Beyaz Ay Yükselirken Ona Rastladım!
Yaz bitti bitiyor, sıcaklar bitmedi diyor ama küçülen mehtabıyla eylül’ün gelişi de yazın bitiş sürecini başlatıyor, sonbahar’a hazırlıyor bizi; eylül kırık ışıklarıyla iniverdi, her yerde, İstanbul’da, Boğaz’da, kalbimizde, anılarıyla belleğimizde, sanki bir yıl bitimi, birkaç zaman sonra, neyse ekim’dir o, kızaran yapraklarıyla ömrümüzden bir yıl daha…
Kaç yıl olmuştu görüşmeyeli, en son yine bir Pera ara sokağında karşılaşmıştık, yazdıklarını bana okutmak istiyordu, ilk kez onu o kadar heyecanlı görmüştüm, hep gülümseyen bir sâkinlik; en son da bir festivalde uzun uzun ama yine ayaküstü konuşmuştuk. Sonrası kısa karşılaşmalar, aynı semtte oturan tanışların yaşadığı hoşluklardan.
Bir çay içelim deseydim ya… rastlantı yâni beklemediğim bir ân içinde olduğundan mıydı bu öneriyi yapamamam! Sarılıp öpmüştü, Fındıklı Parkı’nın sâhilindeki uzun beton rıhtımındaydı bu kez. Bugünlerdeki gibi ayın gökyüzüne egemen olduğu günlerdi, Temmuz sonuydu, dolunay azalarak Ağustos’a el verecekti ama henüz ay çıkmamıştı. Her zamanki akşam yürümelerimden biriydi. Kabataş’taki alt geçitten çıkıp iskeleler tarafından girmiştim Fındıklı Parkı’na, ne kadar da bakımsız, çimler sapsarı, park Kabataş’tan Akademi’nin duvarına kadar uzanır, ardında ana cadde, her zaman trafik yoğun, ön kısmında deniz, hep mavi ve dalgalar sıklıkla betona çarpar. İşte o beton rıhtımda yürümüştüm, sonuna kadar, hep yürürüm.
Yıllardır bu semtte oturuyorum, on altı yıl, geldiğimde çok sâkindi park. Yalnızca park değil, semt de sâkindi. Renkli, canlı, işlek ve kalabalık oldu. O zamanlar akşam yediden sonra hayat biterdi, hele pazar akşamları yürürken tedirgin olurdum! Akademi’nin duvarına kadar geldim. Akademi’ye bitişik bir çay bahçesi var, adı Saffet Baba Çay Bahçesi ama ben ona Beyaz Ay diyorum, öyle diyeceğim. Birkaç yıl öncesine kadar, belki beş-altı, tam çıkartamıyorum, çünkü zaman rüzgâr kanatlı, küçük derme çatma bir “çay ocağı”ydı, bir-iki alçak masa, tabureler, aklımda öyle kalmış, son yıllarda gelişti, kocaman oldu, etrafa yayıldı; hemen yanında bir de maraş dondurma tezgâhı (dolabı). Gölgelikleri de var, hele arka kısmı, parkın ağaçlarıyla kaynaşmış sağlam bir gölgelik, akşamüstü hele de pazar yer bulunmuyor. Zaten o beton rıhtımda birkaç çay bahçesi daha serpildi. İskeleler tarafında da bir-iki var. Büyükçeleri de var. İyi ki var; çay içerken, kahve içerken ya da bir şeyler yerken deniz tam karşınızda, çırpıntısıyla mavi serinlik…
Beyaz Ay’ın yanından kıvrılıp parkın içine dalıp, parkın içinde bir yay çizip tekrar beton rıhtıma çıktım. Beton delik deşik olmuş, biçimsiz bir yol, gerçi buraya ne yol denir ne de rıhtım, alışkanlık işte; oysa buraya insanlar geliyor, gezmeye, sosyalleşmeye, hava almaya. Güzelce bir taş döşetilemez mi ya da bakımı yapılamaz mı, yıllardır böyle! Park da çok bakımsız, bir türlü anlayamıyorum. Park dediğin yeşil olur, çim olur, çimlere uzanmak en büyük özgürlüktür. Belediye niye önemsemiyor, bu konulara girmeyelim ama Cemal Süreya’nın “Seviş Yolcu”sunun dizeleri de yürürken aklımda:
Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti
Beyaz Ay diyorum oraya yâni Saffet Baba’ya, özellikle yaz günleri, ay tez canlıdır daha güneş batmadan karşıki tepelerden doğar, kimse fark etmez, çünkü güneşin ışınları kadim bir söylencenin kralı gibi her şeyi egemenliği altına almıştır. Ancak bilen de bilir hani, ayın o saat oradan doğacağını, işte beyaz ay yalnızca size gülümser çünkü yalnızca size görünür; fark edilmesi ancak güneşin eski kenttin üstünden, Eyüp sırtlarından batmaya başlamasıyla olur, ardından da Üsküdar’ın, Salacak’ın camları yanmaya başlar…
Son yıllarda canlanan bu beton rıhtıma (!) girdiğinizde, deniz solunuzda mavi, tam karşınızda, uzakta eski kentten bir parça, ağaçların arasında Topkapı Sarayı kaybolmuştur da sınıfta parmak kaldıran utangaç çocuğunki gibi kubbesi varlığını anımsatır, hemen arkasında da Ayasofya yükselir, gerçeğinden ne kaldıysa ancak yine de “mor” olduğu bilinir! Onu da altı minaresiyle Sultanahmet Camisi izler. Deniz ile birlikte bu görüntü de içe çekilir. Kuşkusuz estetiği bozanlar da görüntünüze girer (bazı şeylere, vinç, gökdelen, tv, telefon aktarıcıları falan gözünüzü kapatacaksınız!), girecektir, olsun, hayatta hepsi var, belki bazen görmemek gerek…
P. ile aramdaki neydi. Yıllar öncesinin bir tanışıklığı ama hep bir ilk kıvılcıma gebe olan. O ilk kıvılcım sanki hiç olmadı. O kıvılcım olsaydı, ardından gelen tutuşmalar olur muydu, kim bilir ama hep Araf’a açılan kapının önündeydik! İşte bakımsız parkın içinde küçük bir tur attıktan sonra, ağaçların arasında tekrar beton rıhtıma çıktım, kalabalıktı, yan yana duran iki çay bahçesinin önünden geçerken, normal değil de şu sağlık yürüyüşü meselesiyle birazcık hızlı yürürken, beklenmedik zaman’da, ân’da, gözüm beyaz ay’da ki bana gülümsüyorduysa da karşının camları henüz yanmaya başlamamıştı!
Boynuma sarıldı, hep sevecendir, hep alçakgönüllü, yine de onu yakından tanımıyorum, fırsatım olmadı, kırılgan olduğunu biliyorum, hissedebiliyorum duyarlılığını; ayaküstü birkaç laf, belki ötesi ama niye demedim, bak şuracıkta Saffet Baba Çay Bahçesi, ben ona Beyaz Ay diyorum, bak ay da zaten fark edilmeden yükseliyor ancak bana, bize kendini gösteriyor. Diyemedim, bir çay içelim, bir kahve, şöyle sâde, denize doğru konuşalım, etraf kalabalıktır olsun, denize doğru konuşursak birbirimizi çok daha iyi anlarız, hoşça kal dedikten sonra ve birkaç adım attıktan sonra aklıma geldi yâni “iş işten” geçmişti. Sartre’ın romanı, senaryosu ama roman deriz hep, öyle okumuştuk ağbilerimizin kitaplığından alıp, ilkgençlik yıllarımda ne kadar da etkilenmiştim. Politik bir meseledir, gerçi bir aşk da vardır hani; hayat böyle işte, çoğunlukla iş işten geçtikten sonra!
Şimdi kırık ışıklarıyla eylül… şu kırık gelen ışıklar kösnüllüğü mü artırırmış, birinden duymuştum; aslında mevsimler birbirine karışsa da daha çok sıcaklıkla ilgili bu, Ağustos’un on beşinden sonra başlar ışıklar kırılmaya, yavaşça sonbahara uzanır. Geçen ay gibi yine mehtaplı günler, dolunay birkaç gün önceydi, bir önceki gibi Ağustos küçülen ayla elini eylül’e verdi. Eylül, tanımsız İstanbul hüznüdür. Ama içinde sevinç de vardır; acı da. Ne çok yazdım Eylül için, hem de eylül’de! Tarihimizdeki “kötü”lüklere karşın, içimizdeki eylül’ün görkemini söndüremediler, ne güzel, birkaç dize de “Eylülün Sesiyle”den, Edip Cansever’den:
Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazan
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de – telefonda kuş sesleri –
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.
Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımalı dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.
Siz Saffet Baba bilin ama ben Beyaz Ay diyeceğim, yanında Akademi, sırtını da parka vermiş, orada ağaçlar var büyüklü küçüklü, o gölgeliği çok sağlam, bir çardak gibi eskilerden gelen. Kış aylarında, soğuk günlerde de işe yarar; sanki Cemal Süreya’nın dizesi: “Sigara içenlere ateş etmeyiniz.” Bu çardağın, buna da “çardak” adını koydum, küçük bir yükseltisi de var, zaten parkın kuytuluğu olan bu yer ki âşıklar için güzel bir buluşma yeri, çardağı ise tam bir kuytuluk. Buluşmak için en güzel saat bence şimdi kırık ışıklarıyla eylülün sabah saatleri. Evet, biraz derme çatmalık var, biraz salaş bir yer havası, sanki çekici olan da budur.
Belki de bir başlangıçtır, kim bilir bir ilk randevu, tostlu bir kahvaltı ya da sabah kahvesi, çayı. Boğaz’ın hemen kıyısında, belki açılacak bir kalp, yüreğine kadar maviyle dolmuşsa niye açılmasın, giden suların yanı başında niye olmasın, dalgalar tam önünüzde betona vurup beyaz köpükler en küçük zerrecikleriyle yukarı doğru dağılırken; belki de insanın en kırılgan ânı, gökyüzünün açık maviliğinde beyaz ay gibi içinde saklanan aşk’ı anlatırkendir!
***
Birkaç gün sonra, yine akşam yürüyüşüne çıkmıştım, pazardı, aslında pazarları yürümesini hiç sevmem, çıkmam da, o pazar çıktım işte, çok kalabalık oluyor, şimdilerde de bolca turist, çoluk çocuk, neyse, daha geç bir saatti, ay biraz küçülmüştü, yine beyazdı ama karşı sahiller yavaştan turunculaşıyordu, güneş eski kentten batıyordu. Yine aynı güzergâhtaydım, Akademi’nin duvarına doğru yürüyordum, karşımda, eski kentin yeşilliğinde Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet peş peşe dizilmiş, muhteşemdi, biraz başımı soluma çevirdiğimde, maviliğin uzantısında önce Kız Kulesi sonra Kınalıada, daha sonrasında, birazcık sağa doğru ufuk çizgisini bize sunan açık mavi Marmara. Tabiî ki motorlar, vapurlar, büyüklü küçüklü kayıklar, koca koca gemiler, tankerler, anlatmama gerek yok, şenlikli bir yaygara!
Sağımda da park, bakımsız, neyse ki ağaçları var, bir de heykeller var bir-iki tane, serpiştirilmiş; Akademi’nin heykel bölümü öğrencilerinin, sanırım yılsonu ya da bitirme projesi olarak o beton rıhtımda yapıp parka armağan ettikleri. Varmıştım Saffet Baba’ya, ben Beyaz Ay diyorum, çok kalabalıktı, yayılmış masaların arasından tekrar parka girip, yine yay çizip rıhtıma çıkıp geri dönecektim ki P. ile karşılaştım bir kez daha. Yanında bir arkadaşı vardı, kendi yaşlarında esmer bir kadın, kendi yaşları derken o da kırkını geçmişti ya, belli ki masa bulamamışlar, ellerinde çay bardakları, parkın bir kıyısına, sarı çimlerin bile kelleştiği bir yere ilişecekler. Artık bir şeyler içelim, diye önerecek bir şansım yoktu, o önerseydi hemen kabul ederdim, etmedi. Arkadaşından dolayı mı? Gülüştük, yarı şaka yarı ciddi, çok oluyorsun gibisinden takıldı. Demem o demek ki yıllardır tanırım onu, o kıvılcım olsaydı ne olurdu, kim bilir, Araf’ın kapısıydı bizim yerimiz. P. davet etmemişti, üstelik çok da kısa konuşmuştuk. Bu kez doğrudan caddeye çıktım, geri döndüm, park sağımdaydı kaldırımdan yürüyordum, trafik solumdan her zamanki gibi güya ilerliyordu, uzaktan gördüm, oturmuşlardı, çağırsaydı ya!
Ağaçların arasından denize, karşı sâhile bakıyordum yürürken. Üsküdar, Salacak yanıyordu, camlar Boğaz’ın derinliğine doğru yanıyordu; Yahya Kemal’in dizeleri vardır, hani şu “Hayâl Şehir”deki:
Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak!
Bir zaman kendini karşındaki rü’yâya bırak!
Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan;
Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan;
Şimdi eylül kırık ışıklarıyla bize gelen, en anlamlı ayıdır İstanbul’un, burası da Beyaz Ay yâni Saffet Baba, güzel bir buluşma yeri, özellikle âşıklar için, tabiî ki illâ âşıklar için değil, dostunuzla, arkadaşınızla buluşabilirsiniz, gelebilirsiniz, o ayrı; sabah belki en uygunu, epeyce sâkin, dolu yüreğinizi açmaya karar vermişseniz! Gerçi sabah saatlerinin de doğrusu getirdiği küçük bir “durum” yok değildir. Tam karşıda, Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camisi güneş altında kaldığı için belli belirsizdir. Sinan’ın bir başka incisi Salacak’a doğru Şemsi Paşa Camisi de bir türlü seçilemez. Ne yazık ki bu “küçük mücevher”in görkemini, bitişiğindeki çay bahçesi ile hemen yanındaki kocaman çirkin radar kulesi zaten almıştır!
Akşamüstüleri müthiştir doğrusu, karşı kıyıların önce sokak lambaları yanmaya başlar, sonra evlerinki birer birer, Mihrimah ışıklandırılmıştır, hele Şemsi Paşa’nın minaresi, geçmişten kalan mütevâzî küçük bir kandildir, koyu lacivert daha yeryüzünü egemenliğine almamıştır. Geceye kadar görüntünün tadına doyulmaz. Gece ise başka bir güzeldir; hele de mehtaplı geceler, gizemlidir! Belki de böylesine gecelerde yüreğin açılması daha iyidir, kim bilir ama etraf kalabalıktır! Eylül şimdi, ay Beylerbeyi’nin sırtlarından doğuyor, biraz daha geç, eksilmiş ama hep etkileyici bir renk. Nasıl anlatmalı, sözcükler yeter de benim kalemim yetmez, kesinlikle görülmeli. Artık ay egemen, İstanbul’a, Boğaz’a, kalplerimize, sanki biraz önce bir ân ortaya çıkan camlardaki turuncular uçup ona yapışmıştır.
Beyaz ay yükselirken ona rastladım, belli ki bir süre gülümseyerek anımsayacağım; o ân Çengelköyü’ne doğru uzanan tuhaf bir turuncuydu camlar, parlaktı, yanıyordu, belki biraz hüzünlüydü, eylül’e daha çok vardı ama sanki eylül kırılganlığını, hani şu kalplerimizdeki, anımsatıyordu. İnsan garip yaratık hele kafasının içinden geçenler, kimseler bilemez, kimseler anlayamaz; P.’nin yanındaki esmer, ne hoş kadındı!