Aşk olmadan şiir yazmanın mümkün olmadığına, Eskişehir'le arasında yaşamı çoğaltan gizli bir anlaşma olduğunu söyleyen şair ve yazar Rahmi Emeç'le şiirleri, yazıları ve edebiyat üzerine bir söyleşi...
1959 Eskişehir doğumlu gazeteci, şair ve yazar Rahmi Emeç’in bugüne kadar dört şiir kitabı yayımlandı: Sevgiyi Dağlara Salacağım (1991), Ertelenmiş Düşler Kitabı (2005) Kırık Zihinler Sahafı (2011) Bakışsız Gece (2013) Bunların yanı sıra Masallar, Mektuplar ve Kuşlar adlı bir öykü kitabı var. Uzak İnsanın İçindedir adlı yeni kitabı iç konuşmalar, metinler şeklinde. Halen Eskişehir’de yaşayan Rahmi Emeç, çeşitli dergilerde yazmayı sürdürürken Eskişehir’in kültür ve sanat hayatı için çok önemli çalışmalarda bulunmaktadır. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali bunlardan biridir.
Öncelikle şiir diyelim ve ilk şiir kitabından son şiir kitabına kadar süren şiir yolculuğunu sizden dinleyelim...
Biraz daha erken döneme denk gelse de, galiba hepimiz kendimize zamanla bir ‘başlangıç noktası’ belirliyoruz. Benim de, 81- 82 yılları olmalı. Dönemin dergilerine şiir göndermeler, çıkmasını beklemeler… Heyecan verici bir dönem… Yazdıklarımızın okunması, sevilmesi, biraz daha fazla şiire yöneltiyor insanı. Sonraları, yazdıklarını eksiltmeye başlıyor. Sözcükler, öyle savruk kullanılmaktan çıkıyor. Daha tutumlu olma dönemine giriyor insan. İlk iki kitap –ki, ikinci kitabın içinde iki de vardır- çok özensiz, şiir okuruna da ulaşamayacak, amatörce bir sunumla çıktı. Bu şiirler, okurla buluşmadı da diyebilirim. Bir de, neredeyse 8-10 yıl kendime çekildim. Neden? Bilmiyorum tam olarak. Okudum, ama çok az yazdım, çok az yayımladım. Bir çeşit küskünlüktü galiba. Herkeste olur mu, bilemiyorum. Geriye çekilmeler, insanın kendisiyle daha fazla beraber olma ihtiyacı duyduğu bir dönem. Fazla yazmayınca, göz önünde olmayınca, sadece ‘böyle biri vardı’ diye anımsıyor insanlar. Benimki de öyle oldu. Yazma disiplinini bir türlü yakalayamadım, hep savruk oldum. Belki böyle daha iyidir, bilemiyorum. Yazdıklarım başlangıçtan bugüne, nereden nereye geldi, bunu okur değerlendirecek tabii…
Günümüzde hala şiirde ısrar etmek bir tür delilik hali midir?
Benim ısrarım yok açıkçası. Bir gün kopup gideceksem giderim. Bazen yılda beş şiir yazdığım oluyor, daha az olduğu zamanlar da oldu. Hiç şiir yazmamış gibi de olurum bazen, dururum yani. Sonra, gelir birgün kapımı çalar. Defterimde birikir dizeler. İlk zamanlar, bir şiire başlamışsam neredeyse başladığımla bitirdiğim bir olurdu. Sonraları iki, üç dize gezdirir oldum defterimde. O dizeler, bir başka dizeyi çağırdığında yeniden oturdum yazmanın başına. Hep böyle oluyor. Sonra o gelen de bir başkasını çağırıyor. Sonra bakıyorum savruk bir şey çıkmış ortaya; o savrukluk beni çağırmaya başlıyor, bir şekilde bir bütünlüğe varıyorum. Delilik halimidir bilemiyorum ama şiir delilik olmazsa üretilemez zaten.
Şiir ve aşk, şiir ve şehir Rahmi Emeç şiirlerinde önemli bağlamları olan ikili kavramlar. Bir yoğun duygu durumu olarak aşk, bir atmosfer olarak şehir… Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Aşk olmadan yazılamaz diye düşünüyorum. Şiir için de bu böyle, düzyazı için de. Ama, şiirin karakteri, diğerlerine göre çok daha incelikli. Hiçbir sözcük, günlük telâşın kendisine biçtiği mekânın ve anlamın içinde değil. Zaman ve mekân kavramlarının bir o yana, bir bu yana savrulduğu, yaşanmış olanın bir zaman sonra yaşanacak olanın önüne geçtiği, yaşanacak olanın kimi zaman ağır ve kanamalı bir yaşanmışlık izi taşıdığı, görüntülerin üst üste ve karmaşık bir hâl aldığı, günlük yaşamın disiplini dışında bir ortam sunar bize… Ben işte böyle bir yolculuğun içinde, tam 56 yıldır, bir kentin, Eskişehir’in sokaklarındayım. Aynı sokakta yaşadığım farklı insanlık durumları, kentin değişen yüzü, benim değişimim, ama hep sıcak kalan bir şefkat duygusu, bir bağlılık, bir vazgeçememe hâli… Hep yanında olduğun şeylerin gurbetine çıkıp, yine aynı eve duyduğun özlem… Mekânlar; Tren istasyonu, Porsuk, Köprübaşı, Hamamyolu, Odunpazarı ve diğerleriyle birlikte nefes alıp verişim, onlara dokunuşum; aramızda yaşamı çoğaltan gizli bir anlaşma var artık…
Edip Cansever bir söyleşisinde “Gerçek şiir her dönemde çok az okuyucu bulabilmiştir.” der. Şiirin günümüzde az okuru olduğunu biliyoruz. Bu durum yazılan şiirle mi yoksa okurun dünyasıyla mı ilişkilendirilebilir?
Çok doğru, bu hep böyle olacaktır kanımca. Çünkü, insanlar ‘kolayı’ sever; her şeyin hızla tüketildiği bir çağda, sanki boğazımıza değmeden geçiyor bazı şeyler. Çok çabuk eskiyor varolan. Okur tarafından bakılıp, hep yazılan şiirin ‘zorluğu’ üzerinde durmak niye? Şair yazmıştır ve bitmiştir işi. ‘Gerçek şiir’ dediğimiz de, okuruna ödev verir, onu rahat bırakmaz öyle; değirmenine çağırır, buğdayın tanesini uzatır, un yapsın diye. Masa diye söz ettiği şeyin bir zaman önce bir yerde ağaç olduğuna, o ağacın altında, gölgede insanların birbirlerine neler fısıldadığına götürür okuru. ‘İyi şiir’ derindedir, oraya girmeyi göze alan okuru da ödülsüz bırakmaz şiir, yaşadığı şeyi iki defa, üç defa yaşar. İyi şiir okuru, uzun ömürlü okurdur diye düşünürüm hep…
Aslında sosyal medyaya baktığımızda belki hiç şiir kitabı okumamış kişilerin bile çarpıcı dizeler paylaştıklarını görüyoruz. Bu durum şiiri vurucu dize olarak algılayan bir kitle yarattı adeta. Sosyal medyanın ve internet ortamının şiire etkisi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Kimse, ‘kötü olanı’ bu süzgeçten geçirip ‘iyi’ hâle getiremez. ‘İyi şiir’ kalır; çünkü o yaşayandır; okur onu kendisinde yeniden üreterek geleceğe taşır. Bu yüzden, hep tüketme duygusunun dörtnala gittiği bu ortam iyi şeyler üretmeye değil, görünür olmaya olanak tanır. Okuru tarafından yeniden üretilen kalıcı olur. Diğerleri, ilk göründüğü yerde kalır zaten.
Şiirden devam edersek Gezi Direnişi’nden beri şiirin hayatın pratiğine aktığını bir ideolojik kesinlik içermese de eylem biçimine dönüştüğünü gördük. Toplumcu şairlerin yeterince sahiplenilmediği dönemlere inat onların savunduğu şiir anlayışına ihtiyaç duyduk. Yıllarca ödün vermediği politik tavrı olan bir şairimiz olarak sizin şiir ve ideolojinin birbiriyle ilişkisi hakkında düşünceleriniz neler?
Yazdığımız, herhangi bir dünya görüşünün ‘yazılı metni’ değil. Aksi halde kupkuru olurdu ve okurunda yeniden üretilmeye elverişli bir yazı olmaktan çıkardı şiir; hatta şiir olmazdı diye düşünüyorum. Günlük mesaj kaygısı içindeki söylemin doğrudan tüketilir bir yanı var; suyun üstünde, görünür yerde… Şiir suyun altında, daha derinde... Kuşkusuz, yaşadıklarımız; çektiğimiz acılar, geçirdiğimiz travmalar, ayrılıklar, kavuşmalar, sevinçler… Bizim, birey olarak hayatın içinde durduğumuz yer, hepsi şiire yansıyacaktır.
Zaman, yalnızlık, gece, sessizlik gibi sözcükler aşk ve ayrılık kadar ağırlığını hissettiriyor. Şiir yazma vesileniz olan duygu durumlarını ifade eden sözcükler mi bunlar acaba?
Yazarken, siz hangi sözcüğe tutunacaksınız, bilemezsiniz. Bir sözcük, basamağın üstündedir de, hemen oracıkta ihtiyaç duyduğunuz sözcük aşağılarda kalmıştır. Günlük yaşamın içinde de, birbirimizle konuşmamızdan çok, kendimizle konuşmalarımız vardır. Hatta iç dünya çok daha faaldir kanımca. O görünür olmadığından, bir ‘bilinmezlik’ olarak durur. Yazma süreçlerinde, bu ‘içeriyle’, görünür durumda olan ‘dışarı’ arasında sürekli bir çatışma yaşar insan. Evet, yukarıdaki sözcükler, benim seçimim dışında, galiba yürürken ‘gri tonlar hâlinde’ tutunduğum şeyler…
En çok sevdiğiniz ve beslendiğiniz şairleri sormak adettendir…
Bazı isimleri unuturum diye korkarım hep. Elbette Nâzım Hikmet etkili oldu başlangıçta, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Gülten Akın… Sonra, İkinci Yeni’nin içinde buldum kendimi. Liste çok uzun, bu yüzden şöyle diyeyim: Ahmet Telli’yi, Şükrü Erbaş’ı, Haydar Ergülen’i, Enis Batur’u… ve tabii, genç kuşaktan da pek çok şair kardeşimi severek, onlarla çoğalarak okuyorum.
Uzak İnsanın İçindedir, düzyazı şiir geleneğine yakın duran yoğun metinlerden oluşuyor. Duygu ve düşüncenin, felsefeyle özgün bir nitelik kazandığı, somuttan soyuta akan, yaşama ve insana birçok pencereden bakan metinler bunlar. Bu metinlerle bir kitap oluşturma fikri nasıl ortaya çıktı?
Bir ‘huzursuzluğun’ kitabı bu. Bunu da kitaplaştıktan sonra anladım. Başlangıçta ‘kitap olsun’ diye düşünmemiştim. Bu metinler kendisini yazdırdı. Bir çeşit daralma ortamından kendime kapı araladım nefes almak için. O kapının eşiğinden dışarıya söyledim. Bazen içeriye baktığım da oldu. Üstümde, iki yüzü olan bir giysi vardı ve iki tarafını da kulandım sanki cümleleri kurarken. Sonra, nasıl olduysa bir noktaya vardım. Birbirinden bağımsız, ama yan yana getirildiklerinde yine de birbirlerine yoldaşlık edebilecek metinler kendiliğinden kitap olmaya yürüdü. Bu kitabın okura ulaşmasında Öteki Yayınevi sahibi Vedat Yeniçeri’nin de emeği var, kendisine tekrar teşekkür ediyorum yeri gelmişken.
Bu her anlamda zengin iç konuşmalar yaşanmışlıktan süzülen ve deneyimle harmanlanan bir bilgelik taşıyor. Bence okurda sıcak bir karşılık bulmasının en önemli nedeni de bu. Metinler arası göndermeler de buna katkı sunuyor. Bu iç konuşmalara devam edecek misiniz? Bundan sonra Rahmi Emeç’ten neler okuyacağız?
Bu ve benzeri metinler gelecek sanki. Bir iç yolculuk emarelerini hissederiz hepimiz. Aslında, söylemeye çok cesaret edemiyorum; nereye doğru gideceğimin kararını veremeden… Ancak, daha fazla birbiriyle ilintili metinler toplamıyla, bir roman da düşünmüyor değilim… Daha derinlikli, bir yönüyle elini şiire de uzatan… Bu olur mu, ben de bilmiyorum.
Uzak İnsanın İçindedir’den güzel bir bölümle bitirelim söyleşimizi. Çok teşekkürler…
“Yaşama sevincine başlarken hep bir ölüm notasına takılı kalmış ıslıkla bölünüyor gecenin sessizliği. Hanelerin loşluğuna dağılan yüzümüzdeki dalgınlık, duvarda, yitirilmiş bir kardeş fotoğrafına çarparak gözyaşı olup akıyor. Ey, kederini ayrılığa yatırmış masumiyet! Yaranı sarabilsem, “güzel günler göreceğiz çocuklar…” diyen Nâzım’ın umuduyla…”
Ben de teşekkür ederim; sözcükler hep yurdumuz olsun diye…
Kullanılan görseller: Ruth Hallam, Matt Burke, Erhan Yorulmaz