Bizde bahçeler güneşe dönüktür, kıra dönüktür. Batıda gölgelidir bahçe, ya evin arkasındadır ya da evin arasında. Amerikan tipi evlerin önündekiler güneşlidir ama onlar da bahçe değil. Bahçe doğurgandır, yediveren güller bahçededir. İçerlektir bahçe. Sokak dışsal. Bahçe düzlemsel genişler, sokak çizgisel uzar. Sokak erkek, bahçe dişidir. Şimdilik. Ne zaman sokağa yeni yeni çıkan kadın yeterince sokakta olabilir, o zaman cinsiyeti tekrar tartışmaya açılacaktır sokağın. Sokak delişmen, kozmopolit, her türlü sosyal, cinsel seçimin, herkesin yeridir. Canlı büyük bir organizmadır sokak. Dramatiktir. Lirik türküler de yaksa çoksesli bir etkileşim. Bir yankı değil, yankı uyandırandır. Cinsel ve duygusal tüm halleriyle insandır.
Ne senli ne de sensiz , bakışın bakışa değdikçe, etin ete doydukça acıktığı. İnsanlardır bilek bileğe, omuz omuza; dişe diş, yumruk yumruğa insanlar. Karşılıklı “olmak”tır sokak. Dans ve kavga. Yazıldıkça, evin okuduğu öyküdür. Bazen de okumamayı seçtiği evin, uyuduğu, düşündüğü…
Zamanın sonucudur. Zorlamasız ama mutlaka öğrenilen, olmazsa olmaz erdemin dilini gerektirir orada küfretmek, yürümek, ıslık çalmak, şarkı söylemek… Akışını kendi belirleyen debisi yoğun, bazen kör, yani çıkmaz sokak aşkların da dilidir bu. Duvardaki sevgili adının ya da savunulan ideolojinin gelen geçen zihnin sözlüğüne eklendiği, yaşamın durmak bilmez ritmine, görünür görünmez şiirine katıldığı bir olanak, tek çıkıştır sokak. Kendisi bazen çıkmaz olsa bile. Yalan. Her sokak bir yere çıkar. Denize, göle, bir suya. Bir bahçeye, bir meydana ya da duvara. Hiçbir yere değilse göğe çıkıp durmaktadır, sokak bunu gülümseyerek bilir: bilmeyen de bilmeyiversin artık. Nerede yürüdüğünü, baş aşağı hangi kuşun kanadına bastığını…
Peki her şeyin içinde olan, her şeyi kapsayan Şiir ne zaman çıktı sokağa? Daha önceleri pastoral, daha genel olan, aşk, kahramanlık gibi temaları işleyen şiir, kaçınılmaz olarak bir gün gelecek bireyselleşip sokağın da şiiri olacaktı elbette, kentleşecekti. İlk kez 12.yy İngiliz humoristleri tarafından sokağa iner şiir. İspanya’da ise pikaresk yazarlarca sokaklaşır. Özellikle tiyatro yazarları para kazanmak için şehir oyunları
yazıp şehir konseylerine sunarak bu hareketi başlatmıştır. Pastadan daha büyük pay almak isteyen Lope de Vega ile Cervantes’in kapışmaları hâlâ günümüz edebiyat çevresinde dillendirilen eğlenceli bir konudur.
Bizde ise şiirin sokağa, hayata girişi bir hayli geçtir. Elbette burada Osmanlı Sarayı’nın divan şiirinden söz ediyoruz. (O dönem Anadolu’da yazılan şiir, tekke şiiri, bambaşka bir yazı konusu.) Saray şiirinin divanda yer alan şairleri dışında şairleri de vardı. İstanbul’da yaşıyorlar ve divan şiiri yazıyorlardı, özellikle Beşiktaş’ta ünlü Tavukpazarı’nın Osmanlı Kahvehaneleri’nde yazılıyordu bu şiir. Divana alınmayan ve her cuma Topkapı sarayında yapılan helva gününe katılamayan, dışarıda kalan bu kentli şairler kenti ve sokağı ilk kez şiire getirenlerdir.
Aslında bir önceki paragrafın başına dönmekte fayda var, Bursa’ya giderek. Bursa kahvehanelerinin en başarılı meddahı Mercimek Ahmet saray tarafından -tırnak içinde- editör olarak görevlendirilmiş ve sarayın ilk öykü dergisini çıkarmıştır. Sokaktan gelen Mecimek Ahmet’in saray için çıkardığı bu dergiyle, sokak edebiyatımıza girmiş oluyor. Öyküyle. Sonra da Nedim’in dizeleriyle şiire.
Meyhâne mukassî görünür taşradan amma
Bir başka ferah, başka letâfet var içinde.
“Meyhane dışardan kasvetli görünür ama içinde bir başka ferahlık, bir başka güzellik vardır” diyen Nedim ilk sokak şairimizdir. Moralı ya da Sümbülzade Vehbi ise dönemine kadar divanlarda yer almayan, o güne göre yeraltı edebiyatı denecek, hatta ahlaksız denebilecek bir şiir yazar. Bu şiir vulgarizme de dahil edilebilir. Divan şiirinin sokak tarafı son derece vulgardır. Beşiktaş ve Tophane kahvehaneleri, Üsküdar meyhaneleri, hamamlar oluştuğu mekânlardır. Kapalıçarşı’da yazılan şiir de önemlidir, esnaf şairler var, esnaf şairlerin sokağın şiire gelmesinde önemli rolleri var. Modern dönemlerde ise Orhan Veli ve Garip akımı, Nâzım Hikmet örnek olarak verilebilir. Garip akımı ayrıca sokağı şiire götürmez, sokaktan şiire gelir.
Dünyadaki sokaklara dönüp bakınca bir sokak mühendisinin, bir büyük Brezilyalının şiiri çıkıverir karşımıza, Manuel Bandiera (1886-1968), çeviren Ülkü Tamer:
Köpük Sokağı’nda
İn balon in
İn balon in
Köpük Sokağı’na!
Neler çekildi o minicik kâğıt balonu yapmak için!...
Çamaşırcının oğlu yaptı onu,
Bir gazetede dizgicilik eden ve durmadan öksüren çocuk.
Aldı incecik kâğıdı, sevgiyle kesti, yapıştırdı…
Katranlı fitil yerleştirdi teller arasına.
Uçuyor - öyle minik ki puslu gökte.
Kolay doldurulmadı doğrusu.
Salındı, titredi, renk değiştirdi.
Köpük Sokağı’nın küçük afacanları
Öfkeyle bağırıyorlar şimdi:
İn balon in!
Kurtuldu birdenbire o ellerden.
Yükselmeye başladı…
Yükseldi yükseldi…
usul usul…
José’nin kokan soluğuyla dolmuş.
İn balon in!
Çocuklar saldırdı ona sapanlarla
çığlıklarla
yuhalarla
taşlarla
in balon in!
Adamın biri geldi, balon uçurmak yasaktır dedi kentte.
Yine de uçtu balon…
Usul usul yükseldi…
yükselip gitti…
İnmedi Köpük Sokağı’na.
Uzaklara… Denize indi, duru dalgalarına açık denizin.
Manuel Bandiera, Brezilyalı şair, kendini sokaklara adamış, sadece sokağı yazmış bir şairdir. Sokağı bir “sokak mühendisi” gibi ele almış, hep sokağı anlatmıştır. Tam bir sokak şairi olan Neyzen Tevfik ise sokakta yaşar, sokaktan yazar ama her zaman sokağı anlatmaz. Sadece sokakta yaşayan, aileye ve eve girmeyen şairlerin oluşturduğu nadaistlerin coğrafyası olan Kolombiya ile, özellikle de Medellin şehriyle
hiç ilişkisi olmayan Neyzen Tevfik de bir nadaisttir. Küçük İskender bazen bir nadaist hava estirir. Dışarıyı savunan Beat Kuşağı da biraz nadaisttir.
Peki şu balon? Hani şu köpük sokağındaki… az önce gidip bir denize indi… Öncelikle simgesel bir değerdir balon, dize yürütücüdür. Biz şairler imgeden imgeye geçeriz. Bazı imgeler renklidir. Balon da renkli imgeler gibi. Uçucu ama akılda kalıcı. Balonsuz sokak olabilir mi? Yani çocuksuz bir sokak düşünün… nasıl bir yer olur orası? Federico Garcia Lorca, kendi Granada sokaklarını anlattığı 1933 tarihli bir konuşmasında “Anlaşılan çocuklar, topaç çevirip durduklarından, okula gitmek istemiyor” der. Çocuk varsa, hiç acelesi yoktur sokağın. Çocuktur acelesi olan. Bir disiplin, özenli bir gayret, içten gelen üstelik ciddi bir telaş gerektirir sokakta oynamak. Evin penceresinden bakmaz çocuk, pervasız bir cesareti vardır. Korkar saklambaç oynamaktan, o yalnızlıktan, gene de oynar. “Ebe yalnızlığı” şiirdendir.
“Büyüyünce ya astronot ya da pamuk helvası arabası satın alıp pamuk helvacı olacağım.” En büyük çocukluk hayalleri şu kalemi tutan çocuğun… Pamuk helvası şiirden. Elma şekeri de. Annenin, ya arkadaşlarına da verdiği ya da evde yiyip bitirmeden sokağa çıkamadığı salçalı ekmek. Dışarıda daha çok kalabildiği için geç kararan yaz akşamlarını hâlâ o günlerden kalma bir duyguyla sarmalayışı. Uydurduğu mankencilik oyunu, akşamları kapı önlerinde anlatılan korkunç hikâyeler sonrasında eve korka korka gidiş. Yakartop, fasulyeden oynamak, sek sek, kamalar, beştaş… Günün içine sığdırabildiği tüm sokakları, bisikletle turlamak. Köpekler, kediler, bisikletine bindirmesi için peşine takılan, hiç yüksünmeden hepsini sırayla gezdirdiği ondan daha küçük çocuklar hep şiirden. Akşam sefalarından toplanan minik siyah toplardan oluşan cephaneyi tek tek borulara koyup üfleyerek ateş etmek. Bu çiçeklerin akşamları açtığını öğrendiğinde şaşkın bir hayranlık duyduğu, “Bir çiçeğin adı anlamına bu kadar mı yaraşır” dediği sekiz yaşı çocuğun… sözcükle anlamın, Türkçenin tadını aldığı sekiz yaşı… hep şiire…
Evde ilk romanını okumuş da büyülenmiş o çocuğun, sokaktaki diğer çocuklara “artık böyle selamlaşıyoruz” diyerek öğrettiği o günlerden kalma bir başka merhaba ile hoşça kalmak niyetine bu yazıya nokta…
Aganta!
Hâlâ mavi pinokyo bisikletinin üzerinde sokaklar eziyormuş da eve geç kalmış, üstelik oynayacak çok işi varmış bir çocuk, bir ciddi telaşla.