Alexandre Seurat’nın Fransa’da yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı Sakar, aile kurumuna sorgusuz sualsiz kutsallık atfedilmesinin yıkıcı sonuçlarını yalın ve sarsıcı bir anlatımla gözler önüne seriyor. Şiddet sarmalının tüm sarsıcı boyutlarıyla Sakar üzerine bir inceleme yazısı.
Sakar ile ilgili bir inceleme yazısı yazmak istedim çünkü ortada bir şiddet varsa eğer bundan hepimiz bir şekilde sorumluyuz. Şiddet ne şekilde üretiliyor olursa olsun şiddet sarmalının içine hepimiz bir şekilde dahil oluyoruz maalesef. Şiddetin istisnaya yer vermeksizin yıkıcı olma unsuru buradan geliyor zaten. Alexandre Seurat yaşanmış, gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı küçük kız çocuğu Diana’nın dramına işte bu önemli sebepten dolayı hepimizi davet ediyor. Şiddet neden ortaya çıkıyor, neden genelde hiçbir şey yapılamıyor ve daha da önemlisi şiddete maruz kalan kişi yetişkinlerde de çok fazla rastladığımız şekilde şiddetin türü ne olursa olsun şiddete maruz kaldığı için ilk olarak kendini suçlama eğilimi içerisinde oluyor? Gerçek bir olayın bir edebi metne ustalıkla dönüştürdüğü ve bizlere tüm bu soruları sorduran Sakar üzerine kapsamlı bir incelemeyi işte bu sebeplerden yazmak istedim.
“Ben çok sakarım.”
Roman neredeyse bitmek üzereyken okudum bu cümleyi. 109 sayfadan mütevelli Sakar romanının 80’inci sayfasında. Sonra Alexandre Seurat bu cümleyi neden 80’inci sayfada yazdı acaba diye düşünmeden edemeyerek okumaya devam ettim romanı. Diana yorulmuş, hatta bitmiş olabilir artık diye düşündüm hissettiğim acıdan dolayı çaresiz bir hâlde. Bu cümleyi; artık tamamen çaresiz olduğu için kurmuş olabilir yani Diana. Çünkü ilkokula giden, gelişimi yaşıtlarına göre biraz geç ilerleyen Diana’nın ebeveynlerinden dolayı maruz kaldığı şiddeti kimse ispat edemiyor. Ona hiç kimse ulaşamıyor, onu düştüğü bu şiddet sarmalından kimse kurtaramıyor. Sosyal hizmetler görevlisine, “Ben çok sakarım.” demek zorunda kalıyor Diana. Kendisine yapılanları açıklaması, izah etmesi, kendisine yapılanlara bir çare araması imkânsız. Son derece görünür olan, artık ispata gerek duyulmayan şiddete karşı Diana’nın da “korkudan” uyum sağladığı bir ağız birliği var. Anne babasının ifadelerini doğrular biçimde, evet ben çarptım, ben düştüm, ben dikkatsiz davrandım diyebiliyor son derece inandırıcı bir biçimde. Sonuçlarının vicdani yükünü anne babası dışında kimsenin taşıyamayacağı bahaneler silsilesiyle cevaplanıyor tüm sorular. Fakat biliyor olup da hiçbir şey yapamıyor olmanın şiddeti hem diğer roman karakterlerinin yüzüne hem de okurun yüzüne bir tokat gibi çarpıyor. Şiddetin şiddeti muazzam bir sistem içinde domino ettiği böylesine bir şiddet yaratımında hepimize düşen pay ne ise Alexandre Seurat tarafından her birimize itinayla dağıtılıyor.
Sakar’a dair ilk sözü Diana’nın öğretmeni Öğretmen Hanım alıyor:
“Kayıp ilanını gördüğüm zaman artık çok geç olduğunu anladım. O şiş yüzü ismi olmadan da tanırdım, o kısık gözleri ve o tuhaf gülümsemeyi; hiçbir şeyin yolunda gitmediği apaçıkken, “Her şey yolunda” demeye çalışan o yorgun yüzü, bana düşmanca değilse de umutsuz gözlerle bakan, ulaşılmaz bir yere çekilmiş o yüzü; “Hiçbir şey yapamayacaksın.” diyen bakışı. Gerçekten de hiçbir şey yapamadığımı o gün anladım.”
2009 yılında Fransa’da yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkılarak kaleme alınan Sakar, Alexandre Seurat tarafından edebiyatın iyileştirici değil, rahatsız edici ve düşündürücü, bir şeyler yapma isteği uyandırıcı, harekete geçirme gücüyle ilintili bir alandan yazıldığı belirgin olan bir roman olarak karşımıza çıkıyor. Bir olayı gerçekliğinden yola çıkarak bir edebiyat metnine dönüştürmek başlı başına riskli ve zorken dozajı her sayfada daha da yükselen şiddet silsilesini, “üstelik öznesi çocuk olan bir şiddet silsilesini” ajitasyona kaçmadan, gereksiz oranda daha fazla ağırlaştırmadan yazabilmiş olmanın önemine değinmek isterim ilkin. Bu unsur sayesinde Diana’nın başına gelenleri tüm berraklığı ile algılıyor fakat herkes gibi biz de hiçbir şey yapamıyoruz. Romanın konuşulması gerekli önemli bir başarısı bu. Profesyonel ve tutarlı ve bilinçli bir şekilde yetişkinler tarafından “yetişkinlere veya çocuklara” uygulanan her türde şiddet öyle bir şeydir ki, bir şekilde hiçbir şey yapamaz hâle gelir, şiddet karşısında çaresizliğin o dipsiz kuyusuna düşerek, “Ben sakar biriyim.” dersiniz. Şiddetin her türlüsünün en büyük marifetlerinden biri olarak kişinin kendini suçlaması, kendi bilincini ve duygularını yok sayması, şiddetle ağrıyan bir yerimizin ağrıdan mütevelli artık uyuşması misali şiddeti yaratan kişilerin işine yarayan bir duruma dönüşüyor. Alexandre Seurat roman boyunca tam da bunu okutuyor işte bizlere.
“Küçük kızım bana anlattığı zaman, “Ne yapmak lazım?” dedim, “İhbarda bulunmak lazım.” diye yanıtladı. Ama bu mümkün değildi, önce kızımla konuşmam gerekirdi, “Tabii.” dedi, “O sahneyi, babasının tüm gücüyle indirdiği yumrukları hiçbir şey demeden seyreden kızınla, kırılan bir bardak için çocuğu soğuk duşa sokan kızınla, biz görmeden olanları, bilemediklerimizi de saymıyorum.” Belki haklıydı ama onunla konuşmam gerekiyordu. O akşam küçük kızımla telefonda dargın ayrıldık. Evde çocuklarla yalnız olduğunu bildiğim bir gün, konuşmak için büyük kızıma gittim.”
Bu paragrafın anlatıcısı Diana’nın anneannesi, iki kızının arasında kalmış, kız torunlarından birinin başına gelen şiddete dair elinden bir şey gelmeyen bir profille karşımıza çıksa da romanın öznesi ne anneanne ne küçük teyze ne Diana’nın romanın başında bizi karşılayarak suçluluk duygusu içerisinde bize bir şeyler anlatan öğretmen hanım ne de sosyal hizmet görevlileri. Şiddet onlardan kaynaklı olmasına rağmen Diana’nın anne ve babasını ise hiç saymıyorum. Çünkü romanın özneleri şiddetin kendisi ve bu şiddete maruz kalan iki çocuk: Diana ve abisi Arthur. Bunu şuradan da anlayabiliriz. Romanda sadece bu iki karakterin ismi var. Diğerleri anneanne, teyze, öğretmen, müdire 1, müdüre 2, sosyal hizmet görevlisi olarak geçiyor. Şiddet kimler için içeri giriyorsa bunun dışında kalan herkes fonksiyonsuz hâle gelip, özne olmaktan çıkıyor. Şiddetin kimliği şiddeti fiziksel veya duygusal olarak gören kişilere bürünüyor çok acı verici bir şekilde. Diana’nın çocuk bedenine bürünüyor şiddet, Arthur’un çocuk ruhuna.
Romanın özneler açısından bir diğer önemli ayrıntısı ise romanın başından sonuna kadar romanın içinde bir gölge gibi gezinen Arthur’un romanın sonunda sözü alarak şu sözleri söylemesi oluyor: “Diana’yı gerçekte yapabildiğimden daha iyi hatırlamak isterdim. Diana’yla birlikte hiç yapamadığımız her şeyi sanki yapmışız gibi hatırlamak isterdim. Bazen çocukluğumuzun müziklerini dinliyorum, müziğin onu bana hatırlatmasını isterdim ama müzik hiçbir şey hatırlatmıyor çünkü birlikte değildik, aynı çocukluğu yaşamadık.” Hikâyenin bu cümlelerle başlayan bir paragrafla noktalanması aynı evin içinde büyüyen bu iki çocuğun “aynı çocukluğu yaşamadık,” gerçeği somut olarak romanın hiçbir satırında yazılmayan şiddetin aşikârlığını göğsümüzün üzerine bir kaya misali yerleştiriyor.
İster görünür olsun, isterse de dışarıdan bakıldığında hiç görünmeyerek kendini belli etmesin, şiddet şiddettir ve aynı mekân içerisinde herkeste aynı etkiyi bırakmada son derece mahirdir. Romanda şiddetin açık özne oluşu, bu anlamda sadece maruz kalan çocuklara bir isim, bir kimlik verilmesi, diğer karakterlerin takındıkları sıfatların gizli öznelikleri, birkaç afaki diyalog dışında şiddeti yaratan anne ve babanın aslında silik özneliği ve romanın sonunda söz hakkının Arthur’a verilmesi kesinlikle tesadüf değil, şiddetin büründüğü profesyonel kimliğin ta kendisi.
“Çocuklar nasıl büyütülmeli ve nasıl korunmalı?”, “Özellikle de çocuk yaşıtlarına nazaran daha yavaş bir gelişim, büyüme süreci geçiriyorsa çocukla ilgili her türlü sorun nasıl değerlendirilmeli?” Roman bu soruları açıkça sormuyor, sormasını da bekleyemeyiz zaten ama en baştan itibaren Diana’nın -özellikle anneanne tarafından- anne karnına düşmesinin, doğumunun ve yaşamaya devam etme süreçlerinin geç kabul görmesinden tutalım da ona verilen isimdeki ironiye (İngiltere prensesi Diana’nın ismi veriliyor Diana’ya) ve kamu kurumlarının, okul ve sosyal hizmetler- yetersiz müdahalelerine varana kadar bir çocuğa şiddete karşı gösterilen zaaflar kabul edilebilir gibi değil. Yani son derece sakarca ve beceriksizce yürütülen süreç sadece Diana’ya veya sadece anneanneye pay edilmeyecek kadar büyük. Koca bir sistem, dünyanın ta kendisi, insan faktörünün yıkıcılığı. Hatta okur olarak bizler de dahil olmak üzere yıkıcılığı su götürmez bir sakarlık içerisinde olduğumuzu yüzümüze vurmak isteyen gerçek bir hikâye Sakar’ın hikâyesi. Şu dipnot ayrıntıyı belirtmeden (hatırlatmadan daha doğrusu) bu paragrafı bitirmek istemem: Prenses Diana, Fransa’da bir alt geçitte bir kaza sonucu arabasının içinde can verdi. Öldürüldü mü desem acaba bilemedim, aynı küçük sakarımız Diana gibi.
2015 yılında ilk romanı Sakar’ı yayımlayan Alexandre Seurat, Sakar’ın ardından üç roman daha (Kayyum, 2016; İp Cambazı, 2018; Küçük Kardeş, 2019) yayımladı. Hâlen Angers Üniversitesi’nde modern edebiyat dersleri veren Seurat romanlarının dördünde de aile ilişkilerinin muğlaklığı, söylenmeyen sözlerin ve yapılamayan müdahalelerin ağırlığı üzerine hikâyelerini anlatıyor. 2019 yılında aynı adla filme de uyarlanan Sakar yaşandığı zaman diliminde de, roman olarak yayımlandığında da, filmi vizyona girdiğinde de Fransa’da ve Avrupa gündeminde büyük tartışmalara sebebiyet verdi. Tartışmaların sebebi toplumsal vicdan mıydı, yetersiz yaptırımlar mıydı yoksa medeniyetin beşiği olan böyle bir coğrafyada herkesin gözü önünde olan bir olaya kimsenin hiçbir şey yapamaması mıydı? Bu sorulara hepsiydi cevabı vermek çok da zor değil.
Maruz kalınan şiddetin anlatımının imkânsız olduğu bir roman Sakar. Adını ileride sıkça duyacağımız çağdaş edebiyatın şimdiden önemli yazarları arasına giren Alexandre Seurat bu imkânsızlığı doğru noktalarından yakalayarak bir edebiyat metnine dönüştürme konusunda son derece başarılı. Çevirisini Nesrin Demiryontan’ın yaptığı Sakar’ı okumanızı ve Sakar’dan sonra yayımlanan üç Seurat romanını da en kısa sürede -yine Metis Yayınları’ndan- okumamızı dilerim.