Şair Asuman Susam ile yaşamı ve şiir yolculuğu iç içe geçmiş olan Gülten Akın’a dair kaleme aldığı biyografi kitabı Gülten üzerine konuştuk.
Kitabı bitirdiğim akşam belgeselini izlemeye gittim. Evet, içimde dev gibi bir Gülten Akın var, hep oldu. “Kestim Kara Saçlarımı” diyerek, birçok kadın gibi hep yaşamın içindeki yenilikleri karşılamaya hazırlıklı olmuştum ya da buna niyet etmiştim diyelim. Okuduğum kitap ve izlediğim belgesel karşımda bambaşka bir Gülten Akın’la karşılaşmama sebep oldu. Aslında tanımıyormuşum kendisini! Doğru bildiklerinin ardından inatla giden omurgalı bir kadın ve şair, oğlunun haksız yere hapiste olmasına yanıp yakılan bir anne, neredeyse hiçbir şeyini belli etmeyip şiirle iyileşip, iyileştiren koca bir yürek.
Şair Asuman Susam, tüm bu hazırlıkları yönetmen Sefa Sarı ile göğüsleyen isim. Kendisiyle Gülten kitabı ve belgeseli hakkında konuştuk.
Öncelikle böylesine meşakkatli bir işin üstesinden başarıyla gelebildiğiniz için takdirlerimi ve teşekkürlerimi kabul edin. Gülten Akın’ın hayatının konu edildiği Gülten kitabı ve belgeseli için mesai süresini dâhil etmeden şunu sormak istiyorum. Fazlaca duygusal bir yükün altına girdiğinizin en başta farkında mıydınız yoksa içine girince mi kendini belli eden bir hâl oldu? Bunu hem kitabın taşıdığı duyguyu hem belgesel süresi boyunca hiç bitmeyen hüznü tarif edemeyen bir okur/izleyici olarak soruyorum.
Çok teşekkür ederim ben de ilginiz, dikkatiniz için. Öncelikle şunu belirtmekte yarar görüyorum. Kitap ve belgeselin metni birbirinin içinden çıkan, birbirinden üreyen metinler değil. İkisinin konusu ortaksa da başka süreçlerin duyuşuyla ayrı ayrı kuruldular. Belgesel, görsel arşiv malzemesiyle birlikte Akın’ın yaşamına odaklanırken Türkiye’nin toplumsal tarihine ilişkin bir arka plan bilgisiyle gelişti. Kitabın süreci daha uzun, derin ve işaret ettiğiniz anlamda duygusal bağlanımı da daha yoğundu. Elinizde yazmaya başlamadan önce var olan somut arşiv malzemesi çok fazla bir şey söylemiyor kastettiğiniz yüke karşı. Belgeler, fotoğraflar, anılar konuşkanlaştıkça başlıyor zorluk. Çalışırken ilk basamak arşivin tasnifi oldu. Bu, işin içine duygunun çok girmediği bir süreç. Sonra tasnif edilen dosyaların ayıklanması, notlanması süreci. Burada da işin teknik yanı konunuzla mesafeyi kurduran şey oluyor. Size geçen o duygu yazma sürecinde yakaladı beni. Yazdığım bir şair biyografisi olmasaydı da bu denli sarsılır mıydım yazma sürecinde açıkçası bilmiyorum. Metnin odağının bir şair kadın oluşu, bu şairin Gülten Akın oluşu… Bence yazan benim için de alımlayan okurlar ve sizler için de duygunun bu denli yüklü hissedilmesinin nedeni buydu. Şiir okuru olan herkesin içinde bir Gülten Akın vardır. İşin en zor yanı da buydu. Her bir okurun içindeki Gülten Akın ile Asuman Susam’ın hem kendi içindeki şairi hem arşivdeki, tarihteki, bellekteki Akın’ı bir bellek mekânında, biyografide buluşturmak. Akın’ın gerçekliğine sadakat ve ihtimam ile kendi hakikatliliğimin birbirine zorlamasız, kendiliğinden bir dil ve kurgu akışıyla eklemlenmesi… Sanıyorum hissettiklerinizi kitapta ve filmde bu çaba sağladı.
Hiçbir yaratma, kurma hâli bir diğerine benzemez, diye düşünüyorum. O nedenle yolda yakalanacaklarınıza çoğu zaman tam hazırlıklı olamazsınız. Teknik, mekanik bir şey yapmıyorsanız. Çoğu şey planladığınızdan bambaşka bir seyirde gidebilir. Bu süreci yönetememekle ilgili bir şey değil, tam tersi yazının alanından karşılaşmalara açık olma cesareti ile ilgili. Edebiyat o nedenle bir deneyim alanıdır diğer sanatlar gibi. Ben de açıklıktaki karşılaşmalara bırakmayı yeğledim kendimi yazarken. Sahicilik, sesteki okurla ve Akın ile akrabalıklar, yakınlıklar bence bu tutum sayesinde oluştu.
Biyografi çalışmanın hele ki Gülten Akın gibi bir şairi çalışmanın cesaret isteyen bir zorluğu olduğunu elbette hep bildim. O nedenle yazmaya karar vermem de uzun bir zamanımı aldı. Sarsılarak, duygusal çatışmalarla kendimi durdurduğum zamanlarım da epey oldu. Orada da yardımcım Akın’dı. Bana hep “mesafe”yi fısıldadı. Ben o mesafeyi doğru ve iyi kurduğumu düşünüyorum.
Yeri gelmişken, Gülten Akın’ın kişiliği, yakın- uzak çevresiyle, okurla ilişkisini tanımlarken de “mesafe” sözcüğüne yaptığınız vurgu için neler söylemek istersiniz? Bu yaşadığı coğrafyanın bir öğretisi mi yoksa canının yanmamasına karşı oluşturduğu bir koruma kalkanı mı?
Akın’ı en iyi tanımlayan sözcüklerden biri bu. Sanıyorum bunu can yoldaşı, hayat arkadaşı Yaşar Bey ile ilişkisinde bir tek kırmış. O da büsbütün değil, zaman zaman. Yakın baktıkça anladığım bu hâl, Akın’a annesinden geçmiş. Bir miras gibi. Dokunmaya, şefkatli yumuşaklığa açık bir sevmek, yakınlık değil aralarındaki; kuvvetli ama başka türlü bir sevgi bağı. Muhtemelen Akın’ın anneannesi ile annesi arasındaki ilişki de böyleydi. Akın bunu anlamış, ne kadar sindirmiş orasını bilemeyiz tabii. Babanın ruhsal anlamda, duygusal derinliği kavrama anlamında yetersizliği de içi ve dışarısı arasındaki uzaklığı çocukluk vakitlerinden belirginleştirmiş. Dokunarak sevdiğini dolaysız göstermek sanıyorum en çok torunlarına nasip olmuş ya da torunları bu konuda ona yardımcı olmuş.
Mesafe bazen bir savunma kalkanı, korugan bazen de bir had çizme zoru hâline gelebilir ilişkilerde. Bunu her türden uygulamış Akın. İlk gençlik yıllarında, karşı cins ile ilişkilerinde, hiyerarşinin huzursuz ettiği eşitsiz ilişki formlarında… Bu mesafelilik, zaman zaman müdanasızlığa, diklenmeye de dönüşerek kendini göstermiş.
Ve evet, her yaşında içi korumak için dışarı ile kolladığı ara, farklı dinamiklerle de olsa onda hep işlemiş. Bu biraz doğasından, içten gelen bir şeyken yolda da kendini korumak, saklamak, sakınmak için kullandığı bir şeye de dönüşmüş. Bu mesafeli oluş iletişime kapalılık, nobranlık, aksi suratlı bir soğukluktan çok ilişkinin sınırlarını belirleme, bilme ile ilgilidir onda.
Şiirinde de bu apaçıktır. İnilebilecek en derinlere, dokunulabilecek en sıcağa, paramparçalığa, yapayalnızlığa, sükutu hayale; duyguların çeşidine vardırır bu şiir sizi ama hep bir mesafeden. Aradaki bilinç serinliği kimse karanlığında kaybolmasın içindir, kimse orada upuzun kalmasın için. Açık kapıyı görmek de kapıyı nasıl aralayacağını bilmek de bir mesafeden daha iyi kavranır çünkü.
Akın’ın çağdaş olmalarına rağmen İkinci Yeni şairleri içinde olmayışını, kendine özgülüğü içinde salt Gülten Akın şiiri olmasını siz neye bağlıyorsunuz?
Gülten Akın söz konusu olduğunda bu sorunun çok soruluyor olması üzerine de bence dikkatlice düşünmek gerek. İkinci Yeni edebiyat tarihinde yekpare bir süreç değil. Kendi dinamikleri, İkinci Yeni şairi olarak anılan şairlerin Akın’ın çağdaşları olarak bulundukları yerden aldıkları mesafe, buradaki dönüşümleri hepsi çok önemli ara yollara bakmayı da gerektirir. Kanımca eşzamanlı süreçlerden geçen şairleri İkinci Yeni’yi her zaman bir kerteriz noktası yaparak anlamaktan, ölçmekten kurtulup başka kavrayışlar geliştirmemiz gerek.
Akın hem yazılarında hem söyleşilerinde buna -anımsayacaktır okurları- şöyle değinir “Bende İkinci Yeni’den de vardır; ama ekler de Divan ve Halk şiiri de vardır”, diye. Anlam’dan yörüngesini ayırmama kararlılığı olan bir şair olarak da bu şiir hareketine dair mesafeli duruşunun nedenlerini de belirtir. İlk üç kitabındaki imgeci tutum onu ne kadar yaklaştırır oraya sonraki yazdıkları ne kadar uzaklaştırır? Bunlar derin poetik tartışmaların konusu. Yapılmakta. Onun Kırmızı Karanfil sonrası toplumcu, sosyalist hassasiyetlerle yazdığı şiir de onu tam olarak 70’lerin toplumcu şairlerinden tipik biri yapmaz. Biraz önce konuştuğumuz “mesafe” kavramını belki burada poetik duruşu, seçtiği yolu için de düşünebiliriz. Hepsini bilmiş, duymuş bir mesafeden kendini kurmuş bir şiir Akın’ınki. Benzemezliği ile bir ada şiir. Bugün edebiyat tarihinin çatallanan bahçesinde bir yere eklemlenemeyen, bir yerin devamcısı gibi durmayan şiirleri bir indirgemecilikle ada şiir olarak tanımlama eğilimi var; bunu unutmadan ve buradaki negatifliği göz önünde tutarak söylediğim bir şey bu Gülten Akın’ın bir ada şiir olarak duruyor olması tüm kendine özgülüğü ile. Büyüklüğünün bir bölümü doğrudan burayla ilintili.
Duyduğu, anlamlandırdığı her şeyi şiiriyle dışa vurur aktarırken, onun aracılığıyla her türden eşitsiz ilişkilere, durumlara karşı çıkıyor Gülten Akın. Gösterdiği estetik çabayla, oluşturduğu şiirle kendisini sağaltırken -öyle olduğunu düşünüyorum- ülke insanının meselesini de izah edebilmiş diyebilir miyiz?
“Şiiri içimde bir çekirdek gibi taşıdım. Bugün bunu düşünüyorum çocukluktan bu yana. O kadar benim bir parçam oldu. Bir uzuv gibi sanki. Benle bir tutku diyemiyorum, tutku insanın dışındaki bir şeye olur. Benimle beraber yaşayıp gidiyor. Şiir beni adeta bir karşı ağırlık olarak rahatlattı. Bir yanda zaten ağır bir hayat, yalnız benim kişisel hayatım değil dünya zaten hepimizin üstüne bastırıyordu. Şiir benim varlık noktam olduğu gibi bu sıkıntıdan adeta kaçma noktam, uzaklaşma noktam oldu.
Benim şiir yazma isteğim vardı. Yeryüzünde artık bir biçimde var olmak istiyordum. Artık hiç kimseye dayanma olanağı yoktu. Kendi kendimleydim ve var olmam gerekiyordu kendi gücümle. Her insan bir şeye dayanır var olacağı zaman. Benim dayanacağım şiir oldu. Sonsuz minnet borçluyum insanlara. Beni anlayanlara, şiirimi anlayanlara. Bunu da doğrusu söylemek isterim.” [1]
Akın’ın kendini en açık, net, içeriden anlattığı söyleşilerden biri bu. Ben de Akın’ın sizin gibi şiirden güç alarak, şiirle kendini onararak, yeniden kurarak, sorularına onunla yanıtlar arayarak bir ömrü tamama erdirdiğini düşünüyorum. Bu şiirde biz hem bir kadının upuzun bir ömre sığdırdıklarını, kendini nasıl kurduğunu, yaptığını görüyoruz hem onun tanıklıklarıyla da bir ülkeyi. İzah edebilmiş midir? Bu soruya yanıtlar onun şiirine nasıl gidildiğiyle ilgili farklı yanıtları içerir. İzah niyeti var mıydı? Sanmıyorum. Ama anlama niyeti olduğu çok açık. Yakınlaşma, kavrama ve anlama; bir tanıklıktan doğan. İçeriden, yaşamdan, yaşantıdan. Çok okunmasının, her dönemde farklı yaşlardan yeni okurlarının çoğalmasını buradan da düşünmek gerek. Bu duyduğuna, gördüğüne, dokunup yakınlaştığına hakiki bir tutum göstermek ve hakikatli oluşla ilgili sanıyorum. Şiir dille taşınan bir duyuş, bir görgü meselesiyse biraz da Akın’ın başarısını, kalıcılığını, dayanıklılığını buradan anlamalı.
1933 doğumlu bir şair için ülke ve ülkü büyük sözcükler. İnancını 80 darbesine dek taze tutmaya çalışmış bir aydının mücadeleci tutumundan ayrı düşünemeyiz şiiriyle tanıklığını.
Toplumsal değişimin tüm renklerini Akın şiirinde görebiliyoruz. Son dönem şairlerin şiirlerinde böyle renkler görebiliyor muyuz? Gülten Akın etkisinde olan şairler günümüzde de var diyebiliyor muyuz?
Her dönemin kendine özgü bir sosyolojisi var. Şimdiyi örneğin Akın’ın 1970’lerdeki şair temsiliyeti üzerinden değerlendirirsek olmaz. Şair kavramının kendisi dahi aynı değil. Şiirin ne’liği de öyle. Ama sorunuzu şuradan anlamak gerekirse bugün yazılan şiir toplumsalı ne kadar içeriyor, şair burada eleştirel tutumunu poetik ve politik hatta etik dinamikleri gözeterek kurabiliyor mu? Şairin böyle bir niyeti var mı? Toptan bir iyilik hâlinden değil çözülmelerden, dağınıklıktan, zayıflıktan söz edebiliriz dönemsel özellikler itibariyle; ama tekil yaratımlara baktığımızda evet, görebildiğim iyilikler var.
“Etki” sözcüğünü çok sevmiyorum açıkçası. Şair kadınların değil yalnızca şair gençlerin de Gülten Akın’a dair heyecan verici bir hürmet ve ihtimamı var. Önceki nesillerden daha çok hatta. Bu Akın adına değil yalnızca şiir adına da değerli bir şey. Şiirinin devinim içinde yeni bakış, duyuş ve kavrayışlarla yeniden bir devri daim içinde okunması onun tazeliği ile yaşadığını gösteriyor. Bundan açık etki göstergesi olamaz sanırım.
Gülten Akın şiirine hayranlık, hürmet evet; ama etkisinde bir şiirden söz etmek... Bunun için akraba sayılan şiirlere metin bağlamında derince bakmak gerek. Akın’ın ses ve dille yaptığı şey taklit edilemezlik içeriyor. Biricikliğinin türevleri kötü şiirler olur. İzlek olarak da takipçisi bence yok. Ama şair personasıyla aydınlattığı çok şair var. Toplumsal algıda yerleşik bir şair stereotipini kanımca aşındıran, şair temsilini değiştiren bir şair oluşuyla ama etkilediği çok şair olmuştur.
Bu arada “etki”, “etkileme/etkilenme” anlamında takipçi/devamcısı şairler yaratmamış olmayı ben bir güçsüzlük ve olumsuzluk olarak almıyorum. Bunu da edebiyat tarihi bağlamında demiş olayım.
Son olarak, kitabın girişinde biyografi konusunda yaptığınız lezzetli tariften çıkışla, böyle kıymetli biyografiler kaleme almaya devam edecek misiniz diye sormak istiyorum.
Bir kez daha teşekkür ederim. Gülten’i yazmadan önce nasıl biyografi yazmak gibi bir planım, niyetim yoktuysa şimdi de gelecek için böyle bir arzum, düşüncem yok. Ağır bir sorumluluk bu. Bir büyük yükün altına bir daha girmek, isteyeceğim bir şey değil. Ama otokurmaca, biyografi, otobiyografiler, melez yaşam anlatıları… Bir okur olarak önemsediğim, gereksindiğim türler. Ve edebiyatımızda yok denecek kadar azlar. Benzer tatlarda metinlerin okuru olmayı çok isterim ama.
[1]Asuman Susam. (2024). Gülten. (Gülten Akın, Söz Uçar Programı, TRT Arşivi.). S. 223. Livera Yay. İzmir.