Hipnotize olmuş gibiyim. Kırpmazsam gözlerimi, ekrandaki sonsuzluk bu dedirten buzul maviye yutulacağım. Kahire’nin Mor Gülü(1) ’nde olanın tam tersi olacak sanki birazdan, akışkan dijitalliğin içinden kayıp uçsuz bucaksız bir beyazlığın ortasına düşeceğim. Kar yakacak, ışık kesecek tenimi. Evrenin soğuk nefesi dolacak ciğerlerime, boğulur gibi olacağım, kar kokusu sızlatacak genzimi. Gözlerinin mavi kuyusundan inleyen, melankolisiyle Noi umarsızca bakacak bana, şaşırmayacak. Bu kardan sonsuzluk hayretin kendisi çünkü. Ben kaçıp gitmek isterken, sen nasıl ve neden düştün buraya demeyecek. Kendi yalnızlığını yaşamaya devam edecek.
Öyledir çünkü, eşikten bakılıp eşikten konuşulduğunda öyledir. Noi Albinoi(2)’nin hayatı gibi. Bir şiirsel imgeyi yakalamak yalnızca şairlere vergi değil. 2003 yapımı Noi Albinoi’nin senaristi ve yönetmeni Dagur Kari, İzlanda fiyortlarında yaşayan, 17 yaşındaki, bedenine de coğrafyasına sığamayan, Noi’nin hikâyesinde şiirsel bir imgelemin peşine düşer. Eşikte olanın tedirginliğiyle. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda eşsiz örneklerle söz ettiği ‘dışarının baş dönmesi’ ile ‘içerinin uçsuz bucaksızlığı’nın öznesini yiyip bitirişi, melankolik bir duyarlılıkla şiirsel bir imgeye, düş-kapanına dönüşür filmde. Öyle ki sinemasal imge neredeyse izleyenin hakikati olur. Perdenin büyüsü kâğıda dökülen sözün gücü gibi yatay ve dikey bir eksende eşikteki için anlamlar çoğaltır.
Hapishane bazen dışarısıdır, uçsuz bucaksızlığına rağmen. Albino bir genç olan Noi, zekâsının, ruhunun farklılığı dış görünüşüyle de perçinlenmiş bir boyalı kuştur. Bütün ötekiler gibi içindeki vahşi hayvanın ulumasından kulakları dışarının seslerine kapanmıştır. Acısı
kemiğine dayanmıştır. Gitmekten başka çare yoktur; ama beyaz, sonsuz geniş, öldürücü soğuk, çıkışsız bir hapishanedir ev’i. Ölüm gibi katı ve durağan, koyu bir sessizlikte yaşamda kalabilmenin tek yolu düş kurmaktır onun için. Sıcak ülkeler, sıcak denizler düşleyen bir düş-kurandır, o. Noi’yi sevdim. Bir düş kuran olduğu ve vazgeçmediği için. Kişinin arzusundan vazgeçmemesi gerektiğini, isyan etmenin bir hak olduğunu söyleyen Lacan’ı çağırdı Noi yanına. Ekrana dalıp giden ben, gerçek ile imgenin bir o yana bir bu yana salınımlarıyla hipnotize olmuş, bir düş kurana dönüşürken…Sonrasını, Noi’ye olanları merak edenler, kara bir deliğe çoktan dönüşmüş, tekinsiz hafıza mekânında, sanal dünyanın koridorlarında gezerken kolayca rastlayabilirler ona.
Hafızanın dirilticisi zamandır sanılır ya, bu yanıltıcıdır. Hafızayı kuran mekânlardır. Ama hafıza yanına hayali almazsa zaman da mekân da büzüşüp kurur kendi kovuğunda. O yüzden diyor belki Bachelard Gördüğümüzün düşünü kurmadıysak dünyayı asla iyi görmemişiz demektir(3). Sinema nasıl bir düş kurmanın yanı sıra hafızanın mekânıysa şiir de öyle. Ondan mıdır bilmem Türkçeleşirken Buzdan Hayaller adını alan bu film, iflah olmaz bir düş kuran olarak kışkırtıp bambaşka hafıza mekânlara savurdu beni. Bunda film kadar sanal medyadaki kar velvelesinin etkisi ne kadar kestiremesem de dışarıdaki ayazın içeriye sızan izlerinin payı büyük ki pencere önene kadar getirdi beni. Dışarıdakini görmeye, dışa bakmaya iç, içten gelen engel olabilir mi? Soluğum, ona karışan kahvenin dumanı cama perde olurken gayri ihtiyari siliyorum camı. Dışarıyı görüyorum şimdi ve güvendeyim içeride. Ne iyi diyorum bu plastik doğramalar ahşap gibi sızdırmıyor dışarıyı. Alnım düşünüyor şimdi, cama dayalı, benim yerime. Çift camları, içlerine sıkışmış, tazelenemeyen havanın hapisliğini…
Afakanlar basıyor içimi. Uzağa bakmalıyım diyorum, alnımı kurtarıyorum. Bekliyorum gelmeyecek olanı… Selam verip geçecek kar İzmir’in üzerinden; ne sevincini, ne ürpertisini, ne korkunç yüzünü bize göstermeden… geçip gidecek üzerimizden . İzmir’e döndüğümden beri kar bana beklememeyi öğretti. Beklemek şimdi’yi öldürür. Ben artık anın içindeki düş kuranım. Oluş, şimdiki zamanı içerir. Geleceğin boyunduruğu insanı yaşamasız bırakır. Şimdi gelecektir diyorum, içinde minik kar taneleri gibi uçuşansa geçmiş. O şimdiden asla ayrılmayan…
Derken o uzak bakış gökyüzünden inen selamı görüyor. Yere düşmeden yeniden suyun döngüsüne katılan kar tanelerini. Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,/ Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar/ Geçen eyyam-ı nevbaharı arar(4)… Geçmişten, uzaklardan hafızamın çağırdıkları… Elhan-ı Şita’yı okumadan bir kışım geçmemiştir benim lise yıllarından beri. Gittiniz, gittiniz siz ey mürgan,/ Şimdi boş kaldı serteser yuvalar; Yuvalarda _yetim-i bî-efgan!_/ Son kalan mâi tüyleri kovalar/karlar / Ki havâda uçar uçar ağlar. Yine öyle olsun istiyorum. Şiiri bulup baştan sona ve müziğiyle, yüksek sesle bir kez daha okuyorum. Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar.
Kar, diyorum unutuşun mu hatırlayışın mı kuyudaki eli? Ölümün ürperten yorganı mı, doğacak yeni hayatın koruyucu pelerini mi? Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!(5) İçine çekildiğinde kim duymamıştır ki kendisine fısıldanan bu sesi? Karın yarattığı melankoli bundan değil mi ki? Bizi bize yaklaştırdığından, bizi gizli-açık telaşlardan uzaklaştırdığından…Göğe uzanır –tek, tenha- bir kamış/ Sırf unutmak için, unutmak ey kış!/ Büyük yalnızlığını dünyanın.
Bu büyük yalnızlığı, yeniden yeniden düşündüğümde, ölümün soğuk ürpertisinin iliğimize dayandığı uçsuz bucaksız bir kardan ovada, sersem sepelek serçeler gibi bir başına ve sebil hissediyorum şimdilerde hepimizi. Bu kar sevinci, bu kar çığlıkları o üstümüze yağarken, üstümüzü örterken büyük çaresizliğimizi ve yalnızlığımızı bize hatırlatan trajedimizi yok saymak, unutmak için başvurduğumuz bir oyun mu? Bilinçdışının bir hilesi mi ?
Kar, o denli net ve sert, bize meydan okurken bu bizi her defasında içine çekmeyi başaran melankoli, romantik bir kaçış ya da teslim oluş yolu mu? Hayata dair zorlu sınavların mevsimi değil mi kış? Açılıp saçılmamıza izin veren yaz, ayıplarımızın kolayca örtülmesini sağlarken parklarda, korularda, kumsallarda, bulvarlarda nasıl da hilesiyle bir denklik aldatmacasının içine sürükleyiveriyor bizi. Ama kış
ve acımasız kırbacı kar öyle mi? Yazın bütün sihirleri yerle bir işte. Yokluk ve yoksunluk gözlerimize dik dik bakıyor işte. Kapılar kapıları açıyor yine, bunları yazar ve düşünürken Klee’nin Angelus Novus tablosu geliyor aklıma. W. Benjamin’in tarih meleği. Tarih Üzerine Tezler’in 9. Fragmanın başında bu şiir vardır: hazırım kanat çırpmaya/dönsem derim dönsem geriye/ bir an daha kalırsam burada/ korkarım hiç dönemem diye…(6) Tarihin uyutan hikâyeleri geçmişe bakışı yücelten bir nostaljiyle bizi uyuşturmak isterken meleği şimdiye bakmaya zorlar Benjamin. Geçmişin razılığından ve egemenliğinden kurtulan için şimdi noksanlığın, yoksunluğun içinden derin bir melankoli okyanusu değilse nedir ki? Kar örterken açar. Herkes evine çekildiğinde, görünmez olduğunu sandığımız yoksulluk, en çok o zaman görünür gözlere. Kar içinde yanan karı(7) anlamaktan giderek daha da uzaklaşırken insanlık, içerisi mi dışarısı mı hapishane?
Kar yağıyor karanlıklara/Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.(8) Unutuşla avunmak isteriz ya, o tatlı uyku ölümün hilesidir ya… Aldanırız. Kar yağdıkça unutmaktan çok hatırlamaya döner yüzü hafızanın. Denizin dibindeki tutsak ganimetler bir fırtınanın alaborasıyla hafızanın kıyılarına vururlar. Oradaki kıymeti görmek ne önemli. Yalnız bir kişi için değil toplumlar için de böyle bu. Hatırlamanın kıymeti… Kar, bütün sertliği, ürküten tuzaklarıyla diri kalması için zorlar insanı. İnsan kalması, içindeki vahşiyle konuşması için. İnsan ne korkunçsun sen! Kar, bunu yağdıkça hatırlatır.
Çift cam; önündeyim hâlâ. Alnımda soğuğu dışarının. Ayaklarım taze kar üstünde yürüme hissini hatırlıyor. Kulaklarım o sesi duyuyor. İzmir’de kar yere konmadan kayboluyor. Kar içinde geçirdiğim ilk kışımı hatırlıyorum. cadde sokak çocuk atkısı kahve dumanı allah/ neydi o kış gözlerim kar her yerde(9)
Ve ne iyi ki sözcükler var, hem parçalayan hem tamam eden.
1 Kahire’nin Mor Gülü/ Woody Allen(1985)
2 Noi Albinoi (Buzdan Hayaller)-2003. Yön.Dagur Kari
3 Düşlemenin Poetikası/ G. Bachelard(2012) İthaki
4 Elhan-ı Şita/ Cenap Şahabettin
5 Kar/ Ahmet Muhip Dıranas
6 Gerhard Scholem
7 Kar Şiiri/ Sezai Karakoç
8 Nâzım Hikmet
9 O Kış Kar/ Ömer Erdem