Bakış romanıyla tanıdığımız İngiliz yazar Jessie Greengrass’ın alışılmadık bir aile hikâyesini amansız çevre trajedisi ile bir araya getirdiği ekodistopya türündeki romanı Issız Ev üzerine bir yazı.
Issız Ev, İngiliz yazar Jessie Greengrass’ın ikinci romanı. İlgi çeken ilk romanı Bakış’ta olduğu gibi yine aileyi temel alan bir roman yazdığını düşünmüştüm başta fakat Issız Ev daha farklı, biraz daha katmanlı bir roman. Burada Bakış’ın Women’s Prize for Fiction ödülleri için aday gösterilen bir roman olduğunu da hatırlatmak isterim. Issız Ev, küresel ısınma temalı bir roman, ekodistopya deniliyor bu türe. Önemsemediğimiz haberler ile kurgu diye okuduklarımızın gerçekliği birbirine karışıyor, özellikle bu yüzden tedirgin edici bir yönü var. Distopya okumayı sevenler bu kitapta aradıklarını bulacaklar mı, bundan pek emin değilim; çünkü yaşadığımız dönemin gerçekliğine her şey çok yakın ve bu yakınlık rahatsız edici.
Roman; Caro’nun anlatımıyla açılıyor, Francesca ile babasının tanışmalarından, tepedeki evden bahsetmesiyle. O evin, bu roman için neden önemli olduğunu sonra anlıyoruz. Başlarda hayatlarının “normal” olduğunu sandıkları zamanlar, çok geçmeden Caro için bir anı oluyor sadece. Caro, gelecekten habersiz babası ile Francesca’nın bebekleri Pauly’nin hızlı bir şekilde bakımını üstleniyor, romanın bu kısmını okuyunca bir “küçük anne” hikâyesi okuyacağımı düşünmüştüm ama romanda çok daha fazlası var. Yazar anlatıcılar arasında geçişler yaparak romanı daha geniş bir düzleme yaymış.
“Her şeyin henüz başındayken yaşandı bu, bizler hâlâ tam emin değilken. Ters giden hiçbir şey olmadığına inanmak mümkündü o zaman. Birtakım beklenmedik sıcak temmuzlar ve ocak fırtınaları vardı sadece. Tüm yaz boyunca güzel günleri fırsat bilip yarı çıplak koştum. Hava kötüleştiğinde, bulutlar bardaktan boşanırcasına yağmur taşıdığındaysa evimizde oturup pencereden yağmurun yağışını izledim. Ne çok damla, nasıl da hızlı iniyordu yere...”
Küresel ısınma gerçeğinin göz ardı edildiği yıllardan sonra bugün geldiğimiz yer, tahminlerin ötesinde gerçekleşen doğa olayları. Hiçbir şeyi mevsiminde yaşamadığımız gibi, eskiden uzak diyarlarda, nadiren olan felaketler artık dört bir yanımızda. Geçen yaz önlem alınmadığı için önlenemeyen yangınlarla boğuşurken aynı zamanda sel felaketleri yaşamıştık. Bu kış ise bir anda, daha önce hiç görmediğimiz yoğunlukta kar yağışını göreceğimiz söylendi. Habercilerin abartısı gibi karşılanan bu haberlerden biri de maruz kalacağımız toz bulutlarıydı, maalesef onları da yaşadık ve yine maalesef tüm bunları son hızda yaşıyoruz. Ekonomik krizden bağımsız olarak da üretimle, tarımla ilgili sıkıntılar yaşıyoruz ve birkaç sene içinde ciddi bir kıtlıkla baş etmek zorunda kalacağımız gerçeği var. İşte yazar bizim yaşamayı beklediğimiz tüm bu gerçeklere aile üzerinden bakıyor.
“Ailem hiçbir zaman yanımda olmamıştı. Onları hatırlamadığımı fark ettim. Hatırladığım şey, onları bekleme hissiydi. Geceleri yatağa her girişimde ertesi sabah orada olacaklar mı yoksa olmayacaklar mı diye merak ederdim. Hatırlıyorum da birini gördüğüne sevinme hissi ne kadar yorucu oluyordu. Sonunda en azından nerede durduğumu biliyorum. Artık tamamen gitmişlerdi. Ve değişen pek bir şey de yoktu, hâlâ gelmelerini bekliyor olmamın dışında.”
Romanda aile kavramı da farklı açılardan değerlendirilmiş, bir yanda küresel ısınma ve sonuçları üzerinde çalışmalar yapan, sadece kendi kariyeri için değil insanlık için de çaba gösteren, örtülü bir şekilde ailesini korumak için plan hazırlayan Fransesca; diğer yanda çok genç yaştan üvey kardeşinin tüm sorumluluğunu üstlenen, öte yanda yukarıdaki pasajın sahibi Pauly var, bir de onlara kol kanat geren Grady ile Saly.
Kitapla ilgili eleştirebileceğim şeylerden biri yazar, farklı karakterlerin bakış açılarını okura yansıtmak istese de biz hep yazarın sesini duyuyoruz. Caro, Saly, Paul üçünün hissettikleri ve tepkileri farklı olsa da kullandıkları dilde bir farklılık hissedemedim maalesef. Bu aynı anlatıcının biraz da şu pencereden bakayım düşüncesiyle aktarmasına benziyor. Bunu göz ardı edersek yazar amacına ulaşmış diyebiliriz; çünkü kitap boyunca aile bireylerinin kaybını, bunlarla baş etme ya da edememeyi, yokluğu, yalnızlığı iyi yansıtmış. Jessie Greengrass oldukça yalın bir dille durumu gözler önüne sermiş, burada kitabın çevirmeni Rabia Elif Özcan’ın emeğini göz ardı etmemek lazım.
Bu bir distopya, hâliyle karamsar ve bu yüzden okuması çok kolay değil. Jessie Greengrass bir annenin yaklaşan felaketlerden çocuğunu koruma dürtüsünü farklı bir bakış açısıyla işlemiş, Caro ve Pauly’nin zaman içinde değişen ilişkilerinde ve yaşadıkları kayıp karşısında verdikleri tepkide bu hep var. Fransesca onlara sığınacakları bir ev, güvenli bir yer bırakmış olsa da hayatları bir daha eskisi gibi olmuyor ve bazen güvende olmak yetmiyor. Issız Ev sonlara doğru distopik kurgu olmanın hakkını iyice veriyor, daha hüzünlü ve daha karamsar oluyor, azalan gıdada, artık etraflarında hiç insan kalmamasında, yaşadıkları bölgenin sular altında kalmasında. Gönül isterdi ki bu kitabı okurken çok uzak bir gelecek olduğu düşüncesiyle rahat rahat okuyayım, maalesef olmadı. Bizi bekleyen sonu görür gibi, o tedirginlikte okudum ve maalesef bizi bekleyen bir ıssız ev yok. Yine de ders çıkarmak için, gerçeklerle yüzleşmek için Issız Ev okunmalı. Son zamanlarda okuduğum ekodistopyaları düşününce Issız Ev, aralarında en çok beğendiğim oldu, Bakış ile de ilgimi çeken Jessie Greengrass’ı takip etmeye, okumaya devam edeceğim.