21 AĞUSTOS, PERŞEMBE, 2014

“Sinema ve Edebiyat”: Kemik İnadı

Sinema ve Edebiyat dizimize Asusman Susam’ın “Kemik İnadı” yazısıyla devam ediyoruz...

Hatırlamak… Hep sabahta kalmak gibi. Sürekli bir uyanış, gurbette olma hali… Heidegger’i anımsıyorum o yüzden sık sık. Dünyaya atılmış olmak…

“Sinema ve Edebiyat”: Kemik İnadı

Hafıza takıntılı olup çıktın, diyorum kendime. Neyi düşünürsem düşüneyim, ne hakkında yazarsam yazayım bu takıntım dipten, en derinden bir yerden bir sinir ucu gibi beliriyor, toprağa baş kaldıran filiz gibi, oradan gelenin kuvvetiyle yeşermek istiyor. Bir pandül beynimin içinde hatırlamak unutmak arası salınıp duruyor. Bu zamanda yaşadığım için mi, bu topraklara doğduğum için mi beni ele geçirene aşığım böyle? Hatırlanması, hiç unutulmaması gereken ne çok şey var. Hatırlamak… Hep sabahta kalmak gibi. Sürekli bir uyanış, gurbette olma hali…Heidegger’i anımsıyorum o yüzden sık sık. Dünyaya atılmış olmak… evi özlemek, hızla tarih dışına çekilmek, zamansız; öncesiz ve sonrasız sürekli bir anda kalmayı düşlemek… Acı ne kadar büyükse o kadar çok düşlemek. Ama an yok; onu düşünürken, onu ararken, onu yakaladım sanırken o çoktan geçmişin oluveriyor. Şimdi dediğimiz geçmiş ve geleceğin kıskacında. Onu kuruyoruz derken, onun içindeyiz sanırken o hercailik geçmişe dalıp geleceğin incisini  bir çabukta avuçlamış. O nedenle attığımız her adım, şimdi ve burada her olma ve bulunma halimiz çok önemli. Tarih böyle oluyor çünkü.

Tarihi  sıkıcı, insansız, yüzü hep muktedire dönük düz bir ilerleme çizgisi olarak görmekten ve okumaktan vazgeçmek lazım. Büyük anlatı iması içeren bu tarih, hafızadan yardım ister görünse de hiç hakikatle bakıp sevmez onu. Bizim başka bir tarih algısına; hafızayla kan kardeş, bizim sesimizle oluşmuş hikâyelerden mürekkep bir evrenden yapılma tarihe çok ihtiyacımız var. Benjamin’in sözünü ettiği hikâye anlatıcılarına, onlardan tarihi dinlemeye, onlarla tarihi yeniden kurmaya… hâlesini yitirmiş, deneyimin hükümsüzleştiği, insanın kendi ıssızlığında boğulduğu bir dünyada bizim hikâye anlatıcılarına ne çok ihtiyacımız var.

Benjamin der ki “Hikâye anlatıcısı, dürüst adamın kendisiyle yüzleştiği kişidir.” Bu yüzleşmeyi sağlayacak olan, modern toplumun hikâye anlatıcıları sinemacılar ve edebiyatçılardır bana kalırsa. Kaleminden, beyaz perdeye vuran gölgesine dek bu hikâye anlatıcısı rolünü  bu toprakların tüm aidiyet ilişkileriyle üstlenmiş kişilerinden birinin de Ercan Kesal olduğunu düşünüyorum ne zamandır. Öncelikle bir yazar olarak anılmak isterim dediğinden, en çok yazdıklarıyla ... Peri Gazozu, Türkçenin en eşsiz metinlerinden biri olduğu için onca iltifatı görmedi. Peri Gazozu’nda baştan sona hatırlama üzerine kurulmuş olan anlatı parçaları geçmişten geleceğe şimdinin ilmekleriyle hakikati dokur. Unuttuğumuz, küflenmeye, çürümeye yüz tutmuş içimizin pencerelerini yaptığı duygusal basınçla açmaya zorlar. Tarih duygu sevmez; ama duyguyla hatırlamak iyidir. Vicdandan, adaletten, vefadan; kısaca insandan kopmamayı sağlar. Peri Gazozu okuyana bunu yapar. Olağanüstü bir yazarlık ustalığı için mi bunca sevildi bu kitap; hayır herkes kendi hikâyesini gördüğü için onu çok sevdi. Benjamin’in dediği o dürüst insanlar birbiriyle yazının mekânında karşılaştığı için.

Yozgat Blues

Bir yazar olmanın yanında Ercan Kesal sinemanın da hikâye anlatıcılarından. Yazma eylemine göbekten bağlı biri olduğundan mıdır, yönetmenlerinden daha çok oynadığı filmlerin sahibi gibi görünüyor. Sinemayı ikonografik bir temsiliyet ilişkisinden kurtarıyor. Görünenin ardının anahtarı hangi filmde ne kadarlık görünürse görünsün ondaymış gibi duruyor. Bir Zamanlar Anadolu’da filmini yenilerde seyretmiş bir arkadaşım filmi Ercan Kesal’ın rolü ve oyunculuğu üzerinden anlatıyor. Sen bilmezsin iç taşrayı diyor, onlarca kez gördüğüm, bildiğim muhtarın aynısıydı filmdeki adam. Öyledir ora insanları aynı duruş, bakış, konuşma… diye sıralıyor. Bir filmden insanın aklında kalanlar en çok hayatı tüm yalınlığı ve çıplaklığıyla böyle aktaranlar oluyor. Tıpkı hayat gibi’den de öte; işte hayat tam da bu, böyle dedirten. Kesal’ın oyunculuğu da bu açıdan baktığımızda tıpkı yazısı gibi, öyle… O nedenle serin ve mütevazı akışlı bir film olan, taşra merkez diyalektiği üzerinden silinmekte olan bir insan tipi ile türemekte olan yeni insan tipi ve yaşam biçimine dair iddiasız ama derin ve yeni bir cümle kurmaya çalışan Yozgat Blues, başta Kesal’ın performansı olmak üzere bir oyunculuk şölenine dönüşüyor. Filmin başkarakteri Yavuz çok kolay sarkastik bir karaktere, parodi öğesine dönüşebilecekken yönetmenin ve Kesal’ın kan uyumu, hayat bilgisine dair sezgisel ortaklıkları, Yavuz’un pasifliğine, eylemsizliğine rağmen onu çok saygıdeğer, içeriden hissedilen bir karaktere büründürüyor. Senaristin ve yönetmenin filmde tercihen bıraktıkları boşluklar, dramatik örgüde zafiyet yaratma tehlikesini taşıyor olmasına rağmen belli ki bu risk oyunculuklar sayesinde alınmış ve aşılmış. Senaryonun vermediği bilgi jestler, mimikler, duruşlarla tamamlatılmış. Yönetmenlik ve oyunculuk bizi Yavuz’un hakikatine inandırmış.

Kesal’ın bir başka oyunculuk şöleniyle Küf filminde karşılaşıyoruz. Ali Aydın’dan bir ilk film olan Küf (2012) 69. Venedik Film Festivali’nde Geleceğin Aslanı Ödülü’nü de kazanmış. Yönetmenin, oyunculukların başarısına görüntü yönetmenininkini de hemen ekleyebileceğiniz bir film Küf. İnceden inceye planlanmış her bir sahne mekânla insan ilişkisinin, atmosferin filme ne denli katkıda bulunduğunu anlatıyor. Bir ilk film için estetik dili de hikâyesi kadar başarılı Küf’ün.

Başta hafızadan söz açmıştık ya işte hafıza tazelemesi üzerinden anlaşılması gereken bir vicdan filmi Küf. Demir yollarında yol bekçisi olarak çalışan Basri’nin hikâyesi. Bir kayıp filmi. On sekiz yıl önce üniversite öğrencisi oğlunu gözaltında kaybetmiş bir babanın hikâyesi. Oğlunun ne ölüsüne ne dirisine ulaşamamış olan Basri olaydan altı yıl sonra da karısını kaybeder. İki kayıpla birlikte kendini bütünüyle toplumdan soyutlayan Basri’nin hayata dair tek inadı her ayın başında ve ortasında devlete yazmaktan vazgeçmediği dilekçeleridir. Basri oğlunu bulabilecek midir, bulursa nasıl bulacaktır? Filmin gerilimi bundan ibarettir. 

Yozgat Blues

Son dönemdeki iyi sinema örneklerinde olduğu gibi Küf’te de tercih hızla gelişen olaylar grafiğinden, bol çatışmalı dramatik örgüden yana kullanılmamış. Bir sürecin yansıması ve süreç içindeki hayatın seyri zamanın mekândaki somutlanışlarıyla aktarılmaya çalışılmış. Bir filmin iyiliği zihnimizde kalan ve silinmeyen sahnelerin çokluğuyla ölçülür dedik ya. Bu, duygularla, duyuşla ilgilidir. Değilse grameri her sağlam film pek çok eleştirel kuram ve yöntemce kazısı yapılabilecek bir açıklık bırakır bize. Küf de politik eleştiri, sosyolojik eleştiri dahil pek çok eleştirel yönteme zengin malzeme verebilecek katmanlı filmlerden. Ama bu analizcilerin işi olsun.

Ben Basri’yi unutmadım. Ölmeyi arzuyla bekleyen, ama oğlunu ölü ya da diri bulmadan da ölmek istemeyen Basri, oğlunun ve karısının yokluklarıyla böcek gibi kendi nemli karanlığına çekilmiş biri. Gece nöbetlerinde rayların üzerinde yürürken gördüğümüzde onu, gökyüzünün onun için karanlık bir fanusa, bir ana rahmine dönüştüğünü hissederiz. Işık bu filmde neşeyle parlamaz. Ya yapay bir matlık içerir özellikle karakolun mekân olarak kullanıldığı sahnelerde ya da gecenin karanlık  akışını duraklatan bir cılız perde aralanması hissi yaratır. Dış mekân çekimlerinde dahi duyumsadığımız ve zihnimize kazınan, ışıktan çok, ışığın mekânda yarattığı başkalık nedeniyle burnumuza kadar gelen rutubet kokusu olur. Işığı koklarız bu filmde. Hayat çimen, toprak, çiçek değil küflü bir rutubet kokusu olarak taşar perdeden. Basri en çok karanlıkta ve karanlığa bakarkenki halleriyle oyulganır hafıza haritamıza. Öfkesini, isyanını içinde tuta tuta bastıra bastıra sözleri de eylemleri de azalmış bu adamın ruhu tıkız saman yastıklar gibi sert ve rahatsızdır. Gevşemek, hafiflemek için ölmeyi dilemek de yetmez. Önce oğul sancısını gidermek gerek. Bu iç katılığı zaman zaman sara krizleriyle bölünür,  bedenin ruha itirazı olarak krizler içeride hava boşlukları yaratmaya çalışır. Beyindeki bu elektrik şokları varoluşçu bir uyumsuzluğun hastalık olarak semptomatik dışavurumudur. Bu krizler dayanılmaz olan hayat ağrısıyla arasındaki inkıtalardır.

Ercan Kesal, oyunculuğuna ne zaman baktıysam, her rolü içine kaçmış bir dervişin nefesiyle oynadığını düşündürmüştür bana. Ondaki hayata dair sezgisel kuvvet bilişsel düzlemde seyreden madde dünyasını yükseltiyor, o bunu oynamadan yapıyor. Her neye bürünmesi gerekiyorsa o oluyor. Ondan kalple inanıyoruz onun gösterdiğine. O yüzden Küf’te Basri olduğunda hayatın, acının, çaresizliğin insanı çürütüp nasıl küfe dönüştürdüğünü gördüğümüzde sadece Basri için değil kayıplar yaşamış tüm insanlar için, hayat için merhamet kaplıyor içimizi. Kendimiz ve herkes için merhamet ve kurtuluş diliyoruz.

Küf, çürümenin nedenlerini gösterdiği kadar, açık alanlarıyla, kurmadığı cümleler tarafıyla da aslında çürümeye karşı direnmenin cümlelerini de izleyicisine veren bir film. Bir babanın kayıp oğlunu bulma inadı devlet katında pasif bir direniş olarak algılanmıştır yıllardır. Oğlum nerde demek, içerden kısık sesle dahi bunu söylemek itaatsizlik sayılıp türlü işkencenin nedeni kabul edilmiştir. O nedenle oğul bir kucak kemik olarak bulunduğunda, devlet Basri ile göz göze gelemez. Basri kucağında bir bohça kemik… rutubetli karanlık mağarasına çekilir. Ki akla Pavese hemen gelir: herkese bir bakışı var ölümün/ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak/bir ayıba son verir gibi olacak /belirmesini görür gibi/aynada ölü bir yüzün /dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı/o derin burgaca ineceğiz sessizce[1]

Bir anının yerçekimi gibi bizi çekeceğine inanıyoruz, diyor başka bir filmin hikâye anlatıcısı. Anısı olan kişi şu an’ın kırılganlığında hayatta kalmayı başarabilir, olmayan ise hiçbir yerde yaşayamaz… Nostalgia De La Luz/ Işığa Özlem (2010) Patricio Guzman’ın muhteşem belgeseli bu cümlelerle kapanır. Kayıplara dair 28 yıldır süren iyileşme ritinin anlatıldığı; bir yas ve iyileşme,  geçmiş ve gelecek, hatırlama ve unutma kutuplarında gidip gelen bir film Işığa Özlem. Hakikat arayıcısı kadınlar ve bilim insanlarını aynı filmde buluşturan yönetmen uzayın ürperten uçsuzluğunu da bize düşleterek kayıplara ve acılara rağmen hayattan yana umutlu tavrını evrenin döngüsel sürekliliği ile ilişkilendiren bir film yapmış. Hayat kemiktir’i bize anlatmış. Bigbang’den sonra oluşan ilk element kemiklerimizin ana maddesi olan kalsiyumdur. 28 yıldır bir çölde tekrarlanılan kemik inadıdır. Basri’nin inadının aynıdır.

Filmde Şili’nin kutba yakın bölgesinde uzayı dinleyen ve izleyen bir gözlem evindeki astronomlar, arkeologlar ve 28 yıldır bıkmadan kayıplarının kemiklerini arayan kadınlar, diktatörlük döneminin sürgün ve mahkûmları ortak bir hikâyede buluşmuşlar. Gökyüzü kazıcısı olan astronomlar, büyük patlama ve sonrasındaki izleri araştırarak varlığın köken bilgisine erişmeye, yeryüzünü kazıyan arkeologlarsa kaya resimleri ve buluntularla bu köken bilgisinin yerdeki yansıma ve izlerini deşifre etmeye çalışırlar. Astronomlar şimdinin imkânsızlığını anlatırken yaşadığımızın muhayyel bir şimdi olduğunu söylerken kameranın bizi sonrasızlığa fırlattığı uzay görüntüleri tarihin zaman içinde bir sapma olduğunu bize hatırlatır. Büyük devasa teleskoplardan ekrana düşen görüntüleri izlerken bugün olduğumuz şeyin dününü gördüğümüzü düşünmek ister istemez ürpertir insanı. Teleskop geçmişi bugüne getirir tıpkı hafıza gibi…

Yozgat Blues

Günümüzde bilim insanlarının insanlığın ve evrenin geçmişini aradığı yerde bir zamanlar Pinoche’nin toplama kampları da vardı. O kamplardan sağ kurtulanların anıları ile paralel bir kurguda seyreden film Şili’nin kanlı diktatörlük tarihini de bir yandan hatırlama-unutma ikiliği ile vermeye çabalar. Filmin hafıza taşıyıcılarından Mimar Miguel ve alzheimerlı eşi Şili’nin metaforu’dur; biri hatırlayan diğeri unutan…

Atacama Çölü’ndeki Gözlemevi’nin çevresinin 28 yıldır misafirleri var: Çölü elekten geçiren, sonsuzluğun yuttuğu hakikati arayan Calama Kadınları. Yer ve gök… hafızanın büyük atlası; orda bir şey kaybolmaz. İzler nebulalarla, çöl tozlarıyla örtülse de; unutuşun derin uykusu veba gibi insanlığa musallat olsa da uyanış ve hatırlayış hep olacaktır. Yaşananın hatırası geri gelecektir. Kayıp yakınlarından bir kadın diyor ki Şili’nin cüzzamıyız biz. Ekliyor: 70 yaşındayım, bana söylenenlere kolay kolay inanamıyorum. Bana inanmamayı öğrettiler. Bazen aptalmışım gibi hissediyorum çünkü durmadan sorular soruyorum ve kimse bana istediğim cevapları vermiyor. Birinin bana onları şu dağa attıklarını söylese bir yolunu bulur tepesine çıkardım. 20 yıl önceki kadar güçlü değilim. Sağlıklı da değilim. Bu zor olacaktır. Ama umut size güç verir. Bazıları merak ediyor neden kemikleri istiyoruz diye. Onları çok istiyorum! Mario’nun çene kemiklerinden birini bulduklarında onu istemediğimi söyledim. Dr. Patricia Hernández’e “Onu bütün halinde istiyorum bütün halinde alıp götürdüler sadece bir parçasını istemiyorum” dedim. Sadece onun için değil tüm kaybolanlar için söylüyorum. Hepsi için! Bugün onu bulsam, yarın ölmeye razıyım. Ama ben bulmadan önce ölmek istemiyorum. Diyorum yine tıpkı Basri’nin hissettikleri gibi.  Yeni Şili geçmişin kötü hatıralarını unutmak isterken bu kadınlar bunu imkânsızlaştırıyor. Bu kadınlar ve bu belgesel olmasaydı bu çöl bir hafıza mekânına dönüşemeyecekti. Ölümüzü unutamayız. Ahlaki olarak onları hatırlamakla sorumluyuz.

Yine annesi ve babasını Pinoche’nin işkencesi altında kaybetmiş, büyükanne ve büyükbabasıyla büyümüş genç bir kadın, gözlemevinde çalışmayı seçmiş, anne ve babasına yakın olmak için. Uzaya baktıkça ölüme, hayata, doğuma dair fikirleri nasıl da kendiliğinden değişiyor insanın, diyor, biz ölelim ki yeni gezegenler, yaşamlar doğsun… kucağındaki bebeğini koklayarak. Teleskop’un icadından çok çok önce Hâfız diyorum kim bilir ne çok baktı gökyüzüne… çarh ile ne çok söyleşti: Tan yelinin nefesi misler gibi esecek / Bu yaşlı koca dünya yeniden gençleşecek.[2]

Ben hatırımda kalanları hatıra olsun diye yazarken sosyal medyadan bir çağrı düşüyor sayfama: 467. kez Galatasaray’dayız… Hatıraların, hatırlamanın kıymeti için, devam edebilmek için…

0
7872
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage