07 ŞUBAT, CUMA, 2020

“Şiir Dili Dış Dünyayı Birebir Yansıtmaz”

Geçtiğimiz aylarda yayımlanan son şiir kitabı Bile İsteye ile uzun bir sessizliğin ardından yeniden okurlarının karşısına çıkan Gonca Özmen ile şiiri, son kitabı Bile İsteye ve Türk şiiri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Şiir Dili Dış Dünyayı Birebir Yansıtmaz”

Henüz on sekiz yaşındayken yayımladığı Kuytumda ile Türk şiirinde özel bir yer edinen, ardından gelen Belki Sessiz ve Bile İsteye ile yerini daha da sağlamlaştıran Gonca Özmen, son dönemde Türk şiirinin başarıyla takip edilen şairlerinden.

Bile İsteye, üçüncü şiir kitabınız. Gerek kitap olarak gerekse çeşitli dergilerde yayımlanmış pek çok şiiriniz var. Bu açıdan artık size “tecrübeli şair” diyebiliriz. Tüm bu süreçte şiirinizin nasıl geliştiğini ve değiştiğini düşünüyorsunuz? İlk şiirinizden günümüze kendinizde neleri daha farklı buluyorsunuz?

Şiirlerimi değerlendirmede, asıl dikkate alınması gerekenin nitelikli, birikimli okurlar ve yetkin eleştirmenler olduğunu düşünüyorum. Ama şiirde hep çırak, en çırak kalmak istediğimi de belirteyim. “Tecrübeli şair” ifadesi hayli ürküttü beni!

Daha on beş yaşındayken ilk şiirlerini yayımlamaya başlamış, ilk kitabını on sekizinde çıkarmış biriyim. Kuytumda yayımlandıktan sekiz yıl sonra Belki Sessiz’in, ondan on bir yıl sonra da üçüncü kitabım Bile İsteye’nin yayımlandığı hatırlanıp aralarındaki uzun süreler göz önünde bulundurulursa şiirlerimde bir gelişim ve değişimin olması kaçınılmaz. Yaşantım, okuduklarım, deneyimlediklerim, kişiliğim, duyarlığım, değerlerim, dünya görüşüm ve sanat anlayışımdaki değişime ve dönüşüme bağlı olarak sesten söyleyişe, içeriğe yazdıklarımda farklılaşmalar oldu kuşkusuz. Teknik olarak yeni kurgu ve yeni şiirsel yapılar, yeni söyleyiş biçimleri ve içerik arayışları…

​Sonsuz bir aranış şiir. Bitimsiz bir uğraş. Sınırları genişlesin istiyorum hep dilimin, dünyamın, bakışımın, algımın. Sınırları genişlesin istiyorum hep varoluşun, doğanın, insanın, toplumun, dünyanın. Bir başkalık özlemi, bir öte düşü! Yazdıklarımın yaşanan ya da yaşanmakta olanla organik bağlarının olmasını, başta ses, ritim ve müzikalite ile biçim ve içerikte bütünsellik, akıcılık ve uyumu sağlamayı, farklı okumalarda farklı çağrışımlar, farklı anlamlar yaratabilmeyi, başkalarına da esinleyici olabilmeyi, onlarla söyleşmeyi, duygusal ve düşünsel bağlar kurabilmeyi amaçlıyorum. En çok da yazdıklarımın üstüme başıma benzemesini… O kendidenliği… İçim oyuk, derdim büyük – onun için iniliyorum işte özetle. 

Kitabınızda birçok şiire yayılmış ortak temler göze çarpıyor. Bunlara topluca bir bakış atıldığında kitapta yer alan şiirleri belli bir bütünlükle bir araya getiriyor. “Kadın, çocuk, gece, sevgili, baba, ayrılık” bu açıdan başlıca temlerden. Ben de bu noktada şunu merak ediyorum: Bu kitap özelinde kitaplarınızı meydana getirirken şiirleri hangi ölçütlerle seçersiniz ve nasıl bir yerleşim planı oluşturursunuz? Zira sizin seçiminiz kitaba başka okumaların önünü açması bakımından oldukça önemli.

Sizin de dikkat çektiğiniz gibi, kitap bütünlüğünü önemsiyorum. Bu bağlamda, bu kitaba girmeyen, giremeyen -yani bu kitaba ait olmayan- çok sayıda şiir olduğunu söyleyeyim. Bir şiirde tek tek dizelerin, şiir cümlelerinin anlamı yanında, asıl bunların bir arada oluşturduğu ilişkiler örüntüsüdür önemli olan. Nasıl ki bir dize kurarken sesinden anlamına, tarihsel, toplumsal, kültürel yüküne bakarak seçiyorsam yan yana gelecek sözcükleri ya da benzer biçimde bir şiirde dizeler arası ilişkideki uyumu ne kadar göz önünde bulunduruyorsam, kitabımı oluşturacak şiirlerin seçimi ve düzenlenişinde de aynı titizlik ve özeni gösteriyorum. Uzun süre çalışıyorum buna. Çünkü her şiirin, sesten söyleyişe ve anlama, biçim ve içeriğiyle yapısal bir bütünlük taşıması gibi, her şiir kitabının içindekiler de kendine özgü, belirli bir biçimde düzenlenip örgütlenir. 

Bile İsteye’de birbirine değen, birbirini tamamlayan, birbirini yaralayan ya da sağaltan yani birbirine bakışımlı olan tüm izlekler, kitabın derdini açık ediyor. Ben’den, sen’den, biz’den izler taşıyor. Dillendirmek istediklerim bunlar – bile isteye aradıklarım, araladıklarım, rahatsızlıklarım, sevinçlerim, yenilenişlerim, bulup yitirdiklerim, itirazlarım, diklendiklerim, didiklediklerim, düşünüp düşlediklerim, arzuladıklarım, çağırdıklarım…       

Yaratıcı bir zihin, her okumadan bir başkasına kaçınılmaz olarak atlar. Yazınsal bir metin, yaş ve cinsiyetleri, kişilik ve duyarlıkları, eğitim düzeyleri, sınıfsal konumları ve yaşam biçimleri, dünya görüşleri, şiir ve tarihten toplumbilime art alan bilgi ve birikimleri, sanat anlayışları ve estetik beğenileri farklı bireylerce yepyeni bakış açılarıyla, farklı alımlama ve anlamlandırmalarla okunup yeniden üretilir, zenginleştirilir. Şairin verili dili ve verili dünyayı değiştirme isteğiyle yazarak yeniden kurması gibi, okur da okuduğunu, örneğin bir şiiri, kendi düş gücüyle, duygusal, düşünsel yapısına, dilin olanak ve inceliklerini anlayabilme yetisine, şiir bilgisi ve birikimine bağlı olarak yorumlar, bir bakıma yeniden yazar.

Nasıl ki bir dizeyi, şiirin bütünsel yapısı içinde, bütünsel anlamla bağıntılı olarak alımlıyorsak herhangi bir şiiri de şairin diğer şiirleriyle, dünya görüşü ve sanat anlayışıyla, yaşantısıyla, art alana ilişkin göndergeleriyle, söyledikleri yanında söylemedikleriyle de ilişkiler kurarak anlamlandırırız. Bir şiirden, kitaptaki başka şiirlere, metin içi anlamlardan metin dışı anlamlara, tarihsel-toplumsal-kültürel bağlama uzanan sınırları genişletmeyle yaratıcılığını ortaya koyar okur da. Böylelikle başkalaşır, böylelikle değişir ve dönüşür.

​Çoklu çağrışımlara, anlamlandırmalara açıklığı, dolaylı, yan anlamlar yüklü, eksiltili, mecazlı dil ve anlatımıyla, imgeselliğiyle modern şiirin kavranması çaba ister. Gündelik konuşma dilinin yerleşik anlamlarını, alışılmadık bağdaştırmalarla, söz oyunlarıyla, dize kırmalarla bozup değiştirerek, çağrıştırıp duyumsatarak, sezinleterek anlatmaya çalışır şiir. Çoğu zaman açıkça söylenmeyen, söylenemeyenlerin söylenenlere dayanılarak çıkarılması gereken, kesin olarak bitirilmemiş, anlamsal sapmalara açık olan şiirler, okurlarda kuşkusuz farklı etkiler yaratır ve aynı zamanda birer yorumcu olan nitelikli okurlarca gerçekleştirilen her farklı okuma, şiirlerin anlam alanlarını genişletir. Tüketim toplumunun satışa yönelik, diliyle, içeriğiyle sığ ve yozlaşmış, kitleye seslenen, kolayca tüketilen sanatına karşın başta günümüz şiiri olmak üzere gerçek sanat eserleri, nitelikli, etkin okurlarla, onların yaratıcı katkılarıyla daha da zenginleşir. 

Bile İsteye’de cinnetle gündelik, karanlıkla aydınlık arasında sürekli süregiden bir mücadele var. Gecenin ve gündüzün imgeleri hep birbirine dolanıyor. Daha ilk mısrada “Gölgenin verdiği bir cinnet vardı” (syf. 9) diyerek bu büyük ayrımla kitabınıza giriş yapıyorsunuz. Kitabınız bu eksende gayet bütüncül bir yapıyı da oluşturuyor. Ben de bu açıdan kitabınızdaki bu iki uç arasındaki mücadelenin nasıl başladığını ve kökenini sizde nasıl oluşturduğunu sormak istiyorum.

Karanlıkla aydınlık, kötülükle iyilik, çirkinle güzel, siyahla beyaz, bedenle ruh, yanlışla doğru, yasak ve günahla sevap benzeri karşıtlıklar, mitolojilerden dinlere, felsefe ve sanata, eskiden günümüze ele alınanlar arasında. Bu karşıtlıklara kadın ile erkeği, duygu ile aklı, doğa ile kültürü de eklemeliyiz. Düşünce dünyamızı ele geçiren bu ikili karşıtlıkların ters yüz edilme çabası bendeki. Derrida’ya yani yapı-söküme doğrudan gönderme de var kitapta bildiğiniz gibi. Bu ikiliklerde logos’tan başlayarak üstün sayılana kafa tutmak – o yüzden aydınlığı değil de karanlığı öncelemek, o yüzden “günahım güzel” demek, o yüzden doğayı söylemek...

Doğada da, insan zihninde ve ilişkilerinde de, toplumda da benzer karşıtlıklar, çelişkiler ve bunlar arasında bir savaşım var. İkilemler arasında kalma, bocalama, gelgitler, kararsızlıklar, düşüp kalkmalar… Yaşadıkça, okudukça, doğadaki ve özellikle hayvanlar arasındaki savaşımı, dünyadaki eşitsizlik, adaletsizlik ve baskıları, ayrıcalıkları gördükçe, diyalektik açıdan zıtlar arası erk aranışını anladıkça, bunlardan giderek artan, katlanan ve kanatlanan bir huzursuzluk duydukça şiirlerimi bu “mücadele” üzerine kurdum.

​Delilik ve cinnetle sanat, sanatçılar arasındaki ilişki, felsefeden psikanalize, Freud’dan Foucault’ya merak edilen, ele alınıp incelenen bir konu. Alkolik ya da uyuşturucu kullanan sanatçılar yanında günler, geceler boyu, yıllarca emek verdiği yapıtlarını yakanlar, kulağını kesenler, delirenler, intihar edenler… Deneyimlediklerini çok daha yoğun yaşayan, zikzaklı, arzulu, coşkulu insanlar... 

Bunun yanında aldığı maaşla, başta kira, temel gereksinimlerini karşılamakta zorlanan, aydınlık bir yarın güvencesi ve umudu olmayan, trafikten gürültüye, kentin hızlı yaşam temposuna, soğuk insan ilişkilerine, yozlaşan değerlerine uyum sağlayamayan, yalnızlaşan modern bireyin de ruhsal sorunlar yaşaması kaçınılmaz. Yaşananla, düşlemleri ve değerleri çatışan, sevgi ve aşkta bile aradığını bulamayan birey, psikolojik yalnızlığa sürüklenir – kendine kapanır, kapaklanır. Bir bitimsiz gerilimi, kaygıyı, huzursuzluğu, çatışmayı yaşar. Gölgelerinden bile korkan kuşkulu bireyler arasında cinnet geçirenler olur. Sanallığın da etkisiyle ideolojilerin, egemen etik ve estetik anlayışların yörüngesine girip bunların güdümünde kalarak yığınlaşmaktan, sürüleşmekten kurtulamayanlar gittikçe artıyor bugün.

​Materyalizm, doğa, toplumsal gelişim, değişim ve yeni oluşumlarla ilgili açıklamalar da çelişkilerden yola çıkar. Bedenimizde canlı ve ölü hücreler yan yanadır. Döllenmeden başlayarak canlılıkla ölüm birlikte büyürler. Mutluluk ve mutsuzluk, sevinç ve acı da öyle. İlkel toplumlardan başlayarak doğadaki gece-gündüz, karanlık-aydınlık gibi nedeni bilinmeyen olaylar tanrılara dayandırılarak açıklanmaya çalışılmış. İyiliğin, güzelliğin, bereketin aydınlık tanrıları yeryüzündeyken kötülük tanrıları yeraltına, karanlıklara gönderilmiş. Yeni doğan bebekte, sıcaklığından nemine, beslenme biçiminden boşaltıma, doğrudan solunuma, ana rahminden oldukça farklı olan yeni ortama uyum çabaları başlar. İlkel insanın doğal koşullara uyum savaşında olduğu gibi. Özellikle yerleşik yaşama geçiş ve sınıfların ortaya çıkmasından sonra toplumun ekonomik alt yapısı, üst yapı kurumlarının, değerlerin oluşumunda belirleyici rol oynamıştır. Modern kentsel yaşamın hızı, güvensizlikten gürültüye sorunları nedeniyle parçalanmış kişilikli, gerilimli, kaygılı, bencil bireyleri hem kendileriyle hem de toplumsal çevreleriyle, benlik algılarından değer ve ilişkilerine çatışma ve kararsızlıklar yaşarlar. İlişkilerin yüzeyselleşmesi, değerlerdeki yozlaşma, kaygı ve güvensizlik, yabancılaşmış, sağlıklı iletişim kuramayan bireylerde, sıkıntı ve bunalıma yol açar. Ben de özellikle büyük kente geldikten sonra deneyimledim çoğunu. Çoğumuz gibi, benim de canım çok yandı, dizlerim çok kanadı. Yazmak, bu anlamda bir ayakta kalma inadı bende. Üstesinden gelme umudu. Yenilenme ve yenileme düşü. İmgesel bir başka dünya kurarak.   

Şiirlerinizde “ev”e bakış açısı oldukça dikkat çekici. Çünkü biz genelde evi hep uğranılan, tilkinin dönüp dolaşıp döndüğü yer olarak ele almaya alışkınız. Ama sizde “ev”, zehirli, ürkütücü, gidilmek istenmeyen bir yer manası kazanıyor. “Sevgilim - beni eve götürme geceleri” (syf. 9), “Evde zehir var” (syf. 33) diyorsunuz. Kitaptaki birkaç yan tem olarak çocuk, baba, ikili ilişkiler gibi konularla da birleştiğinde aslında bu daha anlamlı/kapsamlı bir yapıya bürünüyor. Sizde evin karşılığı nedir? Ev neden zehirlidir?

Ev, okul, büro, fabrika gibi katı kuralları olan, insana ödev ve sorumluluklar yükleyerek özgürlüğünü kısıtlayan kurumları, kapalı mekanları çocukluğumdan bu yana sevmem. Sokakta, oyunun en coşkulu yerinde, en heyecanlı zamanlarında annem hep eve çağırırdı. Anneler hep eve çağırır, değil mi? Ben hep eve çağrılan biri ya da hep eve çağıran bir anne olmak istemiyorum. Ev, erkek egemen kültürün dayatmalarını, aile içi fiziksel, psikolojik, cinsel şiddeti, bir kıstırılmışlığı, baskıyı, kimlik inşasına izin vermeyen bir kapanı imliyor bende.

​Geleneksel aile, düzene uyum sağlayacak, toplumsallaşmış, ataerkil gelenek, ahlak anlayışı ve kültürüyle toplumdaki sınıf farklılıklarını, cinsiyetçi ayrımcılığı, eşitsizliği, baskıları benimsemiş, düzene boyun eğen bireyler yetiştirerek verili olanların sürdürülmesini amaçlayan kurumlardan biri. “Evi ev eden kadındır,” denilerek sürdürülen sömürü ve ikiyüzlülük; “Kol kırılır yen içinde kalır”, “Herkesin delisi evinde, derdi karnında” denilerek aile içi anlaşmazlıkların, kavgaların, erkek şiddetinin ev içinde kalmasını, bunların dışarıya duyurulmamasını, kadının hepsini sineye çekmesini öğütler. Değilse tehdit eder, yıkar, yaralar, dışlar, öldürür. Eril şiddet evlerde başlar. Evler, sınırları belirli birer mekân olarak kadınların yaşam biçimlerini de sınırlar. Çoğu kadının, bağımsız bir kişilik ve kimlik kazanamayarak kendini gerçekleştirememesinde, ev ve ailenin, erkeğin cinsel ayrımcı uygulamalarına karşı başkaldırı tutumunun dışa vurumu benim bu konuda yazdıklarım. Kutsal aileyi, yüceltilmiş anneliği, itaatkâr eş olmayı öne çıkararak evi anlamlandırıp tanımlayan eril dile karşı, Woolf’un okumak ve özgürce yazmak için kaçtığı, sığındığı Kendine Ait Oda’larının olmasının, “ben” diyebilmelerinin onlar için anlamının farklılık ve önemini, durumlarını ve istemlerini kendi dil ve söylemleriyle anlatmaları gerekliliğini, ev içlerindeki gizli yaşamı dışa açarak, evin kirli çamaşırlarını da deşerek vurgulamak derdim. “Evlerin içi oda oda üzüntü, (…) Evlerde nice nice cinayetler işlendi, / Ruhu bile duymadı insanların. / Dört duvar arasında aile sırları, / Dört duvar arasında dünyanın kahırları: / Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın / Gözyaşlarıyla beslendi.” dediği Necatigil’in!   

“Bile İsteye” şiirinin üçüncü kısmında “anlam”ı “düğmenin çözülüşü” ile örtüştürüyorsunuz. Düğme nasıl ağır ağır çözülüp içindekini gözler önüne seriyorsa anlam da benzer şekilde dokunuldukça, çözüldükçe, açıldıkça açıyor kendisini. Bu teşbihinizi oldukça önemli buluyorum. Bu ifadeden yola çıkarak “sizde anlam”ın veya “şiirde anlam”ın sizdeki karşılığı nedir?

Şiir dili, dış dünyayı, nesnel gerçekliği birebir yansıtmaz; düzyazının çizgisel işleyişiyle ve iletişim amaçlı olarak anlatmaz. Alışılmadık bağdaştırmalar, uzak çağrışımlar ve yan anlamlarla yüklü, imgesel bir dille yazılan modern şiirde, gündelik konuşma dilinin yerleşik kullanımındaki anlamlarından uzaklaşılır. Dolaylı, yoğunlaştırılmış/eksiltili anlatımı, imgeselliği, biçimsel ve anlamsal sapmaları, dil oyunları ve söz sanatlarıyla, metin dışı göndergeleriyle, yalnızca iletmeyi/iletişimi amaçlamayışıyla farklı alımlama, yorum ve anlamlandırmalara açıktır. Bu nedenle okurdan aktif katılım, çaba ve üreticilik bekler. Günümüz şiiri, yaşamı doğrudan aktarmayı, gerçekliği olduğu gibi yansıtmayı amaçlamadığı, var olanı, zaten karmaşık olanı buğulu, örtük bir biçimde vererek duyumsatmayı, sezinletmeyi istediğinden alımlama ve anlamlandırmayı zorlaştırır, kolayca tüketilemez. Kimi dizelerin anlamı olsun, şiirsel yapının oluşturduğu bütünsel imge ya da derin anlam olsun, kolayca kendini ele vermediği için şiirin birkaç kez, sindire sindire okunması gerekir. Modern şiir, karmaşık yapısıyla, bilinçaltından dışa vurumlarıyla, kentin ve parçalanmış insanın şiiridir. Gündelik yaşam ve toplumdaki karşıtlık ve çelişkileri, sözdizimini, duyu organlarının işlevlerini bozarak, çizgisel anlatımdan vazgeçip şimdiyi geçmiş ve gelecekle karıştırarak, boşluklar bırakarak, dizeleri kırarak, gerçek dünyadaki karmaşayı yeniden kurgulayarak şiirlerine taşıyıp duyumsatmak isteyen şairlerin, dil ve anlatımlarını da karmaşıklaştırmaları alımlama ve yorumlamayı güçleştirir.

​Dünyayı, insanı, yaşamı, varoluşu anlama ve anlamlandırma çabası olarak şiirle ilgili dilbilimden, göstergebilim ve anlambilime, çözümleme ve yorumlayıcı eleştiriler; şiirin farklı açılardan, daha iyi anlamlandırılmasını ve anlaşılmasını amaçlar. Şiir dili, sözcüklerin verili sözlük anlamı dışında, uzak çağrışımlar kuracak biçimde kullanılabilmesi ve anlamsal kaymalara açıklığı nedeniyle şairin şiirine yüklediği anlamla yani şairin niyetiyle, okurun bulguladıkları aynı olmayabilir. Sözü doğrudan, düz anlamıyla söylemeyen şiir dilinde anlam, farklı niteliklere sahip okurlara göre renk değiştirerek bukalemunlaşabilir. Ölümü yazdığımı sandığım bir şiirimi heyecanla gösterip “Çocukluğumu yazmışsınız!” demişti bir okurum – donup kalmıştım. Bu bağlamda Valery, “Şiirlerime ne anlam verilirse anlamları odur.” der.   

“Ter” şiirlerinizde oldukça sık geçiyor. Hep bir ıslaklık, terleme söz konusu. Kimi zaman kan ter içinde uyanılır kimi zaman göle durulup ter ter bekleniyor mısralarınızda. Bu ıslaklık bizi bir yandan rahatsız eder çünkü kiri, görülen kötü rüyaları çağrıştırır, kimi zamansa suyun hayali bile bizi rahatlatır. Hep bir arada kalmışlığa neden olur. Öte taraftan bu anlamda “ter”in kullanılışı pek de rastlanan bir durum değil. “Ter”in tüm bu şiirlere yayılış macerasından bahsedebilir misiniz?

Ter, benim imgelemimde yaşamın, doğum ve yaratının korku ve sıkıntılarını, kölelikten örgütsüz işçiliğe, başkalarının işinde çalışmanın alın teri ve zorluklarını, cinselliği ve arzuyu  imleyen bir sözcük. Hani “Çalışmak yorar,” demiş ya Pavese, işte bu bedensel ve ruhsal yorgunluğun somutlaşmış, görsellik kazanmış hâli. Sevişmelerin coşkulu ve haz veren terlemelerinden korkulu düş ve kabusların bunaltıcı terlemelerine… Uzun süre koşan/koşturulan bir atın terinden hızlı akan bir suyun köpüklü terine… Bedenin ısıyı düşürmeden, hormonlara, tuzdan kimi toksik maddelere, fazlalıkları atarak dengeyi sağlama çabası, bir tepkisi. Terleme, doğum sancılarını, yataklardaki “Güzel Suç”un harını, çalışmanın yorgunluğunu, sıcak havaları, ölüm öncesinin ecel terlerini çağrıştırsa da bedensel devinimin, sıkıntı ve hazlarıyla yaşıyor oluşun göstergelerinden. Kirlenme ve kötü kokma duygusunun etkisiyle bir tedirginliğe, rahatsızlığa yol açsa da terleme, gerilimi azaltıp bir rahatlama ve ferahlık sağlar. Islaklık ayrıca dilsel kayganlığı da anıştırır. Dolaylı ve mecazlı anlatımıyla, sözcük oyunları, uzak çağrışım ve göndermelerle bezenmiş, yan anlamlarla yüklü şiirsel dilin çoklu anlamlandırmalara açık kayganlığını da duyumsatır bana. Şairini de okurunu da terletir yani sıkı şiirler! 

Şiirlerinizde anlatıcı genel olarak metnin de sahibi. Biz doğrudan anlatıcının bizi şiire çektiğini ve başımızda bekleyip şiiri okuduğunu işitiyoruz. Birçok farklı yol içerisinde Bile İsteye’de hakim olan tarz bu. Bunun özel bir anlamı var mı sizin için yoksa genel olarak şiirde benimsediğiniz tutum bu mudur anlatıcı için?

Şiirlerimde neyi nasıl söyleyip anlatacağımı, biçimi de içeriği de önemserim. Bu bağlamda, “ben” diliyle ya da başka anlatıcılar aracılığıyla da olsa anlatan özne, kimi zaman şiirleri yazan “ben” olmayabilir. O, “sen”sindir, “siz”sinizdir, “o”dur, “onlar”dır, “biz”izdir. Çünkü şair, Rimbaud’nun da vurguladığı gibi, hem kendi hem de başkalarıdır; onlar adına söz söyleyendir. Kimi zaman okur karşımdaymış da ona sesleniyormuş, ona o an şiir okuyormuş gibi yazdığım da olur - kendi kendime söyleniyormuş, kendimle konuşuyormuş gibi iç monologlar biçiminde yazdığım da. Birinci ya da üçüncü tekil kişili anlatım daha çok yine de.

​Bu kitaptaki şiirlerde baskın olan bir kadın özne – bile isteye eden ve eyleyen. “Ben” diyen. Eylemli bir kadın. Cüret eden bir kadın. Kendi terinden korkmayan bir kadın. Erki, iktidarı iplemeyen – ona dayatılanı reddeden bir kadın. Gövdesini bilen ve seven, arzularına sahip çıkan, talep eden, hesaplaşan, itiraz eden, hatırlayan, yüzleşen, söyleşen, çağıran bir kadın. Ayıplara, yasaklara, sınırlara kafa tutan. Evlere sığmayan. Öznelliğini ortaya koyan. Bir yangının önünde durmuşluğu olan. Gözü kara. Kavgası ılık. Verili cinsiyet rollerine, nesneleştirilmeye, evcilleştirilmeye, edilgenleştirilmeye, dilsizleştirilmeye sesiyle, sözcükleriyle, anlatıcı rolüyle başkaldıran bir kadın. Erkek anlatılarının ve erkek anlatıcıların metinlerine hapsedilmeye itiraz eden bir kadın. Kendi dilinin bilincinde bir özne olarak kadınlık hâllerini de çekincesiz dillendirebilen bir kadın! 

“Kadınlık” ve “kadın olmak” kitabınızdaki başlıca meselelerden biri. Özellikle de doğum ve anne olma gibi konularla ilişkilendirilince. Tüm bu zorluklara meydan okuyan güçlü bir kadından söz edebiliriz. Peki bu denli güçlü bir kadın nasıl ve hangi kökten güç alarak şiirinize girdi? Nedir bu güçlü kadının beslenme kaynağı?

Bahsettim çokça aslında. “Kadınlık” ve “kadın olmak”, toplumumuzda ve yaşantımızda başlıca sorunlardan biri. “Erkeklik” ve “erkek olmak” hayli sorunlu olduğu için böyle bu. Erk’ek olmanın hasarı ve krizi atlatılabilse başkalaşacağız toptan. Aileden okula, işyerine, mahalle baskısına, taciz, tecavüzlerden cinayete varan şiddete, birçok sorunla karşı karşıya olan kadınların, bu durumlarını onaylayan gelenek ve değerlerden, sanat ve yasalara, duyarlık, duygu, düşünce olarak şiirlerimle de karşı çıkmam çok doğal. Bu yaralı erkeklik, kendini şiddet dilinden başka bir dille kuramıyor. O nedenle de bir başka dili kurmaya çalışıyorum, çalışıyoruz yazarak – bir karşıt dili. Irigaray’ın dediği. Bir dişil dili.

​1960’lı yıllarda, Avrupa ve ABD’de gelişen feminist düşüncelerin, öncelikle sanatçılar üzerinde etkileri oldu. Sanatçı, edebiyatçı kadınların, kadını özneleştirip kendi duyarlık ve diliyle anlatmaları, toplumdaki erkek egemen kültürün cinsiyet ayrımcı eşitsizlik konusundaki tutumuna karşı eleştirel bir yaklaşımla tavır almaları, kadının ezilmesi, sömürülmesiyle ilgili farkındalık yaratarak, özerk bireyler olarak yaşamlarını düzenleme istemlerini pekiştirdi.

Spivak’ın deyimiyle, “cinsiyet hastalığı” ya da “körlüğü”ne karşı ben de kendimi ve diğerlerini, ötekileştirilenleri anlama çabası, kadınların durumları hakkında bilinçlenmeleri, nesnelikten kurtularak özneleşmeleri yönünde genişletmeyi amaçlıyorum. Kadının varlığını, sesini duyurmak, özgürce kendini gerçekleştirip kişilik, kimlik kazanarak özne olma, toplumda görünürlük kazanma durumunu engelleyen, indirgeyici, sınırlandırıcı, baskıcı, aşağılayıcı ataerkil kültür ve eril dile öfkemden güç alarak yazıyorum. “Kadınlık” ve “kadın olma”nın “farklılık”larını öne çıkaran feminist yaklaşımı savunan Kristeva’nın “dil” ve söylemi esas alan yaklaşımını benimseyerek bir kadın olarak öznelliğimi, özgün sesimi, kendi dilimle, duygu ve düşüncelerimi, “ben”den “biz”e doğru genişleterek eril dille anlatılan, nesne durumundaki, aile içinde ve toplumda kendisine pek söz düşmeyen kadını, kendi duyarlığıyla ve diliyle özneleştirmeye, insan hakları doğrultusunda konumlarını değiştirecek talepler için yüreklendirmeye çalışıyorum. Ataerkil iktidarların kutsal, yüce, normal, olağan saydıklarını sorgulamak, kadının hem bedeninin hem emeğinin sömürülmesine itiraz etmek, “mahremiyet”in zincirlerine, “namus” evinin, ataerkil gelenek ve ahlakın duvarlarına karşı kadın bedenini erkeklerin denetiminden ve söyleminden kurtarmak için feminist kuramlar, sanat, edebiyat ve şiirden güç ve esin alarak yazıyorum. Yaşasın Las Tesis! Yaşasın Şili’den yayılan devrimci dansı kadınların! Yeryüzünü değiştirecek güç işte bu dişil enerji! Şu an önüme düşen haber: “Sudan’da dans eden ve pantolon giyen kadınları tutuklama/kırbaçlama yetkisi veren yasalar, Beşir’i deviren ayaklanmanın ön saflarında yer almış kadınların verdiği mücadele ile yürürlükten kaldırıldı.” Kadınlar özgür olana kadar mücadeleye devam! Dünyayı yerinden oynatmaya!

Özellikle “Döngü” şiirinizin ekseninde ölüm sürekli çoğalan ve kendini çoğaltan bir unsur. Ölüm tıpkı bir anne gibi, doğurgan bir anne gibi kendinden yeni ölümler çıkarır, doğurur durur. Peki bunca ölüm ne doğurur? Ölümü bir “son” olarak mı yoksa başka “doğum”ların başlangıcı olarak mı kendinize daha yakın buluyorsunuz?

Ölüm, gerçekliğini kavradığımız ancak kabullenmekte zorlandığımız bir olgu. Öncelikle yüzün, bedenin devingenliğini, devinimini, mimik ve jestlerini, yani dilini ve anlamını kaybederek taşlaşması ölüm. Bundandır Neruda, ölümü bir “unutuluş taşı” olarak niteler. Doğrudan, hiçbir deneyim olmadan, düşünülen ve düşlenenin ya da başkalarında gözlenenin söze dökülmesi. Yani Homeros’tan bu yana edebiyat ve şiirde, çoğu zaman duygusal, dramatik/trajik bir biçimde ele alınıp işlenen gerçek ölüm değil; kurgulanan, metinselleştirilen ölüm. Mitoloji ve dinlerin, düşlem gücü ve inançlarla kanatlandırdığı ya da yeraltlarına sürdüğü, filozofların temellendirmeye çalıştıkları ölüm. Mutluluk gibi, resmi çizilemeyenlerden.

​Ölüm, kutsal kitapların söylediği gibi Tanrının bir cezası mı insanlara yoksa bu dünyanın geçicilik ve değersizliğini gösteren bir olgu mu? İsa’nın dirilişine inanç, İslam’da kara toprağa gömülen bedenden ayrılan ruhun göklere yükseleceği biçime girer. Ne yazık ki Epikuros’un “ölüm biz varken, yaşarken yoktur,” düşüncesiyle, Platon’un “ruhun ölümsüzlüğü” anlayışı ya da Lucretius’un ruhunda ölümlü olduğu ve bu nedenle ölümden korkmamak gerektiği sözleriyle avunup ölüm düşüncesi ve kaygısını zihnimizden atamıyoruz. İbni Sina, ölüm korkusunun, onun ne olduğunu bilmemekten ileri geldiğini söyler. David Hume, intihar yoluyla ölümü savunur. Tek tanrılı dinlerin ikili dünya inancına göre, ölümden sonra tekrar dirilecek olan insanların yeni bir dünyaya doğru bir dönüşümü, Mısır’daki mumyalama uygulamasında olduğu gibi kökeni çok eskilere kadar giden bir varoluş/yok oluş sorunu. 

Bana göre ölüm, Bruno’nun da değindiği gibi, evrenin akışı içinde bir değişim, bir dönüşüm. Herakleitos ve Nazım’a “Masallar Masalı” katılarak yaşam ve ırmak arasında bir bağlantı kuruyorum ben de. Var olduğum, yaşadığım süre boyunca hep ölüme doğru ilerlediğimin bilincindeyim – o geri dönüşsüz akışa! Gılgamış’ın çabasını boşa çıkaran, yaşamımızın değiştirilemez, bilinemez bir gerçekliği olarak hiçbir ilacın önleyemediği, hiçbir hekimin çare bulamadığı ölümü, ölüm düşüncesi ve kaygısını, yaşama daha sıkı sarılmaya yol açacak etken olarak görüyorum. Ölüme ilişkin yazdıklarım, Elias Canetti’nin dediği gibi, “insanın ölüme karşı savunulması” olsun istiyorum. Hangi ideoloji, hangi kurum, kavram adına olursa olsun -ister devrim, ister cihad, ister vatan- ölümü kahramanlık, şehitlik, cesaret gibi erdem sayılan kavramlarla kutsallaştırılıp yüceltilerek adına övgüler düzülecek bir olgu olarak görmek yerine yaşamı, barışı, bireyin temel hakkı olarak varoluşunu önceliyorum. Beni kuşkusuz derinden etkileyense doğal olmayan, çoğunluğun “kader”, “yazgı” saydığı ölümler. Levinas’a katılarak “ötekilerin ölümü” karşısında da sorumluluk ve kaygı duyuyorum. Bu konuda yazdıklarım, zamansız ölümlere karşı, kendimi ve diğerlerini sözcüklerle, imgelerle koruma ve savunma çabası. Yazmak/yaratmak eylemi de ölüme/yok oluşa karşı bir tavır alış. Yaratılanlarla varoluşunu sürdürme, sanat aracılığıyla ölümsüzlük isteğinin dışa vurumu. Yeryüzünden toprak altına (kimilerince gökyüzüne) bir yolculuk. Bedensel göç. Bir başka oluşa geçiş. Ölüm, bende yaşamak gibi, bir ağacın kuruması, bir hayvanın deviniminin durması gibi doğal.

Ölüm, savaşların, sömürü ve yoksulluğun, kışkırtılan, körüklenen etnik, dinsel/mezhepsel ve fanatik ulusalcı ayrımcılıkların, terörün, bilgisizliğin, çağ dışı töre ve geleneklerin çoğalttığı bir unsur da. Ölüm, emperyalistlerin silah, petrol, uyuşturucu, ilaç ve din tüccarlarının kazançları, kanlı paraları. İnsanların yerinden yurdundan edilmesi ölüm. Zorunlu göçler, açlık ve sefalet, ölen / öldürülen, sakatlanan, öksüz kalan, tecavüze uğrayan çocuklar, kadınlar, siviller. Alkol ve uyuşturucu ve fuhuş batağına sürüklenmiş, nikotinle ağır ağır zehirlenerek, taksit taksit yokluğa ilerleyen gençler ölüm. Tarla açmak, maden çıkarmak, apartmanlar, villalar yapmak için orman yangını cinayetleriyle, içindeki hayvanlarla birlikte, binlerce ağacın katledilmesi ölüm. Tarım ilaçlarıyla zehirlenen toprak. Fabrika atıkları, arıtılmadan sahile akıtılan lağım sularıyla kirletilen, çöplerle boğulan akarsular ve denizler. Böylesi sularda yetişen ürünleri yiyen balıkların, ilaçlı ağaç ve bitki çiçeklerinden bal toplayan arıların yok oluşu ölüm. Mavisini unutan suların, astım hastası göklerin, bitkisiyle, neslini tükettiğimiz hayvanlarıyla kirlettiğimiz, yok ettiğimiz doğa. Yediğimiz içtiğimiz ölüm. Bir kanser hücresi olarak her yerde çoğalan ölüm. Gündemimizden hiç düşmeyen.

​Yine de ölümü bilmeden gülüyor yenidoğan!

Peki son olarak, Gonca Özmen’in şiir dünyası nelere gebe, bizi gelecek yıllarda ne bekleyecek?

Gündelik yaşamın hayhuyu, geçimimi karşılamak için çalışma zorunluluğumun elverdiği ölçüde yazma uğraşını sürdüreceğim. Kitap bütünlüğünde tematik şiirler yazmak istiyorum. Biri ilerliyor bu ara. Çocuk kitapları yazma ve çevirme yönünde bir düşüncem de var. Yabancı dilde okuduğum sıkı şiirleri, yabancı dil bilmeyen okurlarla da paylaşmak için, Türkçeye çevirme arzumu da ne yazık ki istediğim denli karşılayamıyorum zamansızlıkla ilgili. Çağdaş İrlanda şiiriyle ilgili bir antoloji hazırlamıştım yıllar önce. Şimdilerde İrlandalı bir çevirmen arkadaşımla birlikte, kendi çevirilerimizi de ekleyip geniş kapsamlı olarak bunu yeniden yayımlamak istiyoruz. İrlandacada “sevgilim” yerine söylenen sözcük “mo chuisle mo chroi”, “kalbimin nabzı” demek! İnsan nasıl büyülenmez böylesi sözcükleri olan bir dilden! Bakalım zaman, diğer işler, sağlığım neyi getirecek, neyi götürecek… İstekler doyumsuz ama… Ne yazık ki her gebelik, sağlıklı bebekler getirmiyor dünyaya her zaman!    

Başlık ve slider’da kullanılan görseller: Aleksandra Morawiak

0
13608
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage