Olga Tokarczuk’un mitsel bir Polonya kasabası zemininde, iki dünya savaşı arasında geçen zamanın üç nesille kesişimlerinden doğan hikâyelerini, dünyanın bir mikrokozmosu üzerinden anlattığı romanı Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler hakkında bir yazı.
Nike ödülü, Man Booker hatta Nobel Edebiyat Ödülü de dahil olmak üzere dünya çapında prestijli edebiyat ödüllerinin sahibi olan Olga Tokarczuk, çağdaş Polonya edebiyatının son yıllarda tüm dünya tarafından ilgiyle takip edilen yazarlarından biri. Ödüllerin her ne kadar kıymetli, azımsanmayacak etkileri olsa da Tokarczuk’u okurunun gözünde bu kadar önemli kılan sebeplerin başka olduğunu düşünüyorum. Bu da zamanın ruhunu anlayıp, özümseyip, aktarabilen; yaşadığı yüzyıla evrensel bir ses olabilen ve güçlü hikâyeciliğiyle okurların üzerlerinde kalıcı etkiler bırakabilen bir yazar olması ile açıklanabilir. Geçtiğimiz yıl dilimizde yayımlanan Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’nin, okuyan herkesin favori romanları arasında yer alması da bunun kanıtı olarak gösterilebilir. Okurunun elini bir an olsun bırakmadan sayfalar boyunca beraberinde götürebilen Tokarczuk, sıradan bir kasabada geçen olayları tüm insanlığın hikâyesi olarak anlatma becerisiyle bunu mümkün kılıyor. Gerçeğin sınırlarını hayal gücüyle yeniden şekillendiren yazarın, yaşadığı yüzyıla sahici ve geniş bir perspektiften bakması, kaleme aldığı her cümlenin içimize işlemesini de kaçınılmaz kılıyor.
Gündemimizde bu kez Olga Tokarczuk’un 1992 yılında kaleme aldığı, geçtiğimiz yüzyılı gerçek ile gerçekdışı düzlemde gidip gelen bir kurguyla anlattığı romanı Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler (Prawiek i inne czasy) var. Ayşe Tuba Ayman’ın editörlüğünde, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından Türkçeleştirmesiyle Timaş Yayınları tarafından yayımlanan bu romanla, ne mutlu ki bize, Tokarczuk külliyatımız bir parça daha genişledi.
Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, evrenin sınırsız geniş zamanı içinde, dört baş melek tarafından korunan küçük bir Polonya kasabasının iki dünya savaşı arasında yaşadığı zamanı üç farklı kuşak üzerinden anlatıyor. İnsana dair olanın öznel olduğu kadar evrensel de olduğuna dikkat çekiyor. Bize koordinatlarını bildirdiği, evrenin merkezinde olduğunu söylediği bu mikrokozmosu, zamanın insanlara, insanların da zamana sirayet ettiği bir akışla anlatılıyor. Tokarczuk, bunu da yaparken tanrısal bir tavır takınıyor: Yaratıyor, yaşatıyor ve öldürüyor. Öteki dünyaya ait ögelerle de tanrısallığını destekliyor. Yazar kurgusunun gerçeklerini tarih ile besliyor, yaşadığı coğrafyadan kopardığı parçalarla bu kasabanın zeminini sağlamlaştırıyor.
Romanın zamanı yazarın da işaretlediği gibi 1914 ile 1980 tarihleri aralığı. Bugünün dünyasını şekillendiren sayısız büyük olayın, en başta da dünya savaşlarının yaşandığı bir dönemin ruhunu taşıyor roman. Almanları, Rusları, komünistleri, dünyayı kuranları ve tahrip edenleri, zenginliği, yoksulluğu, gerçek ve gerçekdışı acılar içindeki Polonya’yı anlatıyor. Tüm bunları Niebieski ailesi ve Boski aileleri başta olmak üzere bu kentte sıkışıp kalmış ve dışarıdan gelmiş onlarca -özel- karakterin zamanlarının kesişmesiyle yarattığı dünyada işliyor. Düzenin zamanını, ona temas eden kişilerin, doğaüstü varlıkların ve doğal hayatın zamanlarıyla var ediyor.
Temelde dünya tarihi gibi “Kadimzamanların” tarihi de kuşaklar arası devam eden bir hikâye, her kuşak bir önceki kuşakla olan bağıyla kendi öz hikâyesini kuruyor. Tekil hikâyelerin devamlılığını sayfalar boyunca takip ediyor okur. Genowefa, Michal, Misia, Pawel Boski, Başak, Toprak Sahibi Popielski, Ruta, Izydor, Ivan Mukta, Kötü Adam, Adelka ve daha birçok karakterin yanı sıra Misia’nın Meleği, Mantar Miseli, Jeszkotleli Meryem Ana, Ihlamur Ağaçları ve nice bu evrende yer alan canlı ve cansız varlığın, dünyevi ve semavi karakterin zamanı kitabın sayfalarında hikâyesini anlatmayı bekliyor. Tüm bu zamanların ise bir şekilde aile bağı, rüyalar, inançlar, tesadüfler ya da savaşlar gibi birbiriyle temas hâlinde oluşu bu takibe devamlılık sağlıyor.
Yazar, roman boyunca bireysel ve toplumsal acıları tüm açıklığıyla anlatıyor. Savaş, yoksulluk, kıtlık, aldatma, dolandırıcılık, çaresizlik, kayıp verme, sevgi, sevgisizlik, bağlılık… İnsana dair her durumu en çaresiz anlarından en çiğ yanlarına kadar hepsini en açık şekilde ortaya koyuyor. İnsanların bir aradalığını bundan doğan durumları, her olayın nedenlerini ve sonuçlarını, arzularını, isteklerini, inançlarını, durumlar karşısında eylemlerini ve tepkilerini en gerçek hâliyle anlatıyor.
Yazarın kötülük ile ilgili soruları Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler’de de karşımıza çıkıyor. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde romanında Bayan Duszejko nasıl “Her yerde olan kötülüğü durdurmak için neden kimse müdahale etmez?” sorusunu soruyorsa bu romanda da Toprak Sahibi Popielski talan edilmiş evinde yatağına uzandığında “Bu dünyaya kötülük nereden geliyor ki?” sorusunu soruyor. Tokarczuk’un, ezeli ve ebedi kötülüğün sebebini arayışı romanlarının temel meselelerinden biri olduğunu bir kez daha gösteriyor. İnsanların mevcut durumları nasıl daha kötü hâle getirebildiğini, hırslar uğruna milyonlarca insanın hayatını alt üst edenlerin ellerinin hep bu kadar güçlü olması hâlâ kötülüğün kaynağının sınırsızlığını gösteriyor.
20’nci yüzyılın tarihi gerçeklerini kurgusuna dahil edip bizlere başka başka hayatların hikâyeleriyle bu yakıcı yılları hatırlatan güçlü bir roman Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler. Kendi zamanınızda bu kitapla buluşmanızı ve Tokarczuk’un yarattığı bu evren ile tanışmanızı tereddüt etmeden öneririm.