Kış geride kaldı, doğru düzgün kar da yağmadı ya neyse, şimdi bahar, âşıklara, aşk’a en çok yakışan mevsim. Klasiktir bahar hayatın canlanmasıdır; bazısında Persefone miti, bazısında Nevruz ama ortak nokta açan çiçekler, İstanbul ise laleler önce hemen sonrasında da erguvan, söz buraya gelince doğal olarak Boğaz çağrışımı. Ancak Sultanahmet de cıvıl cıvıl, renk renktir, özellikle de parkı. Sâkinlik istiyorsanız tabiî ki sabahın mahmur ışıkları.
Âşıklar İçin Buluşma Yerleri – 7
İki görkemli yapıtın ortasında Sultanahmet Parkı, bir tarafta Ayasofya öteki tarafta Sultanahmet Câmisi. Zaten Sultanahmet Meydanı ve çevresi tarihî yapılarla doludur, doğal müzedir. Kolay değil Bizans’ın üzerine kurulmuştur İstanbul. O Bizans, bir dönem Roma İmparatorluğu’na başkentlik de yapmış. Roma’yı ilk gördüğümde de, ikinci kez de, –yürüyerek merkezi epeyce gezmiştim– aynı şeyi düşündüm: Sultanahmet’e mini bir Roma yapmışlar. Sonra Hıristiyan kültür, ardından İslâm-Osmanlı, ardından da modern şehir. Yüz yıllar içinde yıkılan, zamana yenik düşen çok yapı, değer var ama çeşitlilik de kalmış bugüne. Neyse ki burası bir biçimde korunuyor, öyle gökdelen, AVM yapılamıyor!
Sultanahmet Parkı âşıklar için iç rahatlatıcı ve keyifli bir buluşma yeridir; şimdi laleler de açmış, toprak yeşil ve sarıyla örtülü. Zaten parklar âşıkların semti değil mi? Özellikle de Hürrem Sultan Çeşmesi’ne yakın olan o bank. İşte orada. Kuşkusuz gün boyu boş durmuyor, birileri gelip oturuyor. Gazetesini, kitabını okuyor, çoğunlukla da etrafı izliyor. Yabancılarsa soluklanıyor; rehberinden okuyup bilgileniyor, haritasından bakıp yön belirliyor. O bank doluysa biraz ilerisinde, ona da birileri gelip oturmuşsa, herhalde parkta boş bir bank bulunur.
Fıskiyeli havuzuyla ve de çevredeki ağaçlı geniş alanıyla insanın içi ferahlıyor. Parkın bitişiğinde Hürrem Sultan Hamamı var. Dahası Hamam’ın yan duvarı. Tam ortasında da Hürrem Sultan Çeşmesi. Eskiden park böyle değildi. Hamam duvarına kadar dayanıyordu, o duvar boyunca banklar vardı ki en sevdiğim yerdi; onlardan birine oturup Ayasofya ile Sultanahmet’i izlerdim. Ne var ki şimdi orası düzenlendi, duvar ile parkın arasında bir yaya yolu var, bu dar yolun yanında da alçak demirli korkuluklarıyla park başlıyor; yâni parkı biraz içeriye doğru çekmişler, böylece Çeşme çok daha belirgin olarak ortaya çıkmış. Eski düzenlemede doğrusu pek fark edilmiyordu. Şimdi öyle değil, yerli yabancı, yanında durup fotoğraf çektirebiliyor!
Hâlâ Cağaloğlu ile bağımı koparmadım, seyrek de olsa eski göz ağrısı Özgür Yayınları’na uğruyorum. Arkadaşlarla bazen ünlü köfteciye gidiyoruz, ardından bir tur atıyoruz, sâde bir kahve içiyoruz. Sultanahmet Camisi’nin At Meydanı tarafındaki duvarına bitişik bir kafe vardır, mâlûm café yazar (!), küçük hasır tabureleri, sini benzeri küçük masaları kaldırımdadır, işte orada. Eskiden çok daha geniş bir alana yayılmıştı ancak şimdi küçüldü. Sizin anlayacağınız “birisi”yle buluştuktan sonra yâni o bankta söylenecekler dile geldikten sonra kahve, çay içilecek en yakın mekân. Kuşkusuz o çevrede böyle yüzlercesi var ve bir kısmı da tâ bizim gençliğimizden beri varlığını sürdürmekte. O zaman da bu zaman da, şu veya bu şekilde Sultanahmet denince akla önce turistler gelir, kuşkusuz bu da başka bir konu!
İstanbul’un en eski şairlerindendir Mabeyinci Pavlos, IS IV. yüzyılda yaşamış ve İustinianos’un sarayında görev yapmış. O saraydan bakarak yazdığı “Ayasofya’nın Betimi” adlı uzun şiiri çok ünlüdür. O sarayın yerindi şimdi bir otel var ya, hadi bunu da şimdilik geçelim ama parka çok yakın olduğunu belirtelim. Neyse Pavlos’un aşk şiirleri günümüze kadar gelmiş, Samih Rifat’ın çevirdiği “Sevdalıların Ölümü” başlıklı bir verimi var. Binlerce yıldır süren bir temayı işliyor bu kadim şair; kavuşup kavuşamama! Böyle olunca aşkın umutsuz durumuna da değinmiş oluyor; yine de önerim daha çok şu “sonsuza dek” kısmında yoğunlaşmak:
Daha ne kadar, ateşli bakışlarımızı saklayıp,
kaş göz işaretiyle yetineceğiz söyle!
Gel açığa vuralım sevdamızı ve karşı çıkarsa biri
her acıyı unutturacak kavuşmamıza, bir kılıç
çare olsun ikimiz için de : birlikte sahip olmak
en güzeli, sonsuza dek, yaşama ya da ölüme.
Aslında İustinianos’un sarayı deyince hemen öyle geçmemek gerek. Yirminci yüzyılın başında da oraya hapisane yapıldığını söyleyelim. Ünlü Sultanahmet Cezaevi ki birçok yazar, şair de oraya konmuştur: Nâzım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Kemal Tahir, Nail V. Çakırhan, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Vedat Türkali, Can Yücel, Fethi Naci, Yılmaz Güney... Söz buraya gelince de ister istemez bir soru geliyor akla: aşk bir çeşit tutukluluk mudur? Hayır bence değildir; aşkta tutku yoğundur da, aşk tutukluluk değildir. Galiba tam tersi, aşk özgürlüktür. İlk bakışta çelişik gibi gelebilir ancak aşk duygusunda, durumunda insan kendini benzeri görülmemiş bir düzeyde gerçekleştirir; dolayısıyla o noktada son derece özgürdür!
Yıllar öncesinde kaldı anılar ama Sultanahmet ne kadar gerçekse benim için anılar hâlâ o kadar canlı. Cağaloğlu’nda, eski deyişle Babıâli’de çalışmak bir ayrıcalıktı. Çünkü Sultanahmet hemen iki adımlık yoldu. Bahar gelince, köfte ayranla banklardaki öğle yemeğinin keyfi başkaydı. Dizgi okumaktan, redaksiyon yapmaktan bunaldığımızda, şöyle parka gelip, çiçeklerin ağaçların kokusunu alıp, iç genişliğiyle dönerdik yayınevine. Ya da matbaadaki basımı denetlemek için çıktığımızda, şimdiki gibi değil, kurşun eritiyorlardı gerçekten, yolumuzu azıcık uzatıp, parka kadar uzanıp, derin derin havayı içimize çekip biraz da olsa yenilenirdik. İşte o yıllar.
Seksenlerin sonuna doğru da yeni ve keyifli bir âdet edinmiştim. Yılın ilk karı yağdığında Sultanahmet Parkı’na koşardım. Kimsecikler olmazdı çoğunlukla, tek başıma, yalnız adımlarla gezerdim parkı. Hele akşam saatleriyse hele de tipiyse kar, tanımsız bambaşka bir atmosfer oluşurdu. Havuza düşen kar tanecikleri, hüzünle yok oluverirdi. Parkın ortasında, havuzun yanıbaşında, yok olan kar taneciklerinden başımı kaldırıp, tipinin ardında görkemle yükselen Ayasofya’ya kim bilir kaçıncı kez bakardım. Gerçekten o söylenceyi, yâni demem o demek ki o ünlü mor rengi görürdüm. Bununla birlike orada içine girilen tinsel hâl ise insana başka bir haz veriyordu; Sabahattin Ali’nin dizesi gibi: “Beni sarar melânkoli”.
Kar bu parkta büyüleyicidir; bazen lapa lapa yağar, keyfine doyum olmuz. Büyük bir park değildir ama kar yağarken içinde dolaşmak, hele hele akşamüstünün alacakaranlığıysa zaman, ruhunuz gerçekten de etrafınızdaki iki büyük anıt gibi gökyüzüne doğru yükselir. Ne kadar kötü günler geçirseniz de, şimdi de geçirmekdeyiz, ne talihsizliktir ki o yıllar da geçiriyorduk, o zaman parçacığında, ne kadar dolaşmışsanız işte o sürede, kendinizi “yeniden doğmuş” duyumsarsınız! Ben öyle duyumsardım! Ancak garip olan şudur: yükselen iki kültürün görkemli anıtları öyle büyüleyicidir ki karın yağışını, hafiften tutmaya başlayan parkın etkisini azaltır.
Kış geride kaldı, doğru düzgün kar da yağmadı ya neyse, şimdi bahar, âşıklara, aşk’a en çok yakışan mevsim. Klasiktir bahar hayatın canlanmasıdır; bazısında Persefone miti, bazısında Nevruz ama ortak nokta açan çiçekler, İstanbul ise laleler önce hemen sonrasında da erguvan, söz buraya gelince doğal olarak Boğaz çağrışımı. Ancak Sultanahmet de cıvıl cıvıl, renk renktir, özellikle de parkı. Sâkinlik istiyorsanız tabiî ki sabahın mahmur ışıkları.
Sultanahmet Parkı’ndan iki büyük anıt görülür dedik, keyifle izlersiniz; kuşkusuz oturduğunuz yere göre değişir bu. Birini ardınızda bırakabilirsiniz ancak başınızı şöyle çevirseniz sizi içine alır. Evet bu iki büyük anıt görünür de galiba Alman Çeşmesi görünmez; ne var ki çok yakındır. Aslında orası da buluşma için güzel bir yerdir. Öte yandan bir kuşku da yüreğe düşer: ya gelmezse ya bekletirse, dakikalarca etrafında dolanıp duracak mıyım? Doğrusu bunun da heyecanı başkadır; üstelik, çevre dolaşmak için çok uygundur, kimse sizin beklediğinizi fark etmez, yeter ki sonunda gelsin.
Alman Çeşmesi özeldir. Güvercinler konar, güvercinler uçar. Çevrede de güvercin çoktur; sanki onların buluşma yeri de Çeşme’nin kubbesidir. Yine bellek kutusu açıldı. Otuz yıla yakın olmalı, onu ne kadar çok beklemiştim orada, Çeşme’nin etrafında; basına yeni adım atmış, gençliğinin baharında, nisanda açan çiçekler gibi körpe, ne var ki belki de olanaksızın şiiriydi bizimkisi, yaşam yolları farklı, arada derin bir zaman, neyse diyoruz ama kitaplara, yazılara girip izi kalıyor, bellekten hiç çıkmıyor.
Özcesi kış yaz, ilkbahar sonbahar, dört mevsimde de parklar özeldir; buluşma için en uygun mekânlardandır, üstelik hiç eskimeyen bir alışkanlıktır bu; belli ki sürüp gidecektir parklar kaldıkça. Hele de söz konusu Sultanahmet Parkı’ysa, hani denir ya, tadından yenilmez; çünkü yeşillikleriyle, çiçekleriyle tarihi taşımaktadır. Çevresinde koskocaman genişçe, büyükçe bir alan, şehrin sıkışmışlığından ve trafikten çok çok uzak.
O banktan sonra çevrede gideceğiniz yer saymakla bitmez. Örneğin Yerebatan Sarnıcı, Aya İrini, tam karşıki küçük tepeye yerleşmiş Mehmet Akif Ersoy Parkı ve yanında yenilerde düzenlenmiş anfitiyatro, sonra hipodrom, dikilitaşlar, çeşmeler, medreseler, daha ileride Aya İrini, tabiî ki Topkapı Sarayı ve özellikle de bahçesi, âşıkların sormaş dolaş gezdikleri...