Kutsal Haleyi Kırmak: Anneliğe Ters Açı
hilmi diyor ki annem / çiçek işlemeli bir lâmbaydı / karartma gecelerinde… Yıllar önce, henüz öğretmenliği bırakmamışken şiir dili ve imgeden söz ettiğim derslerime Hilmi Yavuz’un bu dizeleri ile başlardım. Düşünüyorum neden bu dizeler? Belki de kolayca çiçek işlemeli minik bir lambaya dönüşüverdiğimden, karatma gecelerini hiç yaşamamakla birlikte o soğuk karanlığın kederinin kolektif bellek aracılığıyla ruhuma işlenmiş olmasından, bu ikisinin keskin paradoksunun beni hem çocuk hem anne, ikisini birden yapmasından…
annem yaylı tambur sabaha karşı/masal kadar uysal bildiğinden kendini… Hilmi Bey’den yıllar sonra ben de yaylı tamburdan bir anne yapmışım. Hem de sabaha karşı… Annelik anne-çocuk ilişkisinde vakitlerden sabaha karşılık gelir kuvvetle bende. Çocuğun annesi aracılığıyla evrenle kurduğu o ilksel ilişkisi bir altınçağ’dır, bir sabah dinginliğidir. Ta ki simgesel göbekbağı kopana kadar. İlk acı, ilk yüzleşme; dinginlik biter, kaosa açılır pencere… Sonrası zaman zamandan öte, çoğu zaman bir hır gürü de içinde barındıran, gerilimli, tehditkâr ve tehlikeli gel-gitli ilişkiler… sabah yüzlü tapınağım şefkat olsun/ ninnisini söylesin, suskum, evcilleşsin/ annemi doğurayım, ben ölmezden az önce.
Annenin çocukla ilişkisi gizemli, girift, labirentlerle doludur. Yaşatılmaya çalışılan mitselliğin yüceltici, kutsiyet arz eden görüntüsünden bambaşka manzaraları da içerir. Kolayca tekinsiz bir ilişki alanına dönüşebilir. İçine doğduğumuz toplumların kültürü ve değer yargılarına göre biçimi ve niteliği farklılaşsa da anne-çocuk ilişkilerinin psikodinamiği, oradan aldığımız yaralar, o ilişki sırasında gerçekleşen benlik inşamız sonraki yıllarımızda hep bir hayalet olup bizi takip eder. Başarımız, başarısızlığımız, mutluluğumuz, mutsuzluğumuz, özgürlüğümüz, kurtuluşumuz ya da esirliğimiz hep hep bu zamanların ödülü ya da cezasıdır. Bazen bir dağı aşmaktan da zordur heyulaya dönüşen bir anneyi aşmak. Özgür ve iradi bir sevme halini sağlıkla kurmak.
İmkânsızın kıyılarında yorgun ve yenik bırakır anneler çocuklarını bazen. Bergman’ın diğerlerinin arasında zaman zaman gölgede kaldığını düşündüğüm o müthiş filmi Autum Sonata (Höstsonaten-1978) anne-kız trajedilerini anlatan en güçlü, en kederli örneklerden biridir. Dramatik kurgunun en gerilimli noktasında cereyan eden geç kalmış bir anne kız hesaplaşması tüyleri diken diken eden bir kederi barındırır. Acının ses ve görüntü olarak somutlaştığı sahneler unutulmaz replikleriyle de izleyenin zihnine kazınır. Neredeyse bir ölüler diyaloğudur anne- kızınki. Annesi tarafından sevildiğini hiç hissedememiş bir kızın sevgi nesnesine asla kavuşamayacağının ya da bir sevgi nesnesine hiç dönüşememiş olmasının, hatta onu yıllar önce tümüyle kaybettiğinin bilgisiyle gerçekleşen yüzleşme hem travmayı hem travma sorası yas sürecinin kabullenişinin keskin acısını da içinde taşır. Eva konuştukça ruhunun tereddüt kesikleri karanlığın gözyaşları olarak parıldar. Zehrini boşaltmak yarayacak mıdır işe? Bir kere olmuş olanın telafisi de imkânsızın kıyısına vurmuş cesetlerdendir. Telafi yoksa teselli de yoktur onun için. Yas yitip gidenin büyük boşluğunu ve melankoliyi alameti farika olarak bırakır Eva’ya.
Eva konuşur: Senin için, boş vakitlerinde oynadığın oyuncak bir bebektim. Hasta olursam veya yaramazlık yaparsam, beni bakıcıya
teslim ederdin. Kendini odaya kapatıp, çalışmaya başlardın ve kimsenin rahatsız etmesine izin vermezdin. Her zaman naziktin ama kafan başka yerlerdeydi. Seninle konuştuğumda nadiren cevap verirdin. Her zaman o kadar hoş görünürdün ki, ben de güzel olmak isterdim. Görünüşümü beğenmeyeceksin diye endişelenirdim hep. Çok çirkindim. Sıska, kemikli, büyük dana gözlü kaşları olmayan ve geniş ağızlı. Kollarım çok zayıftı, ayaklarım ise çok büyük. İğrenç göründüğümü düşünürdüm. Bir şeylerin gitmene engel olması için hep dua ederdim, ama hep giderdin. Beni kollarının arasına alıp öperdin sonra bana bakıp gülümserdin. Gitmek üzereyken, bir yabancı gibiydin. Beni görmezdin. Hep şöyle düşünürdüm, “Artık öleceğim canım çok yanıyor. Asla tekrar mutlu olmayacağım. Eve dönmene bir kaç gün kala heyecandan ateşlenirdim. Gerçekten hastalanacağım diye kaygılanırdım, çünkü hasta insanlardan korkardın. Eve geldiğinde o kadar mutlu olurdum ki sanki dilim tutulurdu. Sabırsızlanıp derdin ki: “Eva annesi eve döndüğü için pek mutlu olmuş görünmüyor. ” Utancımdan pancar gibi kızarırdım ve ter içinde kaçardım oradan. Hiçbir şey diyemezdim, Söyleyecek tek bir lafım yoktu. Evimizdeki bütün kelimelerden sanki sen sorumluydun. Söylediklerini hep şüpheyle karşıladım. Gözlerindeki ifadeyi anlatmıyorlardı. İçgüdüsel olarak anlardım ki söylediklerin kastettiklerin değil. Söylediklerini anlayamazdım. En korkunç olanı da, sinirden deliye döndüğünde gülümsemendi. Babamdan nefret ettiğin zamanlar onu “sevgilim” diye çağırırdın. Benden bıktığın zamanlar “sevgili küçük kızım” derdin. Duymazsa o sesi dalgın anne/kız ölecek.
Filmlerinden yüksek sesli şiddet yükselen, neredeyse idin şiddetle öpüşmesinin sıfır noktasından filmler yapan Kim Ki Duk’un Pieta’sı (2012) da böyle bir filmdir. Michalencelo’nun İsa’nın ölü bedenini kucaklayan Meryem’inden esinlenmeleri taşıyan film bu kez de anne-oğul ilişkisi ile çocuğun ruh huzurunun anahtarı olarak annelik üzerinden şiddeti, merhameti, kurtuluşu tartışmaya açar. Söz konusu bu iki film, annelik kavramı üzerinden bireyin varoluş sorunlarının temeline inerek bilinçdışı süreçlerimizin, idimizin, egomuzun oluşmasında, eksikliğinde, yaralarında anneyle kurulan karanlık ve tekinsiz ilişkilerin etki ve sonuçlarını sergiler.
Bu türden bir yoklamanın yapıldığı bir başka film de ülkemizden: Zefir… Şiirsel anlatımla doğalcılığı; süper ego ile idin çatışmasının geçirgenliklerini başarıyla dengelemeyi bilmiş bir ilk film. Belma Baş’ın ilk uzun metraj denemesi olan film, ilk örneklere özgü sıkıntıları taşımakla birlikte özellikle senaryosu ile dikkatleri üzerinde toplamayı hak ediyor. Bizdeki gibi annelik kavramı üzerindeki kutsal haleyi her anlamda her biçimde sömüren, toplumsal cinsiyet ve temsil ilişkileri sorunlu bir toplumda anne-çocuk ilişkilerine ters bir açıdan ve radikal bir yaklaşımla bakan film annelik üzerindeki kutsal haleyi kırmaya ve bu meseleyi daha derin bir iç gezintiyle sorgulamaya bizi yönelten bir bakışı taşıyor.
Doğalcı bir yaklaşımla ve doğanın egemen gücünün kapsayıcılığında ilerleyen hikâyesiyle şiddetin ve ölümün olağanlığını ve sıradanlığını izleyeni rahatsız ve huzursuz ederek veriyor. Modern insanın turistik, folklorik, romantik ve nostaljik bir malzemeye dönüştürdüğü doğanın etkisi, kapsayıcılığı filmde onun baş kahraman rolü üstlenmesini de sağlamış. Yalın dilli basit ve sıradan bir hayatı anlatan film neredeyse uzun bir süre önemsizmiş gibi görünen minik dramatik çatışmalarla ağır bir tempoyla yol alırken final bölümüne sakladığı öldürücü darbesiyle izleyenleri bir anda allak bullak ediyor.
Film, Karadeniz coğrafyasının eşsiz görüntülerinin içinden bize ulaşır. Sakin, sade, yalın bir anlatımla kurulan hikâye 11 yaşında, çocuklukla ergenlik çelişkileri arasında kalmış mutsuz bir kız çocuğu olan Zefir’in anneanne ve dedesi ile yaşamından bir kesiti sunar bize. Günlerini uzaklardaki annesini bekleyerek geçiren Zefir, annesine kısa süreliğine kavuşur; ancak bu kavuşma daha uzun, belki de dönüşsüz bir gidişin habercisi bir buluşmadır. Bağımsız bir kimlik olarak karşımıza çıkan anne, kızını anneannesi ve dedesi ile bırakıp uzaklara gitmek kararındadır. Hayatta çoğu zaman olandır; akıbet niyeti aşar.
Doğa bu filmde içeriğin ve ona bağlı atmosferin oluşması bakımından oyuncular kadar önemli bir rol oynar. Doğanın kendi döngüsü ile insanın zaman algısının oluşturduğu gerilim filmin tekinsiz havasının oluşmasına yardımcı olur. Özellikle yakın planlarla doğanın kendine özgü, başka bir döngüsellik içinde yaşadığı zamanı film başarıyla hissettirir. İnsana ait iç ve dış zaman algısını doğanın tekinsizlik üreten sakinliğiyle ve rutinin, beklentisizliğin, alışkanlığın içinden aktarır. Doğa eşsizliğine, sessiz, dingin haline rağmen huzur veren bir uzam olarak yer almaz. Neredeyse bir zamansızlığın içinde yüzer gibidir film boyunca doğa. Zaman insan ve eylem ile aktığını duyurur, ama bu akış içinde insanlar ve eylemler sanki büyük bir su damlasının içindedir. Genişleyen bir an gibidir film. İlk planla başlayan film cümlesi son plana dek genleşmiş bir şimdiki zaman algısıyla akar. Doğa tüm yabanıllığı ile karşımızda durur. Romantik bir kaçış alanı değildir. Zamansızlığın içinde durağanlığıyla bir hafıza havuzudur. Bilinçdışının durgun gölü ya da. Özellikle Zefir, doğanın tüm yabanıllığı ile içimizde nasıl ürkütücü bir halde bulunduğunu anlatan bir figürdür. Toplumun ve kültürün yontup biçimlendirdiği insandan bambaşka bir hal içindedir Zefir.
Zefir, dedesi ile yaptığı doğa yürüyüşlerinde ölümle tanışır. Dedesi yol boyunca gördüğü ölmüş hayvanları gömer. Ölmek ve gömülmek Zefir için doğanın, hayatın olağan bir hali olarak kanıksanmıştır. Filmde sık sık görülen gömü ritüeli leitmotiv olarak filmin finaline izleyeni hazırlar. Anne-kız ilişkisinin ve yaşanacak felaketin ötesinde hayat-ölüm döngüsüne dair derin bir okuma yapmaya zorlar. Dedesinden öğrendiği hayvanları gömme biçimini, final bölümünde annesini uçurumdan iterek ölümüne neden olduğu sahneden sonra, onu da aynı biçimde gömerken kullanır. Zefir, annesi ile arasında sonsuza uzanan kopmaz bir bağ oluşmasını ve ilk ve son kez ayrılmaz bir biçimde yan yanalıklarını onu öldürerek sağlar.
Zefir film boyunca yaşamla arasındaki ilişkiyi annesinin gelmesine odaklamış bir çocuktur. Benlik algısı terk edilmiş bir çocuktaki tüm defektleri taşımaktadır. Değersizlik sarmalı içinde bastırmaya, gizlemeye ve dizginlemeye çalıştığı yabanıl öfkesiyle görürüz onu pek çok planda. Arkadaş edindikleriyle de diğerleriyle de ilişkisi bir kayıtsızlık içindedir. Filmin başlangıcı bize sonunu haber veren ipuçlarıyla örülmüştür. Zefir dedesiyle yaptığı bir doğa yürüyüşü sırasında kertenkeleleri gömdükten sonra dedesine sen ölünce kimin yanına gömüleceksin diye sorar? Anneannenin yanına, yanıtını aldıktan sonra ben ölünce annemin yanına gömülmek isterim, der. Ölüm doğanın içinde doğal bir izlek olarak yer alırken aslında iç dünyanın gergin tekinsizliğinin izlerini de her alamda taşır. Film boyunca iç mekânın loşluğu, doğanın durağanlığının ardında parça parça izlediğimiz kımıltı hep bir şey olacak ama ne sorusunu huzursuzluk duygusuyla birlikte sordurur izleyiciye.
Annesinin gelmesini kuvvetli bir arzuyla ister Zefir. Bir gün de annesi çıkar gelir. İlk karşılaşma anının sıcak sarılışı dahi anne -kız arasındaki olağan bir duygusal bağdan nasıl da uzak olduklarını gözler önüne serer. Acemi, tutuk, kaygılı bir karşılaşmadır bu. Sonra zaman akmaya başlar gündeliğin içinden, rutin bir akış içinde anne kız ilişkisi giderek güçlenmez ve arzulanan daha doğrusu Zefir’in arzu ettiği yakınlık bir türlü kurulamaz. Anne zaten kızının ve ailesinin yanına belki de bir daha geri gelmemek üzere gideceğini haber vermek için
gelmiştir. Zefir içten içe bu kavuşmanın bir gün biteceğini ve annesinin onu bırakıp gideceği tedirginliğini içinde saklamaktadır. Zaten anne beden diliyle de sözel olarak da soğuk, uzak, bağ kurmaktan özellikle ve doğallıkla kaçınan bir tutum içindedir. İzleyenleri rahatsız edecek kadar katı görünür. Toplumun genel algısı içinde bilinen, sevilen ve kabul görmüş anne imajından çok uzaktır. O nedenle de özdeşleşilebilecek bir karakter olarak karşımıza çıkmaz. Dolayısıyla da film, izler kitlede bir katarsis, bir rahatlama oluşturmaz. Yabancılaştırma, yadırgatma ve rahatsız etme yoluyla derdini anlatma Baş’ın seçtiği yoldur.
Bağımsızlığını, kendini çocuğuna tercih etmiş bir anneden genel izleyici pek de hoşlanmayacaktır. O nedenle anne için anti-kahramandır diyebiliriz. Zefir için de öyle… Nihayetinde o da çok sevdiğini düşündüğü, özlemle beklediği annesini soğukkanlılıkla öldürmüştür. Ölüm planlanmış bir cinayet değildir, öylesine, birdenbire oluvermiş gibidir. Nitekim annesini gömmesi, sonra oturup annesinin çantasından çıkardığı kumanyasını soğukkanlılıkla yemesi tüm bunları bir çocuğun yapabiliyor olması ciddi biçimde izleyeni irkiltecek sahnelerdir.
Film boyunca annenin özlemle beklenmesinden sonra karşılaşılan anne hiç de Zefir’in beklediği gibi bir anne değildir. Zefir’de ciddi biçimde hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı yaratır. Özellikle bir gece Zefir’e annesinin süt getirdiği sahne bu kapanmayacak uzaklığı, yabancılığı etkili biçimde anlatır. Annenin kızla iletişiminde sütün metafor olarak kullanıldığı planlarda, annenin gayretine rağmen bir türlü beceremediği, içselleştiremediği annelik rolünün üzerinde nasıl geçici ve ne kadar iğreti durduğu, tüm bunların Zefir tarafından sezgisel olarak çok iyi bilindiği ve hissedildiği iyice anlaşılır.
Annenin evden ayrılma sahnesiyle başlayan finalde anne adeta Zefir’den kaçar. Onunla vedalaşamaz. Kızını uyurken ardında bıraktığını sanır; oysa Zefir annesinin yoluna çıkmaya kararlıdır. Dik başlı bir meydan okuma ve hesap sormadır annesinin yoluna çıkması, hatta yolunu kesmesi. İkisinin de arzu ettiklerini elde etme yolundaki kararlılık ve inatları neredeyse başa baştır. Ne Zefir annesini kalmaya ikna edebilir ne de annesi Zefir’i geri dönmeye. Konuşmak için mola verdikleri eşsiz manzaralı bir uçurum kenarında yaptıkları konuşma birbirleriyle son temasları olur. Sonra annesini Zefir uçuruma iter, annesi sonsuza kadar Zefir’in olur.
Zefir’in hayatında anne o kadar yoktur ki doğa adeta annenin yerine geçer. Saklayan, içine alan haliyle doğa bir plasenta gibi Zefir’i kapsar, onun üstüne kapanır. Annesiyle sonsuza kadar kopmaz bir bağı kurduğu yer olur, kültürel dünyada gerçekleştirilemeyen doğanın yardımıyla sağlanmış olur. Baş doğa-insan ilişkisini metafiziğin uzağında psikanalitik bir yönsemeyle anlamlandırmaya çalışır. Annenin kaybedildiği yer onun asıl kazanıldığı yer olur Zefir için.
Sanat bizi kendimize yaklaştırmıyorsa, insanı tanımak için bir olanak yaratmıyorsa, dünyayla kurduğumuz bağı sorgulatmıyorsa ne işimize yarar ki? Dertsiz baktığımız bir sanat da doğa da ancak dekor olur hayatlarımıza. Bunu aşabilenler kusursuzluklarıyla değil bu işlevleriyle hafızamızda yer ederler. Biraz bizden taşıdıklarıyla, zaman zaman yabancılıkları, aykırılıkları, uzaklıkları; ama şaşırtıcılıklarıyla; uyandırdıkları hayret ve merakla… İnsan yaş ve deneyim aldıkça gerçekliğin çok parçalı yüzleriyle karşılaştıkça hayreti diner sanılır. Ama hayat işte, bir hayret haykırışı olarak duruyor karşımızda.
Makama erişmek kalp ve cesaret istiyor.
sahi senden mi doğdum anne
yollar nehirler kuşluk vakitleri dururken
bir insandan mı doğar bir çocuk (1)
1 Anne/ Haydar Ergülen