20. yüzyıl düşünürlerinden Martin Heidegger’le dil, şiir ve şiirsellik üzerine bir yürüyüş.
Mekânda yol alırken, mekânın ne olduğunu sormamamız mümkün mü? Peki konuşurken, yani birbirimize komşuluk ederken, ya mekânımız tam da dilin kendisi ise? Öyle ya, eski zamanlarda şairler, düşünürler ve sanatçılar sık sık sözleşip, buluşup muhabbet ederlermiş. Muhabbet etmek sevme eyleminin karşılıklı olarak paylaşılması ve icra edilmesi anlamına geliyorsa, biz de muhabbet etmenin eli ayağı olan dilin yolunda biraz yürüyelim bakalım. Yazının sonunda birer kahve içebiliyorsak ne âlâ.
Önce Heidegger kimdi azıcık hatırlayalım. Alman filozof Martin Heidegger (1889-1976) hiç kuşkusuz felsefe tarihinin çıkardığı en iddialı, belki de son düşünürlerinden. Antik Yunan’dan başlayan felsefe tarihini, bu geleneğe ait olan düşünme tarzının kaynağını, aktığı yönü ve nihayetinde dökülmesi muhtemel olan denizleri kapsamlı olarak düşünmüş olması bunun en büyük sebeplerinden birisi. Heidegger felsefesi genellikle kendisinin başyapıtı sayılan Varlık ve Zaman (1927) ile anılsa da, düşünme serüveni 1970li yıllara dek yazdığı yüzü aşkın kitap, deneme, verdiği ders ve konferanslarla devam etmiştir. Özellikle 1930’ların ortalarından sonraki dönemde şiir ve sanatın ne olduğuna dair incelemeleri, düşünmesinin temel taşı olan varlık sorusunun (bir şeyin olması ne demektir) sorulma ve düşünülme tarzını da belirlemiş ve değiştirmiştir. Burada sizlere sunduğum düşüncelerin büyük bir kısmı da 1959’da Almanca Dile Giden Yolda (Unterwegs zur Sprache) başlığıyla yayımlanmış makaleler derlemesinden bir harman...
1946’da Fransız meslektaşı ve dostu Jean Beaufret’ye kaleme aldığı ve sonradan Hümanizm Üzerine Mektup olarak yayımlanan mektubunda Heidegger “Dil varlığın evidir” diye yazıyor. İlk bakışta gizemli görünen bu cümlenin aslında yalın bir karşılığı var: Dil, şeylerin insana anlamları bakımından göründüğü, kendini açık ettiği bir mesken, barınak; konuşan canlı olan insanın özünün ikamet ettiği mekân. Buna karşın Heidegger için henüz dilin varlığını düşünmeye hazır olup olmadığımız kendi içerisinde hermenötik bir meseledir. Başlangıç noktamız burası olsun ve bu fırsatla biz de Heidegger’e biraz Türkçe konuşturalım.
Madem yürüyoruz, şiir ve şiirselliğin ne olduğu hakkında lafa başlamak için önce kendimizi dilde ve dillerde konumlandırmamız, yani dilin kendisinde kaybolmamız gerekli. Konumuz şiirken ve şiiri azıcık da olsa akademik düşünce kalıplarının ve söylem biçimlerinin sınırlarından çıkarmaya çalışırken, ayağımızı nereye bastığımıza, dilin patikalarında nerede yürüdüğümüze dikkat etsek iyi olur. Sonuçta aynı zamanda bir felsefeciyle yürüyoruz, öncelikle şiir deyince ne anladığımızı bir açıklığa kavuşturmak gerek. Muhabbetimizin dili Türkçeyse, nedir şiir diye soralım mı? Acele ve alışılageldik bir tanım yapmaya kalkışmadan, şiir sözcüğünün zihnimizde uyandırdığı karşılıkları bir kenara bırakalım. Sözlük bize şiirin Arapça şuur kelimesinden geldiğini ve kelimenin fiil anlamının bilmek olduğunu söylüyor. Sözgelimi, şair bilen ve bilme eylemini gerçekleştiren kişi demek. Peki aynı durumu diğer diller nasıl anlamış ve anlatmış? Mesela Heidegger’in ısrarla üzerinde durduğu iki dil olan Yunanca ve Almancada şiir sözcüğü poiesis ve dichtung. İlk kelime bir şeyi yaratma, yapma, meydana getirme kökeninden gelirken; ikincisi bir araya getirme, gösterme, söyletmek anlamına geliyor. Bütün bu sözcükleri bir arada düşünmekle ne yapmış olduk? Farklı dillerdeki farklı anlamları birbirine ekleyip ‘‘evrensel’’ veya ‘‘çok kültürlü’’ bir şiir tanımına mı ulaştık? Etimoloji sözlüklerinden hareketle şiirin asıl manasını mı bulduk? Hiç de sayılmaz. Sadece Arapça, Türkçe, Yunanca ve Almanca dilleri arasındaki sessiz diyalog bize bir sözcüğün anlamının hangi durum ve bağlamlardan yola çıkarak düşünülebileceğine dair kimi ipuçları verdi ve biz de bu ipuçlarını takip ederek gezintimize devam ediyoruz. Düşlerimizden meydana geldiği müddetçe düşünce bizi şiire götürüyor.
Şimdi hayal edin, tam konuşmamızın ortasında tatlı bir esinti çıkıyor ve Türkçedeki ‘‘düşünme taşınma’’ eyleminin aslında ne demek olabileceğini merak ediyoruz: Düşünmek dilde ve diller arasında çıktığımız bir yol bulma yürüyüşü. Düşündükçe taşınıyoruz, yer değiştiriyoruz, aynı mekânda kapalı kalmaktan kendimizi kurtarıyoruz, dünyaya ve hatta belki dünyadan da uzaklara, göklere, farklı âlemleri düşlemeye açılıyoruz. Şiirsellik bu yolda meseleleri kendi inançlarımız ve duyularımıza göre yontup biçmek, çeşitli söz oyunları ve sanatlarıyla süsleyip sözde estetik ve zihinsel bir tüketim nesnesi olarak başkalarına sunmak değil, zira şiir en başta bir üretim değil. Tam tersine, şiirsellik dilin açmış olduğu yolları sonuna kadar takip etme niyeti, şair bu yürüyüşü yapmaya çalışan ve yaparken başkalarını yerinden etmeyen hassas ve ölçülü adımların sahibi. Şiir ise zaman zaman kısa, yer yer uzun olan bu yürüyüşün sonunda hafızada yer alan ve yer eden şuurun sözde veya yazıda bir araya getirilmesi. Şairin yaratısı olarak şiir her meydana gelişinde dünyayı da yeniden meydana getiren bir “olay”, bir “vaka” (Ereignis), dilde kâinatın ikamet ettiği mekân.
Hepimizin başına gelen bir deneyim olduğundan hiç şüphem yok. Bazen “şu neydi ya, adını unuttum bak şimdi” dediğimiz anlar olur. Kimi zaman da kendimizi nasıl ifade edeceğimizi bilmediğimiz bir duygu durumuyla veya olayla karşı karşıya kalırız. Sözcükler boğazda düğümlenir, dilimizin ucuna gelir, oysa doğru bir kelime yok gibidir. İşte o anda yapmaya çalıştığımız şey tam da yolunu kaybettiğimiz veya tam bilmediğimiz bir yere –bir karanlıktan bir aydınlığa- gitmeye çalışmak değil mi? Bazen bilmiyoruz, hatırlamıyoruz, bulamıyoruz, hatırlamaya çalıştığımız şeyi şuurumuzda toplamaya, toparlamaya, bir araya getirmeye çabalıyoruz. Heidegger için bu sırada başımıza gelen tecrübe dilin hareketleri içerisinde yol açmaktır; yolun açıklığının ardından gitmektir, Türkçe şakayla karışık söyleyebileceğimiz gibi, aslında dile gelmek yola da gelmektir, insan olmaktır. Dilin yollarında düş ve düşünce arasında gidip gelmek, kelimelerin şimdiki anlamlarıyla bu anlamların gizli kaynakları arasındaki yolu yürümek, bu yolun tuzaklarını, kestirmelerini bilmek şairin yegâne marifetidir.
Heidegger’e göre Friedrich Hölderlin, Rainer Maria Rilke, Stefan George gibi şairler dilin meydana gelişini dilin sınırlarında şiir aracılığıyla dile getirebilirler. Özellikle Hölderlin şairlerin şairi, yer ve gök, doğum ve ölüm arasında var olmanın yazgısını içten içe hissetmiş ve kelimelere dökmüş bir ruhtur. Hölderlin gibi düşünen şairlerin klasik anlamda felsefecilerden ayrılmalarının nedeni dili kendi öz yoluna, meskenine ve doğasına göre dile getirebilmiş olmalarıdır. Bunun kısa ve öz bir örneğini Heidegger, Stefan George’un 1919 yılında yazdığı Kelime (Das Wort) adlı şiirinde tartışır ve son iki dizenin söylediklerine çok önem verir:
“Vazgeçtim görünce hüzünle
Olmaz bir şey kelimenin koptuğu yerde”
Adından da anlaşılacağı gibi George'un şiirini tamamen kelimenin ne olduğu üzerine kurması üçlü bir ilişkiyi akıllara getiriyor: kelimeyi şiirde şiirsellikle düşünmek bizi kelimenin meydana gelişini deneyimlemeye çağırıyor. Dilin ne olduğu yine dilin sınırlarında, ses ve seda arasındaki aralıkta açığa çıkıyor. Burada akademik bir çözümlemeye gidemeyeceğimiz için bahsi geçen şiirin tamamını bulup keşfetmeyi size bırakıyorum. Öte yandan madem Heidegger’de şiir üzerine olan muhabbetimizin temel mevzusu mekânda yolculuğumuz olageldi, Aşık Veysel’in Uzun İnce Bir Yoldayım şiirini düşünmek, Türkçe’nin menzilini tecrübe etmeye başlamak adına kara toprağa sapasağlam basan bir adım olacak. Ne dersiniz, her seyran bizi zaten en başından beri bulunduğumuz yere mi getiriyor acaba?
‘‘Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyom
Kalkmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece
Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece
Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece
Şaşar Veysel işbu hâle
Gâh ağlaya gâhi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece’’