‘Onların reddedilmeye yönelik hassasiyetlerinin derecesini tanımlamak zordur. Bir randevudaki değişiklik, beklemek zorunda kalmak, acil yanıt alamama, aynı fikirde olmama, isteklerine uymama; kısaca ona göre taleplerini karşılamadaki herhangi bir başarısızlık, bir tersleme olarak hissedilir. Bir tersleme onları yalnızca temel kaygılarına itmez, ayrıca aşağılamayla eşdeğer görülür. (…) Bir tersleme bu içeriğe sahip olduğu için, açığa çıkabilecek muazzam bir öfke yükseltir.’ diye bir alıntı yapayım öncelikle. Elbette birebir örtüşmese de, ‘onlar’ olarak değiştirdiğim özne bazı ( genç ) şairleri, bizim kendimizi çağrıştırmadı mı size de?
Bu kısır döngüde reddedildiğini düşünmek reddi de beraberinde getiriyor. Madem ki reddedildim, ben de reddederim. Yahut, reddediyorum, çünkü beni reddedecekler nasılsa. Öncelik bende olsun. Kim bilir, bir kuşağın bir önceki kuşağı toptan reddinde de aynı sakat mantık vardır derinlerde. Oysa ‘onlar’ olarak değiştirdiğim özne, nevrotiklerdir ve Karen Horney’in ‘Çağımızın Nevrotik Kişiliği’ adlı kitabından tarafımdan cımbızlanmıştır. Bizimle ilgilenmeyene karşı özenle büyüttüğümüz tepkinin nevroz ile ilişkisi o kadar sıradanlaşmış ki, aslında devasa bir akıl hastanesinde yaşadığımızı düşünmüyor da değilim bazen. Ruhun bulanıklığında kendimizden bile gizlediğimiz gerçeklerimiz, zaaflarımız, yeteneklerimiz, yalanlarımız var. Kulağın duyduğunu gözün de görmesi gerektiği ilkesine öyle bir bağlanmışız ki, görmesek de hayal ediyor ve bu hayali hayata geçiriyoruz.
Sıkıntılı canlı olmaktan gurur duymamızın nedeni beslenme biçimini değiştirmiş olmamızdan kaynaklanıyor gibi. İnsan yaşadıklarından, coğrafyasından, dünyadan dert edinebilir -edinmelidir de; ama, sıkıntılı olmak bir yaşama biçimine dönüştüğünde ‘uzlaşma, uyum sağlama’ benzeri dayatmaların dışında yeni bir çetrefille karşılaşıyoruz: Antipati.
Antipati, bir şair için, şiirle ilgilenenler için büyük hendek: Çünkü nesnelerle de, doğayla da çatışmaya girme ihtimaliniz doğuyor; bu çatışma da yaratıcı ya da yıkıcı sonuçlarla kuşatılmış değil -basbayağı, bildiğimiz patoloji. Elbette patolojiden çıkan sanatçılar da var; ancak herkesin patolojiden çıkma eğilimi taşıması bir modadan öteye geçemez. Nevrotik davranma çabası taklide, şiir yazabilmek için nevrotik kimlik edinmek gerektiği hissi de edebiyatın toptan çöküp kaybolmasına yol açar.
Velhasıl, yazmak bir dışavurumdur -içevurum gibi bir kavram henüz icat edilmedi. ‘Hastalanmış bir doktor ile hastayken doktorluğa soyunan kişiyi karıştırmamak, aralarındaki farkı iyi anlamak belki hepimizi rahatlatır’ diye bir alıntı da kendimden yaparak başka bir meseleye geçeyim.
Şiirle yeni yeni ilgilenmeye başlayan ya da henüz ilk dönemlerini geçirenler genellikle şu veya benzeri bir soruyla cebelleşiyor: ‘Aldığım eleştirilere göre yazdıklarım henüz tam anlamıyla şiir değil ise, o zaman şiir nedir? Ortadaki ürünün şiir diye onaylanması için geçerli kriterler ne ola ki?’. Aslında kafa karıştıran bu durumun şairler arasında da hâlâ sürdüğünü söylemek belki kimi arkadaşlarımızı bir nebze rahatlatacaktır. Anlatımcı şiire sıcak bakmayan imgeci şairler, metafizik uzantılı ürünler verenlerin adlarını bile anmaya yaklaşmayan toplumcular, avantgard şiirle daima tartışmalı gelenekselciler vesaire vesaire; uzayıp gidebilecek bir karşılaştırma listesi var elimizde. Bir de düşünün, hiçbir başlık altına girmeyen, girmeyi reddedenlerin toptan fikirleri; bu çatışma sırf bize özgü bir durum değil; dünyanın her yerinde saptanabilecek şiir polemikleri, tartışmaları. Peki, genç imzanın bu karmaşa içinde nasıl bir yol izlemesi gerektiği sorusuna verilmesi gereken yanıt ne olmalı? Aslında yanıt çok kolay: ‘Yazdığı / yazmaya çalıştığı şiiri iyi tanımak. Şiirinin kimlere, böylelikle de hangi bakışa yakın durduğunu belirlemek. Kan bağı kurduğu şairlerin şiirlerini / düşüncelerini derinlemesine öğrenmek. Dünya ve Türk şiirinde bu düşünceye muhalifleri iyi tanımak ve karşı tez üretebilecek donanımda olup olmadığını tartmak. Benzer yönelimdeki dergilere, yaşıtlarına ulaşıp iletişim kurmak.’ Bu rotaya gönül veren birinin yolu biraz daha kolay ilerler gibi geliyor bana; elbette ki yol orada da bitmiyor: Uzadıkça uzuyor. O artık şairin kendi kimliğine ait bir debdebe. Yukarıda sıralamaya çalıştığım aşamalar şüphesiz kesin ve kanıtlanmış bir yöntemin parçaları sayılmamalı; kişiye ve coğrafya koşullarına göre değişiklikler gösterebilir; ancak başıboşluktan daha doğru bir çözüm sanki. Kimilerinizi huzursuz etse de şiir eninde sonunda bir disiplin. Disiplinden de kastım terbiye, ast-üst meselesi, çıkar ortamlarına uyum filan değil; basbayağı oturup çalışmaktan söz açıyorum. Öyle ‘ben odama kapandım; üç beş satır şiir yazdım’ la olmuyor bu baş belası güzellik. Bir fikir ve ruh mücadelesi uğraş verilmeden hangi mevzide başarıya ulaşabilir ki? İnsan sadece kendisinin yandaşı oldu mu fazla yalnız kalır ve gelişme döneminde bu da şiirin pek de hoş karşılamadığı bir meseleye dönüşür.