bunlardan yalnızca yirmi tanesi kalmış. Fakirleşmiş, yabancılardan iyice uzaklaşmışlar: “Bizi manastırın reisine götürdüler. Ufak tefek, ihtiyar, yuvarlak kafalı bir adamcağızdı. Küçücük bir odada oturuyor ve etrafını tunçtan yapılma rengârenk ilahlar kaplamış bulunuyordu. Selam verdik, cevap vermedi. Yalnız bize ürkek ürkek baktı ve başından defolup gitmemizi ister gibi göründü. Biz de huzurundan çıkıp asıl mabede girdik. Bizi gören Lama yüksek sesle okuduklarını terennüm ediyor, bir değnekle davula vuruyor, yahut masanın üzerindeki çanı çalıyordu. Bütün bunlar, bizim mabede girişimizden dolayı ilahlar gazaba gelmesin diye yapılıyordu.”
Develerin İsyanı
“Develer yıkılacak olursa biz de yıkılacağız ve deniz ortasında kazaya uğrayıp parçalanan bir geminin halkına benzeyeceğiz.”
Yolculukları esnasında, develerden biri ipinden kurtuluyor ve “iki yüz kilo yük taşıyan deve ceylan gibi sekerek” koşmaya başlıyor. Bunu gören yüz deve daha ayaklanmaya katılıyor. Etrafa saçılan sandıklar, çadırlar karşısında olayı çaresizlik içinde seyredenler, vakayı Kudüs’ün tahribatına veya Waterloo Savaşına benzetiyor: “Develerin buna benzer hareketleri görülmemiş değildir. Fakat bu mikyasta bir isyanı gören yoktu.” İşin kötüsü, 100 devenin yalnızca on üçü yakalanabiliyor ve dört bin doların bulunduğu sandık, onu taşıyan deve ile birlikte kayıplara karışıyor.
Neyse ki akşama kadar kayıp deve sayısı, kafileye eşlik eden Moğollar sayesinde elliye iniyor. Para dolu sandığı taşıyan da bulunanlar arasında. Sven Hedin, pek çok nadir kitabın bulunduğu kayıp sandığı düşünürken develerin isyanı ile alakalı, yine develerin ağzından pek doğru bir tespit yapıyor: “Şayet siz bu yükleri Goşun Nor’a götürmek istiyorsanız onları sırtlarınızda götürünüz! Bizim size kölelik etmeye hevesimiz yok. Siz bizi meralara bırakmakla bize iyilik ettiğinizi zannediyorsunuz. Biz, sizin zalim kırbaçlarınızdan kurtulduktan sonra bunu kendi kendimize de yaparız. O halde yaşasın hürriyet ve kahrolsun yükler ve sandıklar!..”
Bir süre sonra, kafileye eşlik eden Moğollardan biri gece vakti, alabildiği kadar erzak çuvalını Sven Hedin’in devesine yükleyip kayıplara karışıyor. Buna en çok kafiledeki diğer Moğollar sinirleniyor çünkü onlara göre hırsızlık yapan bir Moğol, tüm halkını utandırmış demektir. İki günlük kovalamacadan sonra yakalandığında, Hedin hırsızın kurşuna dizilmesini önlüyor ve adalete teslim etmek gerektiğini söylüyor. Uygun bir yerde de hırsızı gidip dönmemesi şartıyla serbest bırakıyor. Fakat çalınan mallar Moğol kültürüne göre hiç kimse tarafından bir daha kullanılamayacağı için aşırılmaya çalışılan tüm erzak çöle savruluyor. Neyse ki Hedin’in devesi, İsveç kültürüne uygun olarak kendisine geri veriliyor.
Bir toprakta iki millet: Hami Şehri
Kafile, pek az Avrupalının görmeye vakıf olduğu Hami Şehri’nde konaklıyorlar: “Hami şehri yalnız bir şehir değil, iki şehirdir. Biri Çinli, biri Türk. Türk çarşıları ve Çinli dükkânları, camileri ve mabetleri var.” Şehrin Şah’ı, adamlarının kendisine “Padişah” diye seslendiği Şah Maksudun. Sven Hedin ile aralarında ilginç bir diyalog geçiyor.
“-Sizin memleketiniz (İsveç) İstanbul’dan ne kadar uzak?”
-Demiryolu ile dört gün mesafededir! dedim.
-O halde siz Türklerle komşusunuz! dedi.
Şah haklı idi. Çünkü kendisi Hami’den Pekin’e ancak üç ayda gidebiliyor.”
İki Çinliden beş dolara sekiz günlük bir geyik yavrusu alıyorlar. Sven Hedin onu battaniyelere sarıp çadırında besliyor. Kafile Turgutlar prensiyle tanışıyor, kendi yaptıkları kayıkla gölü keşfe çıkıyorlar. İki yıl süren bu gezi, çöl iklimi hakkında da oldukça ayrıntılı fikir edinmemizi sağlıyor. Bataklıklar, kum fırtınaları, kumulların ortasında ansızın beliren ve ansızın sonlanan ormanlar. Kafile sürekli hastalıkla, çetelerle, doğal engellerle ve keşfedilecek şeylerle boğuşuyor.
Kitabı güzel yapan, Hedin’in onu salt tarihi bir eserden kurtarıp kâşifin hikayesine çevirmiş olması. O kadar samimi ve ayrıntılı yazılmış ki, siz de rahatlıkla kervana katılıyor, Orta Asya’nın unutulmuş tarihinde dolaşıyorsunuz.
Okuma bittiğinde okuyucuda herhangi bir doyum oluşmuyor, zaten yazarın amacı da bunun tam tersi etki yaratmak: İnsanı bilgiye acıktırmak, merak ettirmek! Kitapta arkeolojik ayrıntılar yok. Çünkü Hedin’in anlatacak kabiliyeti ve birikimi olsa da bu, kafiledeki arkeologların işi. Yine aynı sebepten, Marko Polo’nun Etzina diye andığı, Sven Hedin’n arkadaşı Kaşif Kolov tarafından 1909’da keşfedilen Kara Kutu Şehri’nden geçtikleri halde, burası hakkında hiçbir söz söylemiyor. Kolov’un bölge hakkında kapsamlı bir kitap yazdığına değinmekle yetiniyor. Ben de yazarın hedefine katkı sağlamak için, gezinin en büyük keşfinden, Seyyargöl Lop-Nor’un iki bin yıllık tekerrüründen bahsetmeden bu yazıyı noktalıyorum.
“Yakında bütün eski dünyalara otomobille geçmek mümkün olacaktır. -Pekin, 1930-”