Emir Çubukçu’nun ikinci öykü kitabı “Yaban Hayvanı Koleksiyonu” ve öykülerindeki anlatı ve tema tercihleri üzerine bir yazı.
Ya serin bir sabah, karakterin kat kat giyinmesini gerektirecek kadar soğuk bir hava ya da sicim gibi yağmurla açılıyor Emir Çubukçu’nun İletişim Yayınları’ndan yayımlanan yeni kitabı Yaban Hayvanı Koleksiyonu’nun pek çok öyküsü. Öykü mekânlarında hüküm süren iklim; metinlerdeki kişiler arası iletişimsizlik, mesafeler, tedirginlik, kişilerin yaşamlarındaki boşluklar ve şiddetle hemhâl olarak bütün anlatıları biçimlendiriyor. “Kır Hayvanları” ve “Kent Hayvanları” başlıklı iki temel bölümden oluşan kitapta toplam sekiz öykü yer alıyor.
Yazınsal metinlerde çoğunlukla benöyküsel anlatıcı ya da hâkim bakış açısının kullanılmasına bağlı olarak üçüncü kişi (o) anlatıcı tercih edilirken Çubukçu’nun “Örümceğin yazılmamış masalı”, “Bir avuç et”, “Yılkının son doğumu” ve “Tahir Bey’in bacakları” öykülerinde senöyküsel anlatıcıyı tercih etmesi dikkat çekiyor. Çağdaş edebiyatta bu anlatıcının kullanıldığı en yetkin örnek olan Michel Butor’un Değişim’i üzerine yazdığı kitapta Mehmet Rifat, senöyküsel anlatıcının anlatıcı, dinleyen/kendisine anlatılan kurmaca karakter ve okur arasında sıkı bir ilişki kurduğunu ifade ediyor. [1] Emir Çubukçu’nun öykülerinde de anlatıcı-öykü kişisi-okur arasındaki sınırları bulanıklaştıran bir anlatım söz konusu.
Gerek yukarıda bahsettiğim iletişimsizlik, tedirginlik ve şiddet gibi temalar gerekse yazarın anlatıcı tercihi ve adlarını andığım öykülerin dışındaki dört öyküde kullanılan biçem, birbirini destekleyen bir yapıyı ortaya koyuyor. “Örümceğin yazılmamış masalı”nda geçen “Biz seni uzaktan dikkatle izliyor, ne yapacağını merak ediyor, bir masalı tamamlamaya çalışıyoruz” tümcesiyle okur, anlatıcı ile özdeşleşerek öykü kişisini takip etmeye koyuluyor ve doğanın başat konumda olduğu bir baba-oğul öyküsünde seyrine devam ediyor. [2] Kısa öykünün temel özelliği, yalınlıkla derinliği birleştirebilmesidir. Sözgelimi bu öykü, tek tümce ile – babanın oğluna söylediği “Beni bu kadar sevdiğini bilmiyordum” tümcesiyle – baba ile oğul arasındaki kendilerinin bile o güne dek dillendiremedikleri bir mesafeyi duyumsatmayı başarıyor. [3] Akabinde bu mesafenin nedenlerini sorgulayacağı bir alan açıyor okura. Mutlaka bir çatışma olması gerekmiyor, toplumun dayattığı verili roller de mesafelerin, aradaki iletişimsizliğin baş sorumlusu olabiliyor çoğu zaman. Bir babanın oğlu tarafından ne kerte sevildiğini tam olarak bilmemesi de bunun bir örneği. Öykü, babanın anlatmaya başlayıp yarım bıraktığı masalı oğlunun tamamlamasını istemesine benzer biçimde okura anlamlandırması için boşluklar bırakarak bitiyor.
Bahsi geçen örümcek masalıyla öykü kişileri arasında özdeşlik kuran “Örümceğin yazılmamış masalı”ndan başlayarak Emir Çubukçu, kitaptaki pek çok öyküde doğayı merkeze alıyor ve türcü ideolojinin karşıt olarak konumlandırıp aralarına mutlak sınırlar çizdiği insanla doğanın öykülerindeki yolları, kaygıları, korkuları ve daha birçok hissi kesiştiriyor. İlk öyküde kayıp ve acı, her canlının sırtında ağır bir yük gibi onu ezerken “Bir avuç et” adlı ikinci öyküde konu olarak farklılaşsa da temel meselesi olan yaşam – ölüm düzleminde insan ile doğayı tekrar bir araya getiriyor ve doğa, yaşamlarına hiçbir şey olmamış gibi devam eden kişilerin birbirlerinden sakladıkları gerçek duyguyu, nefreti kusacak olan bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Başka deyişle, “ete kemiğe” bürünüyor. [4]
Öykü kişilerinin gizledikleri nefretlerine karşı tahakküm ve sömürünün farklı örneklerinin ne denli sıradanlaştırıldığını görüyoruz anlatı boyunca. Bir kadının rızası olmadan uygulanan cinsel eylemin cinsel şiddet olduğu gerçeğiyle hayvan bedenine yönelik sömürü arasındaki fail ve zihniyet bağına dikkat çeken bir ekofeminist okumaya olanak veriyor öykü böylelikle. [5] Bir sonraki öykü “Yılkının son doğumu”nda ise insan ile hayvan arasında başka bir temelde bağ kurarak insan-doğa ilişkisi devam ediyor. Önceki öyküdeki yok edicilikle bu öyküdeki yaşatmayı başarabilmenin neden olduğu karşıt duygular üzerine düşünmeye yönelten bir okuma olanağı da beraberinde geliyor.
Kitabın birinci bölümünün son öyküsü “Bir dolmuşun geleceğine inanmak”, iki bölümün temel mekânları olan kır ile kent arasındaki bir eşik mekânda geçiyor adeta ve Beckett ile diyalog kurarak öykü kişilerinin yaşamlarındaki Godot’yu farklı bir zamandan ve yerden anlatıyor. Bu öykü, aynı zamanda, bireysel ile toplumsal sorunları katı biçimde birbirinden ayıran kanon edebiyatının tersine bireysel gibi görünen bir anlatının toplumsal sorunlara dair sözünün olabileceğini de bir kez daha hatırlatıyor ve Emir Çubukçu’nun öykülerinde toplumsal, hatta politik söylem, edebiyatı propaganda aracına dönüştürmeden, yazınsallığı koruyarak var oluyor.
“Kent Hayvanları” başlıklı bölümün öykülerinde – özellikle ilk üç öyküde – ise ikili ilişkilerdeki iletişimsizlik, çatışma, geçmişe dönük hesaplaşmalar öne çıkıyor. “Ufak bir yara ya da Cevahir Et Lokantası” ve “Cellatlar” öykülerinde bu izlekler, yine bir hayvan imgesi – geyik sembolü – ile işlenirken farklı kültürlerin mitolojilerinde çeşitli anlamlar içeren bu imge, Emir Çubukçu’nun öykülerinde okura metinlerin yan anlam gösterilenlerini derinlemesine çözümleyebilmesi için yollar açıyor. İlk öyküde önemsiz görünen, hatırlanmayan ve elbette alt metin olarak ruhsal olanı işaret eden fiziksel bir yaraya karşı ikinci öyküde daha can alıcı, insanın ömrünü kuşatan yaralar, aynı imgenin farklı yan anlamları üzerinden irdeleniyor.
Kitabın son öyküsü “Tahir Bey’in bacakları”, diğer pek çok öyküde de hissedilen gerilimin son kerteye ulaştığı bir metin. Birinci bölümün ilk üç öyküsündeki senöyküsel anlatıcıyla kurgulanmış öykü, bu defa diğer üç öyküden farklı olarak, yer verdiği izlekler ve yarattığı atmosferin neticesinde okurla Elif dışındaki bütün öykü kişileri arasına mesafe koyuyor. Hiç kimseyle empati kurulamayacak bir dünyayı betimleyen yazar, seçtiği anlatıcıyla ilişkili olarak kurmacanın farklı dehlizlerinde ilerlemeyi tercih ederken bir yandan öykünün söylemi temelinde önceki bölümün son öyküsüne bir el uzatarak metin dışı dünyaya dair eleştirilerini yine edebiyatı araçsallaştırmadan metne yerleştirmeyi başarıyor, bir yandan da kitabın en karanlık öykülerinden biriyle yapıtı tamamlayarak okurun başa dönüp öykülere etraflı bir gözle yeniden bakmasını ve öyküler arasındaki çok dikkatli bakıldığında görülebilecek bağları fark etmesini sağlayacak bir “son söz” bırakıyor.
2017’de yayımlanan Günün O Belirsiz Vaktinde’den altı yıl sonra ikinci öykü kitabı Yaban Hayvanı Koleksiyonu’nda Emir Çubukçu, ilk kitabındakiyle kimi ortak izlekleri ele almayı sürdürürken biçemi, anlatıcı tercihleri ve kurgusuyla öykücülüğünde yeni anlatım biçimlerinin peşinde olduğunun ve kendini tekrar etmeyeceğinin de ipuçlarını veriyor. Hem ayrı ayrı hem bütün olarak değerlendirilebilecek sekiz öykü, yazı boyunca değindiğim izleklerin ve yapısal çözümlemelerin yanı sıra başka okumalar için okurların öykülerdeki seslerin peşine düşmesini bekliyor.
Kaynaklar
[1] Rifat, M. (2012). Roman Kurgusu ve Yapısal Çözümleme: Michel Butor’un Değişimi. YKY: İstanbul, s. 26.
[2] Çubukçu, E. (2023). Yaban Hayvanı Koleksiyonu. İletişim Yayınları: İstanbul, s. 10.
[3] Çubukçu, E. (2023). Yaban Hayvanı Koleksiyonu. İletişim Yayınları: İstanbul, s. 16.
[4] Çubukçu, E. (2023). Yaban Hayvanı Koleksiyonu. İletişim Yayınları: İstanbul, s. 22.
[5] Adams, C. J. (2013). Etin Cinsel Politikası: Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram. Çev. Güray Tezcan & Mehmet Emin Boyacıoğlu. Ayrıntı Yayınları: İstanbul.