Az bulunur çokadam. Hiç yokmuş gibi varadam. Kendini unutturmak ister mi bilinmez ama pek hatırlatmak istemediği bilinir. O yüzden akla az gelir, fakat gelince de, Sezai Karakoç’un “yoktur gölgesi Türkiye’de” dizesinde dediğince gelir, bir ülke gibi gelir. Dört tarafı şiirle, tasarımla, kitaplarla, çeviriyle çevrilmiş bir ülke. Hem ada, hem ülke. Ada-ülke. Bir ülke düşünün ki gönüllü olarak dört adaya paylaştırsın kendini, hem hiçbiri diğerlerinden şikayet etmesin, hem o hepsine eşit davransın ve bir kuyumcu terazisiyle tartılacak bu hüneri için terazi de kullanmasın, hak geçmesin diye terazitutmazlardan olsun. Terazitutmazlar, hak geçmesin diye teraziye ellerini sürmeyenler. Olur ya elleri titrer.
Terazi yerine pergel, cetvel, mürekkep, harf, cümle ve dize kullanan, hayatı, şiiri, kitapları onlarla oluşturup biçimlendiren adam. Adaların ürünlerini, say ki zeytin, limon, incir, üzüm, onlarla paylaştıran, dağıtan adam. O adil davrandıkça verimi de artmış ürünlerin bereketi de. Her şey nara toplanmış sanki. O da bu cömertlikten ve titizlikten payını almış elbette.
15 yaşındayken İstanbul dergilerinde şiirleri yayımlandığında, doğduğu şehirdeki bazı yaşlı adamlar ‘Bak, bak Sait Maden’ diye tanırlarmış onu. 1974 ya da 75, şiiri de edebiyatı da kendisini de nereye bıraktığını bilemediğim arkadaşım Ömer Ateş Kızıltuğ’la, Ankara’dan İstanbul’a bir gelişimizde, şimdiki The Marmara otelinin önünden yürürken görüp birbirimize ‘Bak, bak, Sait Maden geçiyor!’ dediğimizi hatırladım. Bunu herhalde bir 30 yıl sonra Sait Maden’e söyledim. Aynı Sait Maden’e. Çoğu kere, 30 yıl önce gördüğünüz birini, onca yıl sonra kendisine değil de başka birine anlatıyormuş gibi olursunuz çünkü.
Her sabah 9 vapuruyla Kadıköy’den Eminönü’ne gelen ve her akşam saat 5 vapuruyla Kadıköy’e dönen, uzun saçlarıyla, yıllardır, değiştirse de, aynısını kullandığı geniş çerçeveli kemik gözlükleriyle, çantasından çıkarıp okuduğu
kitabıyla, hiç eskimeyen eski adam, eskiyeni adam. Cemal Süreya’nın ‘İspanyol asilzadesi’ne benzettiği ‘şık derviş’. ‘Özgünlük’ anlamında yine şık, yine derviş meşrep, saçları uzun bir yolculuğa önceden hazırlanmış. O yüzden hep böyle uzun ve dervişlikten yalvaçlığa giden yolda beyazlamış gibi.
Uzun bir yolculuk. 1932 Çorum doğumlu. Güzel Sanatlar Akademisi’nde Bedri Rahmi’nin öğrencisi. Sonra kendinin öğretmeni ve öğrencisi, ve her zaman usta şairlerin öğrencisi, kendini onların çırağı görüyor. Yalvaçları hatırlatan bir tevazu. ‘Bu tevazunun ardında kendine, gücüne, kalemine, çizgisine güvenen biri var’ demek bile gücüne gidebilir. Masum ve sonsuz bir hayranlıkla besleniyor şiir anıtlarından, erenlerinden. Ama en çok ikisinden: Baudelaire ve Fuzuli. 14 yaşında tanır Fuzuli’yi. Onun için Osmanlıca, Baudelaire için Fransızca, sonra da Lorca için İspanyolca öğrenir. Lorca’nın tüm şiirlerini çevirir. Eluard’dan Mayakovski’ye, Paz’dan Aragon’a, Poe’dan Neruda’ya, diğerlerini de. Neruda çevirileri için Şili hükümeti altın madalya ile onurlandırır onu.
Sabırlıdır, Eyüp sabrı demek gerekir, sözcükler ve çizgilerle uğraşır çocukluğundan beri, terzilerin piri İdris Peygamberle aynı işi yaptığı söylenebilir, işinin inceliğinden, zarafetinden, göznurundan ötürü. Doğan Hızlan ‘Dünya şiirinin Atlas’ı’ diyor, mitolojiye göre sırtında göğü taşımak zorundadır. Kendi portresini bir gözünde kuş, bir gözünde kedi olarak çizmiştir: Dünyagörüşü. ‘Koyun kurt ile’ gezmese de, onun gözünde kedi ile kuş barış içindedir, ‘ikigözü’dür. Şiiriyle, destanlarıyla yeryüzünü Türkiye’ye getirmeyi sürdürüyor. 8000’den fazla kitap ve dergi kapağı yapmış. Onlara bakınca herkes kendi ‘kısa Türkiye tarihi’ni görebilir, avangardlardan toplumculara, klasiklerden modernlere, şiirden romana, siyasetten tarihe kitapları güzelleştiren, değerlerini artıran kapaklar onun elinden çıkmış.
“Şiirin Dip Sularında” sözün derinliğini ölçen bir dalgıç yalvaç.