28 TEMMUZ, PERŞEMBE, 2016

“Şiir Vicdanla, Eleştiriyle, Soruyla Bakan, Baktıran Gözdür”

"Şiir ve tiyatro, karmakarışık hayatı bulanık zamanı yalınlaştırıp sade ve etkili bir biçimde sunmayı deneyerek bize karanlığı aştırıp bir başka yolun varlığını sunar. Bir de sanat eserinin tamamlanmamışlığı vardır ki her ikisi için de geçerlidir bu. Şiirin okurla, tiyatronun izleyiciyle tamamlanması da hakikat arayışının bir parçasıdır." Mehmet Akif Ertaş, Cenk Gündoğdu ile son kitabı Harap, şiir, edebiyat ve dünya üzerine konuştu...


“Şiir Vicdanla, Eleştiriyle, Soruyla Bakan, Baktıran Gözdür”

Cenk Gündoğdu, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan 2012 yılında çıkan ilk şiir kitabı Issız ile militarizme, sadece sessiz kalarak ya da kalabalık oluşturarak değil öncelikle onu her boyutuyla “gerçek” anlamda konumlandırarak karşı durulabileceğinin altını çizmişti. Gündoğdu’nun bu kitabı aynı zamanda; eli kalemi, duyarlılığı hiçe saymayarak daha sıkı tutan insanların “Sırça Köşk”ten değil, hayatın ortasından herkese seslendiğini söylediği için de alanında bir “ilk”e layıkıyla imza atmayı başarabilmişti.

Issız’dan bir sene önce okuruyla buluşturduğu, Radyonun İçindekiler isimli tiyatro oyununda, bugüne kadar üzerinde durulmamış mülteci sorununa odaklanırken, kurgusal bir eserle de olsa Issız’ın teorik arka planını oluşturan Gündoğdu, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan bugünlerde çıkan ikinci şiir kitabı Harap’ta militarizm ve antimilitarizm kavramlarını bu kez daha geniş bir alanda, koşturmadan, ağır ezgi fıstıki makam ilerleyerek sorguluyor.

Dizelerinin üzerinde gözlerini laf olsun diye gezdirmeyen okurlarına ilk kitabını niçin yazdığının ipuçlarını da veren, bu kitabından önce onun okunmasını salık veren Gündoğdu, Harap’ta militarizm ve antimilitarizm kavramlarını yine muktedir olma ve muhalif kalma fiillerinin eşliğinde konumlandırmaya çalışıyor.

Harap sorgulama alanını genişletse de sözgelimi Issız’daki popüler hatta popülist söyleme karşı olan duruşunu yine hissettirmekte gecikmiyor.

Gündoğdu, sorgulama alanını genişletirken alanların birbirine karışmasına ve ortaya bir bulamacın çıkmasına engel oluyor. Bulamacın çıkmasına engel olduğu gibi alanların arka planlarının arkeolojisine, Issız’da olduğu gibi yine titizlikle girişiyor.

Issız yerel ve gündelik dil kullanımına icazet vermekle birlikte duyarlılığını yerelle sınırlandırmayan bir kitap olarak kendisini göstermişti. Harap, bu yönde ilerleyerek duyarlılığın sınırlandırılamayacağının altını bir kez daha çiziyor.

Militarizm gibi ancak sert bir dille ele alınabilecek bir kavramın karşısına anti-militarizmi yerleştiren, yerleştirirken ve sertliğini muhafaza ederken erkek egemen bir yörüngeyi takip etmeyen Issız’ın dili, Harap, sertliğin tonu arttığı halde, erkek egemen söylemle yine alışverişe girişmiyor.

Bünyesinde daha çok atonal tınılar barındıran Issız’dan dört sene sonra gün yüzüne çıkan Harap, atonalin varlığını Bozlak’tan, artık ortak bir dile dönüşen ağıtlara ve şarkılara doğru yine ağır ezgi fıstıki makam ilerleyerek keşfediyor ve okurlarını bu keşfe davet ediyor.

Oryantalizmin özelde şiirde, genelde ise kültür, sanat ve edebiyatta baş tacı edildiği, gözlerini dünyaya Türkiye’nin doğusunda bulunan yerlerde açanların sadece sıradan olmakla itham edilen insanlar değil, şair, yazar olduklarında da oryantalizmle göbek bağlarını koparamadıkları bir dönemde yüzünü Doğu’ya döndüğünde oryantalizmle karşılaşarak iştahı kabarmayan, bu özelliğiyle de farklı bir yerde duran Gündoğdu’nun şiirinde buraya kadar sıralananların dışında nelerin olduğu ve sıralanan cümlelerde geçen kavramların içini Gündoğdu’nun nasıl doldurduğu ile benzeri sorulara aşağıdaki söyleşi karşılıklar aramaya çalışacak. 

©Ferhat Zubcevic

Kıymetli Cenk, öncelikle dört yıldan sonra yayımladığın kitabın dolayısıyla seni kutluyorum. Söyleşimizi derinleştirmeden önce, dilersen, gözlerini dünyaya açtığın yer olmasa da, editörlük başta olmak üzere birçok çalışmayı yürüttüğün, ikinci kitabında,  “tahtlar, taçlar, aklar, karalar, doğrular, eğriler, ölüler, diriler/ seferler, seferberlikler görmüş bize günlerden güzel/ yerlerden sağlam, göklerden iyi bakan yedi tepeli şehir” olarak tanımladığın İstanbul’u kültür, sanat ve edebiyat bağlamında nasıl bir yerde konumlandırdığını öğrenelim senden.

Çağ, hız çağı olsa da, her şeye erişimin mümkünlüğünü bize sunsa da endüstriyel ilişkiler ve onun merkezi olma diye bir şey var. Tepeden bir bakışla dışarıyı taşra, burayı merkez olarak konumlandırmıyorum ama endüstrileşen kültür sanatın paylaşım, dağıtım, etki, etkinlik, çoğalma, tüketim gibi bağlamlarda bakıldığında, merkezi İstanbul. 20.yy'da Paris'ti merkez;  sanat galerileriyle, kültürel etkinliklerle, edebi hareketlilikle, sergilerle, sanatsal çıkışlarla, yayıncılık ve tabii ki yüzyıla büyük şekil veren manifestolarla. Hoş, sanatsal anlamda birçok bakımdan Paris eskisi gibi olmasa da bugün yine merkezi konumunu koruyor. Moskova, Londra, Berlin, Viyana, Roma hatta Newyork da merkez oldu ama herhalde modernizmle birlikte hiçbiri dünya ölçeğinde sanatın hayatı ele geçirdiği Paris kadar etkili olamadı. İşte bu bağlamda İstanbul, Paris'tir.

Şehre olduğundan büyük anlamlar, işlevler yüklemiyorum bunları söylerken. Taşra korunaklığını, sakinliğini, doğurganlığını daha değerli görüyorum, koruyucu anlamdaki “muhafazakâr”lığına karşı. Özellikle edebiyatımız için farklı dönemlerde farklı kentler merkez olmuş. Bir dönem Adana, bir dönem Trabzon, bir dönem Ankara fakat kültür sanat da endüstrileştiğinde her şey İstanbul olmuş. Tüm bunlarla bir şairin; yazan, duyan, düşünen, üreten insanın hele de bu yüzyılda hiç işi olmaz, olmamalı. Bu, endüstrinin sorunu; o düşünsün merkezi, çevreyi. Benim gönlüm de ruhum da sade, yalın, sahici ilişkilerin dolaştığı küçük yerlerde. Ankara'da doğup büyüyen ve hep kentle hemhal olan biri olarak büyükşehir yerine para piyasa ilişkisinin yaygınlaşmadığı o sahici kasaba yalnızlığını, sıkıntısını tercih ederim. İstanbul yıllarım, doğup büyüdüğüm, 13 yaşıma kadar çocukluğumu yaşadığım Ankara'da geçirdiğim süre ile eş. Hatta İstanbul'da bir at başı daha fazlayım artık. O anlatıla anlatıla bitirilemeyen eski güzel İstanbul'u göremediğimden şimdiki zamanla kurulu buradaki hatıralarım. İnsanın gerçek hatıraları, çocukluğu olan o tek ülkededir. Benim gerçek ülkem epeydir elleri kolları kelepçeli, ayakları prangalı korkunç bir baskıyla çırpınıyor. Sivas katliamından beri Sivaslıyım demeye utanan ben, eski bir Ankaralı olarak ruhunu koruyan, duvar yazıları, sloganları ve tavrıyla isyanını elden bırakmayan, dünün küçük Moskova’sı bugünün yaralı Sivas’ı Tuzluçayırlıyım demeyi tercih ederim.

Tekrar başa dönersek şu an İstanbul'un merkez olmadığı hiçbir sektör neredeyse yok gibi. Ülkenin para merkezi de buraya alındı. Her şey İstanbul'dan yönetilir, yönlendirilir oldu. Bu tek merkezli anlayış umut ediyorum ki yerel yönetimlerin ağırlık kazanmasıyla değişecek. Mesela bir Eskişehir'e bakalım. Yılmaz Hoca (Büyükerşen) ve ekibi geldi, birkaç yılda orayı “merkez” yaptı. İlgi çeken, görülmek istenilen, saadetle yaşanılan, yaşanılmak istenen, saygın bir kent yarattı. İnsana, hayatına, kültürüne, yaşam biçimine değer veren bir anlayışı benimsedi ve kazandı. Aynı şey bugün Bursa Nilüfer Belediyesi için de geçerli. Bursa merkezde olan o baskıcı muhafazakârlığa inat Nilüfer'de kültür sanatla ilgili çok değerli işler yapılıyor: Uluslararası caz festivali, İstanbul'a taş çıkartan oyunlar, gece geç saatlere kadar açık olan bir şiir kütüphanesi, sayılamayacak kadar değerli ulusal/uluslararası etkinlikler... Tüm bunlar yerelliğin yükselişidir. Bu aynı zamanda içinde eleştirel noktalar bulunsa da yarın için sanatla ilişki kuracak insanların yetişmesi için de çok önemlidir. Mesela Işıl Kasapoğlu, İzmit Şehir Tiyatroları'nı kurdu, oyunlar yönetti ve gitti. Kasapoğlu İzmit'i unuttu belki ama onun yapıp ettiklerinin etkisi orada o insanlarda sürüyor, tiyatroya aşkla bağlı genç arkadaşlarım var İzmit'te. İstanbul'a büyük anlamlar yüklemek yerine bu küresel çağda yereli değerlendirmeli, onu güçlendirmeliyiz. Bu bahiste de son sözüm gitgide ortadoğululaştırılmamızı hesaptan düşersek: Paris Paris'tir, İstanbul İstanbul. 

Harap, Issız’daki sorgulama alanını genişleterek bizi yine militarizm ve anti-militarizm kavramları üzerinde yoğunlaşmaya sevk ediyor. Bunu yaparken de asi değil muhalif bir dilin olgunlaşması gerektiğini vurguluyor. Buradan hareketle sormak istiyorum ben de: Cenk Gündoğdu, asilik ile muhalifliği nerelerde konumlandırıyor ve anti-militarist duruşun, hangisinden istifade edilerek sağlanacağına inanıyor?

Okumalar, sevdiklerin, hatta sevmediklerin etkinlik alanında istemesen de başucunda duruyor. Sevdiğin şairlerden, yazarlardan etkileniyorsun, baktığın ağaçtan, altında oturduğun gökyüzünden, içinde nefes aldığın hayattan, sana emir veren yapılardan, kurallardan kaidelerden, bitmek bilmeyen kahrolası zulümden, zalimden etkileniyorsun. Bu etkiye sevgi de öfke de nefret de utanmak da uzaklaşmak da kucaklaşmak da ve elbette karşı durmak da dâhil. Bazen sevdiğini öldürmek istercesine karşı yerden bazen onu yüceltmek için onun açtığı derinlikten bazen de sen bir yol açmayı deneyerek ilerliyorsun. Ama sadece etkiyle yazı serüvenini sürdürürsek hiçbir yenilik içermeyeceği gibi üretimimizde de ciddiye alınacak etkinliğimiz de olmaz. Başka şairleri, büyük yazarları, içeride ve dışarıda yazılanı bilerek kendimize ait bir dil bulmaya ihtiyacımız var. Belki de yazı hayatımız boyunca o dili arıyoruz; hesaplaşarak, kırarak, dökerek, deneyerek, yanılarak ve yenilerek. Çünkü kendimize ait bir dille söylemezsek bir kıymeti olmadığını/olmayacağını biliyoruz. Aradığımız dile varmamıza, sevdiğimiz kadar sevmediğimiz şairler de katkı sağlar. Bize şiiri yakın gelmese de etkisini, önemini bildiğimiz o yapıya karşı bir şey söylemek isteriz. Bu itiraz duygusu ve  ihtiyacı, zaman içinde dilimizin oluşmasında etkili olur. Bizden önce yazılanları sevip bağrımıza basıp “kutsayıp” bir zaman sonra da o şiiri sürdüremeyeceğimizi anlarız, oradan sıyrılıp hatta ona itiraz eden karşı cepheden söylem, üslup, dil ile kelimeleri örgütleyip şiiri kurmayı deneriz. T. S. Eliot'ın on yılda bir şiirin değiştiği, kuşağın ortaya çıktığını anlattığı saptamasını, kendinden on yıl önce yazılan şiire karşı bir itiraz noktasında anlıyorum. Şiir ve dolayısıyla malzemesi olan dil; bu etkileşimle, sosyolojik değişimlerle kuşaklar arası dil savaşlarıyla, poetik/politik karşı çıkışlarla, anlayış farklarıyla, itirazlarla gelişir, yenilenir. Farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda aynı duyarlığın oluşmasında şiir içi yolculuğun yanı sıra toplumsal koşullar da büyük etkidir.  Bu yüzden şairlerin yaşı yoktur diyen Anday'ı daha iyi anlıyorum. Çünkü o, biliyorsun ki şiir bir dildir ve bu dil uluslararasıdır, şairin genci yaşlısı olmaz der, Homeros'la Eliot'ı zaman ve yer farkını ortadan kaldırarak bir arada okur. Genci yaşlıya bağlayan dil ve duyarlık, bazen öyle bir zaman gelir ki Nâzım'ı öğretilenin aksine dün bireyci diye eleştirilen Tanyol'la, Ergülen'le, İskender'le, unutturulan Güntan'la aradaki zaman ve zemine karşın yan yana getirir. Hatta Orhan Veli'yi de o günün koşulları değişse de sosyolojik ve edebi bağlamlar düşünüldüğünde 2000'ler şiirindeki somut ivmeye bağlar.

Ben demekten hoşlanmayan biri olarak şiirde yapmaya çalıştığım şey yeni bir tavır alma çabasıdır. Bu tavır her şeye isyan eden tekdüze bir algıyla şimşeklenen asilik değil; içine doğduğum coğrafyada süregiden yozluğa, olan biten kötülüğe, dayanamadığım sığlığa, dayatılan çirkinliğe, dile, kültüre, zalimliğe hatta önceki şiire karşı bir sestir. Didaktik olandan uzak, kuru ve salon asiliğine de karşı içerden en içerden yani kendiliğinden gelen tutamadığım, durduramadığım dirençtir aynı zamanda bu. Bize ne yapmamız gerektiğini söyleyen yapıya, sese, duruşa, coğrafyaya, komuta, emire, adama, uzuna, kısaya, deve, devlete, ağaya, paşaya, egemene, homofobiye, oligarşiye olan itirazdır. Bu itiraz dilinin özellikle genç kuşakta gelişmesi, yayılması yaşadığımız baskıcı ortamla açıklanabilir diye düşünüyorum. Gayri resmi sıkıyönetimler, ölüm, kan, katliam, bomba, patlama arasında sürdürdüğümüz hayatımızda bize sürekli parmak sallayan ve neyi, nasıl yapacağımızı söyleyenlere karşı durmayan, katlanmayan, köpüren bir itirazdan bahsediyorum. Planlı, programlı bir asilik, muhalefet değil bahsettiğim; kendiliğinden gelen ve şiirin imkân ve estetik alanının elverdiği dille bir şeyi araçsallaştırmadan başka bir biçimde söylemek. Bir yandan da bu itirazla tahrip edilen hayatımıza, hayallerimize bir yer açıyorum. Şiirle bellek oluşturma çabası da diyebiliriz buna. Olup bitenlere karşı her zaman sözü olan ve olması gerektiğini vurgulayan Sevgili Kemal abi (Özer) bellek meselesine “zamanın tanığı olmak” diyerek değinirdi sıklıkla. Şiir tarihi bir belge değilse de oraya resmi bakışın dışında vicdanla bakan, baktıran gözdür.

Onca can içimizde, kan TV'lerden akarken hiçbir şey olmamış gibi yaşayamıyoruz. Kalkıp Başbakanlık önünde yazarkasa da kırılabilir, Ortadoğu'daki pazarcının yaptığı gibi hayat da yakılabilir yaşadığımız işkencenin, tecavüzün, rantın, doğa katliamının boyutunu göstermek için ama büyük halk kalkışmaları dışında herhangi birisinin geniş zamanda bir sanat eseri kadar etkisine inanmıyorum. Çünkü sanatın gücüne inanıyorum sokağa inandığım kadar. Varto depremini bize hiçbir şey Cemal Süreya'nın şu dizelerinden daha güçlü anlatamaz sanıyorum: “Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani/ Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı/ Varto depremini düşün, yardım olarak Batı'dan/ Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni// Adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti/ Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni/ Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın/ Tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?...” Bir maden hışırtısında, sobada kömür sesinde, Soma'da ölümlerde “Yerin derinliklerinden geldiler, ellerinde/ susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle” diye başlayan Kemal Özer'in Zonguldak şiirini bize yürek patlatarak ezberden okutan nedir?

Özetle; yaşadığımız yüzyılda ve coğrafyada toplumsal meseleler o kadar polis diliyle resmi evrak nizamıyla ve militaristlikte okunuyor ki bunun yanında olmaktan daha büyük bir utanç olamaz sanıyorum. Sadece bu utanca, suça ortak olmamak için bile insan anti-militarist davranır. Artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki erdemli insana iki yol düşüyor; karşı çıkıp mücadele etmeli ya da intihar etmeli, bu acıyla yaşamamak için. İntihar etmemizden çok mücadele etmek için sebebimiz var. Bu ağırlıkla o zaman: Evet isyan!

Birden fazla yoldan ilerleyerek yalanı sorguluyor, yalanla hesaplaşıyorsun. Yanlışı da içine aldığını düşündüğüm bu hesaplaşma ve sorgulama alanını okuru gerçekle mi yoksa hakikatle mi yüzleştirmek için açıyorsun? Yalan ile yanlışı; gerçek ile hakikati nerede ayırıyor nerede buluşturuyorsun?

Şimdi seninle konuşurken yan masadan bir yaşlı teyzemiz, “Kara kediden hoşlanmam, önümden geçti mi uğursuzluğuna inanırım.” diyor. Öğretilen şeylerle hayatının sonuna gelmiş teyzemize kara kedinin zararsızlığını anlatacak ne olabilir: İyi bir kitap, güçlü bir şiir, beyaz bir kedi, kara kediyle bir gün... Bize öğretilenlerle, ezberletilenlerle dünyaya bakıyoruz, başkaları da o pencereden baksın istiyoruz. Sunulanın dışında bir şeye ihtiyaç duymuyoruz. Onunla yetinip, hayatı sürdürüp hiçbir şeyi sorgulamadan öğretileni ezber ediyoruz.

Obüsleri, füzeleri, tankları, topları, uçakları olan ordulara hükmeden iktidarların, kaleminden başka hiçbir şeyi olmayan insanlara fütursuzca saldırıları, şiirden korkuları, sanattan endişeleri,  tiyatro karşısında sıtma geçirmeleri; öğretilen ezberi bozacak, koroyu susturacak, topluluğu düşündürecek diye. Bu korodan bir Kâtip Bartleby çıkmasın diye ellerinden geleni yapıyorlar. Ama sanat, emre ve iktidara karşı “yapmamayı tercih ettiren” bir dünyayı öngördüğü için korkuları hep sürecek. Sürsün de...

Öğretileni sorgulamayan, göreni kabul eden göz, sunulanı gerçeği bilir. Gerçek de değişir; verilen biçimden, baktığın yerden, soru sorduğun kattan, sorguladığın eşikten. Sanat dışından bir örnek vermek isterim. Batı marksizminin temel düşünürlerinden ve 20. yüzyılın en önemli kuramcılarından Gramsci için dönemin savcısı şöyle der: “Yirmi yıl bu beynin işlemesini durdurmalıyız.” Gramsci, ömrünün sonuna kadar süren tutsaklığa rağmen Hapishane Defterleri diye bildiğimiz 30'dan fazla defter ve toplam 3000 sayfa tarih ve analiz yazısı kaleme aldı. Gramsci'nin göstermek istediği şey sunulan gerçeğin ardındaki hakikatti.

Hele ki bu çağda gördüğümüz her şey gerçek gibi bize pazarlanıyor. Yaşanılan bir olaya iki farklı yayın organının yaklaşımında gerçekliğin nereden bakılırsa nasıl anlaşılacağının ipuçlarını görebiliriz. Birinde hakikate varılamazken diğerinde hakikate yaklaştıran sorularla, sorgularla karşı karşıya kalırız. Bizi bu sorguya götüren de dildir. Bir şeyi söylerken seçtiğimiz kelimeler onları örgütleme biçimimiz bizi diğerinden ayırır; ppolitik, apolitik, muhafazakâr, islamcı, deneysel ya da başka herhangi bir yerde konumlandırabilir bu dil. Eğer ki hâkim ideolojinin istediği gibi, yönlendirdiği verili söyleme sorgulatacak sorularla yaklaşıyorsanız hakikat oradadır. O sorgudadır. Çünkü orada muhalefet başlamıştır, gerçeklik sorgulanıyordur, insan düşünmeye durmuştur ve bir arayış yürümüştür artık.

Hakikat meselesi üzerine düşünen isimlerden biri de biliyorsunuz Nietzsche'dir: “Şiir ve belagat yoluyla yoğunlaştırılmış, aktarılmış, süslenmiş olan ve uzunca bir süre kullanıldıktan sonra herkese fazlasıyla sabit, kural koyucu ve bağlayıcı gelmeye başlayan insan ilişkilerinin bir toplamıdır; hakikatler yanılsama oldukları unutulmuş olan yanılsamalardır; aşınıp duyumsal güçlerini yitirmiş olan metaforlardır; üzerlerindeki resimler silinmiş olan ve artık para olarak değil sadece metal olarak bir işe yarayan paralardır.” Nietzsche'den aldığım bu yakınlıkla hakikati, soru sorma isteği olarak anlıyorum. Verilen, sunulan her şeyi didikleme, sorgulama diye görüyorum. Dış gerçekliği sorgulayarak anlama, anlamlandırma çabası diye düşünüyorum.

Badiou'nun “hakiki olan gerçeğe benzemeyebilir” sözünü de anımsayarak şöyle söyleyebilirim: Şiir bize bu gerçek sandığımız/saydığımız verili dünyada, düzende hakikate giden yolu açar. Yani sorular sordurur, ezberleri yıktırır. Bunu sözcük seçimi, kullanılan dil, algıyı bozma, yapıyı değiştirme, grameri altüst etme ile alışkanlıklarımızı yıkarak sesle, müzikle, eylemle yaparız. Dahası sanat yapıtı hakikat için tırnak içinde dersem “araçtır”, esas olan verdiği etkidir. Şiirin kendisinden çok ortaya koyduğu geniş ve bilinmez zamanlı etkidir hakikate vardıran.

Yalan ve yanlış. Bizi yalanla oyalayıp uyutmak isteyenlerin oyunu. En çok başvurdukları ise hileli söz. İstedikleri zaman istedikleri her şey bir günde yalan, yanlış olabiliyor. Yaşadığımız hayat hiçbir okurun inanmayacağı kadar üstgerçekçi; kurgularla dolu, yalanlarla süslü, yanlışlarla örtülü. Bize doğru diye öğrettiklerinin külliyen yalan olduğunu öğrendiğimiz gün gerçek başını çıkarıp kendini göstermeye başlıyor. Ama gerçekler kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Bizim gösterileni didiklememiz, doğru diye süslenmişi eşelememiz gerekiyor. Kimse bize hiçbir şeyi bağışlamıyor. Onu biz arayıp buluyoruz. Kimse gerçeği bulmasın, sorgulamasın, düşünmesin, dert etmesin çünkü bize yaşayacak bir “hayat”, çalışacak bir iş, uyuyacak bir TOKİ konutu verip ömrümüzü ve itiraz hakkımızı elimizden almak istiyorlar. Sadece büyüklüklerinden, yüceliklerinden bahsedelim, onlara mersiyeler dizelim arzusundalar. Eleştiri kültürü olmayan bir toplum gelişebilir mi? Yalana yalan demek, doğruya doğru demek erdem değil. Ama ondan bile uzaklaşmış haldeyiz. Güçlüyü ve gücü övmek için yarışan süvarilerin tozundan, karnaval konfetilerinden hiçbir şey görünmüyor, hiçbir ses duyulmuyor. Verili olan bizi uyuşturmaya devam ettiği için bunca alçaklıktan çıldırmamız gerekirken bırak çıldırmayı kaygısızca yaşıyoruz. Onlar ne kadar tasalanmayalım, ses çıkarmayalım diye perdeyi kapatıp gitmeyen trende motorları çalıştırsalar da sanat, gerçeği yalnız gerçeği gören, gösteren, soru soran, sorduran akıllara çağrısını sürdürür.  Ben de şiirle gerçeği çağıran o yola yazgılıyım.

Bu toz dumana, sırtlanların kokteyllerine karşı inadına ve ısrarla gerçeğe yaklaşmayı deniyorum. Gerçeği bugün bu dille yarın başka bir biçimde anlatmayı sürdüreceğim. Ama benim temel meselem gerçeklikle. Çünkü hakikat orada. Şiirle gerçeğe yaklaşmaya, gördüğümü dolandırmadan, süslerinden soyup sade ve derin o ilk haliyle, kendi söylediğinden fazla bir şey söylemeyerek ve politik bir bakışla, muhalif bir dille hakikate varmaya çabalıyorum, bu zorlu uzun yolda.

©Ferhat Zubcevic

“Onuruyla oynadığın yerde zulme lanet gökte mazluma rahmet okuyan” dizesi üzerinden mazlum ve zalim ilişkisini nasıl değerlendirdiğini öğrenebilir miyim? Zalim de aslında, muktedir olma söylemine hizmet eden bir mazlum değil mi? 

Yaşadığımız günler zalimi, zalimliği bağıra bağıra gösteriyor. Hangi kimlikten olursan ol görülmeyerek, tanınmayarak dışlanıyorsan, ötekileştiriliyorsan, sesin kısılıyorsa, yaşam hakkın elinden alınıyorsa, kültürün, dilin, dinin yok sayılıyorsa ve sadece “sev ve terk et” denilen bir tabela boynuna asılıp kendinden başka gidecek kent bulamıyorsan, zalim olamazsın sanıyorum. Sana tüm bunları yapan da mazlum olmasa gerek.

Şimdi bizde şöyle bir şey var. Geçmişte olan biten toplumsal olayları, kırılmaları, acıları, kırımları hele de bizim dışımızdaysa kabul edip örnek vermeye bayılıyoruz. Yani Nazilerin yapıp ettiklerinden konuşmaya, Hitler’in zulmünden bahsetmeye doyamıyoruz. Hatta yakın tarihten Çinlilerin Türklere yapıp ettiklerinden en apolitik olanımız bile “katliam” diye bahsederken coğrafyamızda olan bitenleri en siyasimiz, en akademik olanımız, tüm enlilerimiz, ensizlerimiz, boylularımız, boysuzlarımız ve soylularımız hep bir karnaval sessizliğiyle karşılıyor. Son 15 yıldır özellikle ödenekli tiyatrolarda Hitler’in kıyımını, Nazilerin iğrençliğini seyretmekten bıktım. Türk tiyatrosunun Nazilerle imtihanına tanık ola ola tükendim. Bugün de bir şeyler yaşıyoruz. Bugün de ölüyoruz, öldürüyoruz, katlediliyoruz, katlediyoruz. Bunlardan bahsetmeyecek miyiz? Neredeyse Hitler bugün kendini görse utanacakken birileri çıkıp onu örnek alıyorsa biz bu akıl tutulmasını dansa davet edecek değiliz. Burada bir problem olduğunu yorula yorula, yenile yenile anlatacağız ama anlatacağız.

Bunca Nazi kıyımından bahsetmişken onlarca yıl kapısını açık tutan yaşlı kadına bir sabah sunulan oğlunun kemiklerinin olduğu bir torba da şiirimizdeki suskunluğa dâhildir. TV'lerden akan sığlık, gazetelerden yayılan koku, evlerden, arabalardan, hayatlardan akan oluk oluk kan görülmeyip, duyulmayıp Hitler'den bahsetmek yararlıysa ben o yararda yokum. Beni bir zarara yazsınlar diyorum o zaman, söylenmeyeni söylediğim için.

İnsanlar bir gece uykularına giren roketle uyanıp evine haftalar sonra döndüğünde büyük bir yıkımla karşılaşıyorlar. Sadece evleri yıkılmamış; hayatları, hatıraları, geçmişleri, gelecekleri de bombalanmış. Bir insan kendi yurdunda düşmanlık kazanmak istese ancak bu kadar zalimce davranabilir. Bu zalimliği başarıyoruz günlük siyasetin kanlı çıkarları uğruna, insanlarımıza kıya kıya.

Evet zalim de muktedir olmaya hizmet eden mazlum. Ama onun zalim hizmetiyle mazlumluğu kötülüğünü kapatamıyor, yalanını gerçek yapamıyor, katliamlarını ortadan kaldırmıyor, cellatlığını değiştirmiyor.

“Başkalarının acısını taşıdığı rüzgârlı ağzıyla” dizesi beni Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak isimli kıymetli çalışmasına götürdü. Adını andığım bu kitabında Sontag, cümlelerini adı okumak olsun diye okumayan okuruna acının çığırtkanlaştırılmaması gerektiğini özellikle söylüyordu.  Bu topraklarda varolagelen özelde şiir genelde kültür, sanat ve edebiyat sence çığırtkanlaştırmamayı unutmadan acıyla içli dışlı olabiliyor mu? 

Aslında o kadar çok acıylayız ki! Neredeyse tüm türküler kederle söndürülmüş halde. Akılda kalan büyük şiirlerde yoğun bir acı var. Acıklı olan şeylere daha bir yatkınız Doğu hatta artık Ortadoğu toplumu olarak. Bizi çeken şeyler de yaşadığımız gerçekler gibi koyu karanlık ve kederli. Mesela Aziz Nesin ayarında ve dünyasında kaç yazarımız var? Özellikle mizahla yakınlığı olan, tiyatroda komediye karşılık gelecek büyük eserler yazmış kaç önemli yazarımız var? Kendimizle dalga geçemeyecek, gülemeyecek, güldüremeyecek hale getirdiler bizi. Ama bundan kurtulmamızın ilk işareti sanıyorum Gezi'deydi. Alışılmış her şeyden sıyrılmamız gerektiğini bize o sloganlar, yazılamalar, afişler, her gün yeniden yeniden üretilen anlamlar anlattı. Özellikle iktidarca yaratılmak istenen başını eğip susan ağlak toplum anlayışına karşı inadına gülümseyen, kırıtan, kahkahayla şenlenen, gülen, güldüren, gülünce güzelleşen şeyler olduğunu gösterdi Gezi. Gülmeyi utanç sayanlara, kahkahayı iffetsizlik görenlere, kadının tercihini baskıyla, zorbalıkla susturmaya çalışanlara,  kendine benzemeyeni yazıklayanlara karşı daha çok gülmeli, daha çok güldürmeliyiz.

Kötü edebiyattan konuşursak her türde kötü işler var. O bizim mevzumuz değil. Bence acı çok ve her şey fazla acı. Özellikle iç savaşın ortasında büyüyüp Türkçe yazan şair ve romancı arkadaşlarımız çok başarılı biçimde bu acıyı içeriden ve dışarıdan anlatıyor. Evet, çok karanlık ve kanlı günlerden geçiyoruz bunu anlatmalıyız ama bir yandan da gülmeyi unutmuş insanlarımıza nitelikli edebiyatla, sanatla, şiirle kahkahayı sonuna kadar yaşatmalıyız. Çünkü buna çok ihtiyaç var. 

Okuru teatral bir atmosferin içine çeken bir şair olarak teatral şiirin yaşadığı macerayı ele aldığında nasıl bir manzarayla karşılaşıyorsun?

Tiyatro, eğitimini aldığım, eğitimini verdiğim bir alan. Dolayısıyla da yazdığım şiire tiyatronun sızma hakkı bâki. Her şeyden önce sevdiğim ve şiirle ilişki kurduğum bir saha, tiyatro. Her ikisinde de ima var. Şiir de ima içinde tiyatro da. Doğrudan demediği ima ettiği için ikisinde de kelimelerin heybetini, etkisini gördüğümden şiir de tiyatroya tiyatro da şiire yakın gelir bana. Ve insanın kendini anlatacağı başka disiplinlere biçimlere de ihtiyacı olduğunu görüyorum. Farklı disiplinlerin farklı imkânları var. Ve her ikisi de “salon” için değil sahicilik için var bende.

Antoine Vitez, tiyatronun amacını bizi durumumuz konusunda aydınlatmak, tarihte ve hayatta bize yön vermek diye okur. Aynı şeyin şiir için geçerli olmadığını söyleyemeyiz. Karmakarışık hayatı bulanık zamanı yalınlaştırıp sade ve etkili bir biçimde sunmayı deneyerek bize karanlığı aştırıp bir başka yolun varlığını sunar, şiir ve tiyatro. Bir de sanat eserinin tamamlanmamışlığı vardır ki her ikisi için de geçerlidir bu. Şiirin okurla, tiyatronun izleyiciyle tamamlanması da hakikat arayışının bir parçasıdır.

Oyunu da şiiri olduğu gibi yazmak için yazmıyorum. Gerçekten onu o türde o biçimde yazmak için bir problemin varlığı yok edici bir biçimde köşeye sıkıştırıyor beni. Yazarken de problem kendi türünü biçimini, biçemini belirliyor. O sırada şiir de tiyatroya izin verdiği ölçüde sızıyor tiyatro da şiire... Her ikisinin de ayarı kaçtığı an; tiyatro şiirsellikle gerçeklikten uzaklaşıyor ve plastik çiçeklere,  imgeye bandırılmış şiirlere şiir de anlatan konuşan adamların yığınlarına dönüyor. Bir başka disipline hâkimiyeti imkân olarak görmeli ve kendi iç sınırını bilmeli. Bilmeyince kelimeler canını ala ala bildiriyorlar insana. 

"O bozgun çiçekli annelerin hafta sonlarından/son hafta sonlarından dizeleriyle" Cumartesi Anneleri'ni çağrıştıran bir şair ve yazar olarak muhalif strateji geliştirmek adına da olsa annelerin kategorileştirilmesine nasıl baktığını öğrenebilir miyim?

Cumartesi Anneleri, biliyorsun ki Arjantin'de cuntanın yok ettiği çocuklarını bulmak için mücadele eden kadınların Plaza Del Mayo Meydanı'nda toplanmalarından esinle bir araya gelen topluluk. Yaptıkları tek şey Galatasaray Lisesi'nin kapısının önünde bekleyip seslerini duyurmak olan ve hemen hepsi anneleri babananneleri yaşındaki Cumartesi Anneleri, polisin sert müdahaleleri sonucu bir süre ara verdikleri 1999'da başladıkları eylemlerini 2000'lerde yeniden sürdürdüler.

Bir sabah alıp götürülen oğlunun geleceğini umutla bekleyen  kapısı açık yatan annelerle, Bağdat Caddesi'nde oğlunun tenis maçından dönmesini bekleyen anne arasında bir fark görüyorum. Herkes oğlunun tenis maçından dönmesini beklesin diye Cumartesi Anneleri bir araya geliyor. Kimsenin oğlu bir kurşunla ömrünü dağlarda bırakmasın diye anneler var. Ve evvelden dediğim bir şeyi yineleyeyim. Savaşı bitirecek yegane güç annelerdir. Annelerin gücü, iradesi, ısrarı, emeği, barışın zaferini getirecek. Acıyı en çok onlar yaşıyor çünkü. Savaş bitse de onlar ölmeye devam ediyor. Onlar kanı ve karanlığı durduracak kadar güçlüler.

Bir kategoriyse de evet Cumartesi Anneleri'nin yanında olmayı değerli sayarım ki bir daha kimse ölmesin. Hiçbir anne ağlamasın. Biz ağladık başkaları ağlamasın diyen insanların yanındayım. Gorki'nin anası Pelage'yi diğer analardan ayıran duyarlıktan yanayım. Sanatta kategoriyse karşıyım bu bakışa ama burada mazlumdan yanayım bir kategoriyse evet Cumartesi Anneleri'yleyim.  

©Ferhat Zubcevic

Önceki kitabına göre erotizme doğru pupa yelken olmasa da ağır ezgi fıstıki makam ilerlediğini gözlemledim bu kitabında ve bu gözlemden yola çıkarak yöneltmek istiyorum bu sorumu: Erotik olmakla birlikte cinsiyetçiliğe icazet vermeyen bir dil oluşturmanda, sözünü ettiğim ilerleyişin katkısının olduğunu ya da erotizmden, cinsiyetçi dille beslenen Cemal Süreya gibi şairlerle bu yöntemi kullanarak hesaplaşmak istediğini söyleyebilir miyiz?

Yaşamın, okumaların, rüyaların, hayallerin, gerçeklerin başka bir estetik ile dildeki karşılığı erotizm ya da romantizm olabilir. Bunda bir beis yok. Hatta daha da sert şeyler yazılabilir. Ayrıca yaşam bunca pornografikken bizim erotizmimiz nedir ki? Cemal Süreya, şiirlerimize cinselliği erotik biçimde dahil etmiştir. Eyvallah ama burada bir yerde aksayan bir şeyler var. Divan edebiyatında aşk daha ruhani bir imgeyken, Cemal Süreya’nın anlatımında aşk daha çok bedenseldir, evet. Özellikle tabu olarak görülen pek çok şeyin Süreya şiirinde yer alması bir şeylerin değişmesi, kırılması için bu toplumda oldukça anlamlı. Buna da eyvallah ama maalesef onun şiirinde kadına yaklaşımı da karşı cinsi alçaltıcıdır. Cemal Süreya, şiirini “erotik bir şiirdir benimki” diye tanımlasa da Ülke'deki şu dizeler, bu sınırı aşıp onun kadına, aşka yaklaşımını göstermesi adına üzücü: “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın / Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan / Sen yüzüne sürgün olduğum kadın / Kardeşim olan gözlerini unutmadım / Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını / Dostum olan ellerini unutmadım / Karım olan karnını ve önlerini / Orospum olan yanlarını ve arkalarını” Yine “Elma” şiirinde (Üvercinka) "Bir yanda Sirkeci'nin tren dolu kadınları / Adettir sadece ağızlarını öptürürler / Ayaküstü işlerini görmek yerine / Adımın bir harfini atıyorum” 

İşte Cemal Süreya'nın şiirindeki aşk, cinsellik, erotizm olgusunun eleştirel feminist bir bakışla ciddi bir değerlendirmeye ihtiyacı var. Açıkçası şiirlerimle Süreya'nın cinselliğe yaklaşım üzerinden böylesi bir hesaplaşma içinde olmadım. Hayata baktığım yerden, dünyayı kavradığın noktadan erotizme de yaklaştım şiirlerde. Daha fazlası değil. Kadının bedenini, seçim hakkını TV'lerde erkeğe tartıştan, kadın haklarını erkeğe savunduran yanlış algımızı kadınlara öyle kabul ettirmişiz ki ne üzücü. Cemal Süreya'nın bu bağlamda özellikle kadın şairlerimizce ele alınması gerekiyor.

Tam da burada şunu söylemek isterim: Eskilerin kadını yok sayan tavrı ne kadar yanlışsa şimdi sadece kadın olduğu için kutsayıp baş köşede yer ayırmak da o kadar yanlış. Bu şiirimizde yanlı(ş) algı oluşturup cinsiyetçi bir masa kurulması anlamına gelir. Ve buradan hakiki şiire değil erkeklerin egemenliğine karşı kadınların erkeksi bir tavırla birlikteliği çıkar. Ki bundan da en çok şiir zarar görür. Bizim kadın ya da erkek olduğu için ayrıma maruz kalmadan değerlendirilen şiire/sanata ihtiyacımız var. Bugün kurulsa da bu “karşımasa” gün gelir devrilir. Hem de hakiki şiire inanan cinsiyetçiliğe karşı duran, eril tavra meydan okuyan kadınların eliyle. Erkeklerin yaptığını yaparak kadın tavır alınmamalı, erkeklerin diliyle cinsiyeti anlatıp kadın olarak yazıyorum denilmemeli diye düşünüyorum. Bugün çok az sayıda şair eril dilin etkisinden sıyrılmış durumda. Bunu da anlıyorum erkeklerin seslerinden, gürültüsünden, görüntüsünden başka bir şeyin olmadığı, ve bunların normallik sayıldığı coğrafyada kadınların varlığı mücadelesi ile ilgili yol alınsa da şiirimizde o dille yazan çok az şair var.

Güzellik algısından dayatılan formlara ve kadının pornografik bir arzu nesnesi biçiminde sunumuna kadar pek çok şeye karşı çıkılması gerek. Ama maalesef erkek yaklaşımıyla iktidar diliyle söz alma tavır takınma durumunda olmaları kadınlar adına çok üzücü. Özellikle de bu halin feminizm iddiası taşıyanlarda olması çok daha çelişkili. Burada bir yanlışlık var düşüncesindeyim. Çünkü bu hal ile kadınlar tam da pazarın isteğine teslim olmuşlar farkında olmadan. Bedenlerini istenilen forma sokmak için işkencelerle eziyete sokuyorlar, yeme içmelerini sağlıklı yaşam yerine sadece dayatılan “standarta” varmak için akıl almaz bir açlıkla sınırlandırıp verileni kendilerine oldurmak istiyorlar. Tüm bu dayatılan güzellik algısına ölçülere, formalara, bedenlere karşı fenimistlerin bir başka bilinç oluşturması gerekiyor. İşte aynı şeyler şiirimizde kadınların kadın iddiasını doldurmayan kullandıkları o eril dil için de geçerli. Kadınların da eril dilden kurtulmak isterken ortamın bizatihi kendisi erkek egemen mücadele alanında erkek gibi davranmaya, tavır almaya, dil kurmaya zorluyor olsa da bu eşiği aşmaları gerekiyor.   

0
8817
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage