Eylül 2014’te Pera Müzesi’nde açılan “Duvarların Dili” sergisi, sokak sanatını ve müzelerdeki sanatı bir araya getirirken, farklı altyapılardan geniş bir kitleye ulaşmayı başarmıştı. Bu serginin de işaret ettiği yolun başına doğru yol alacak olursak graffiti ile buluşuruz.
Kentsel dönüşüme ve şiddete başkaldırının, kentteki isyanın veya yükselen farklı seslerin bir izdüşümü olan sokak sanatı diğer bir adıyla graffiti, günlük hayatımızın her noktasında karşımıza çıkabilir; yolda yürürken, bir sokağın köşesini döndüğümüzde, otobüs beklerken veya tramvaya bindiğimizde İstanbul’un farklı köşelerinde artık pek çok graffiti var. Tarihsel evrimleşme sürecinde graffiti, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya'yı Doğu ve Batı olarak ikiye bölen Berlin Duvarı'nın protestocular tarafından bir ucundan diğer ucuna boyanmasıyla başladı. Ve o günden sonra birkaç kuşak boyunca geleneksel sanat çevreleri tarafından graffiti isyan ve başkaldırının sembolü olarak görüldü.
Kentteki azınlıkların varoluşlarını ifade etmek ve kendi yaşam alanlarını imgelemek ihtiyacından doğan bu ‘alt kültür’, yıllar içinde mesaj kaygısı taşıyan sosyal içerikli çizimlerin dışında, bağımsız kişilerin şahsi isyanlarını ve duygularını yansıtmaya başladığı daha renkli ve değişik tekniklerin kullanıldığı bir sanat halini aldı. Artık şehrin duvarları sadece sprey boyalarla değil, marker denilen özel kalemlerle yapılmış çizimler ve stencil tekniğiyle yapılmış görsellerle bütünleşmişti. Örneğin, 1960’lar Amerikası’nda gençlerin ait oldukları politik grupların, kendi bölgelerini işaretleme ve bazı sembolik çizimlerle birbirlerine mesaj verme kaygısıyla yaygınlaştı.
Ardından özellikle popüler kültürün tüm dünyayı etkilediği 80’lerde altın çağını yaşayan graffiti, artık şehir duvarlarından metro duvarlarına çoktan geçiş yapmıştı. O günlerin New York sokaklarında ve metro istasyonlarında hemen hemen her yerde graffitinin farklı örneklerine rastlamak mümkündü. Bu dönemde duvarlar ve şehrin uç noktaları, kullanılmayan tren istasyonları veya terk edilmiş binalar adeta birer tuval halini alıp, yaratıcılığın müzeden ve belli kalıplardan çıkıp sokaklara, dolayısıyla günlük hayata yansıması oldu. Öyle ki, çetelerin bölgelerini belirtmek için kullandığı sokak sanatı, halkın dışavurum aracı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Sanat artık sadece müze duvarlarında değil, şehrin her yerindeydi.
Sokak, sanatçıların kendilerine has stil ve tekniklerle çeşitlendirdiği eserleriyle kitleler ve kültürlerarası bir değer haline gelirken, yalnızca bireysel bir varoluş kaygısı olmaktan, diğer bir deyişle sadece içsel bir dönüşüm olmaktan çıkıp, toplumsal ve kültürel sorunları kitlesel boyutta ele alan ve çok daha geniş kitlelere ulaşan bir dışavurum haline gelmişti. Adeta duvarların kendine ait bir dili vardı.
Şiir kitaplarından duvarlara: İkinci Yeniler ve Haiku
Tıpkı graffiti gibi #şiirsokakta akımı da günümüzün sosyal mecralarında sıkışıp kalan şiiri sokağa çıkarmak için başladıysa da kendi içinde farklı şekillerde evrilmiştir. İlk başlarda Facebook ve Twitter gibi ağlardan İkinci Yeni şairlerini halkla buluşturmayı hedefleyen bir oluşumken yaygınlaşarak büyüyüp, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Can Yücel gibi hemen her tarzdan şairin şiirlerini sokaklara çıkarmıştır. Bir bakıma şiirin içerisiyle olan ilişkisi, tıpkı graffitide olduğu gibi, içerinin dışarıya ve bu vesileyle dışarının da içeriye taşınmasıyla renklenmiş, iyiden iyiye çiçek açmıştır.
Bu arada, İkinci Yeni akımı demişken, bu konuya da kısaca değinelim isterseniz. Türk edebiyatında ‘İkinci Yeni’ akımı olarak adlandırılan dönem 1950’li yıllarda Edip Cansever, Cemal Süreya ve Turgut Uyar gibi isimlerin öncülüğünde başlamış, Türk şiirine farklı bir bakış açıları kazandırmış bir akımdır. Tarz olarak şiirde bireyselliğe yönelen ve imgelere dayalı bir anlatıma odaklanan bu akım, aslına bakarsanız Türk şiirinin tarihsel evrimleşmesi açısından pek kural tanımayan bir şiir dili oluşmasına neden olmuştur. İkinci Yeni akımı temel olarak ‘Garip Akımı’ olarak da bilinen içlerinde Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın bulunduğu diğer adıyla ‘sivil şiir’ adı verilen akımın ikinci parçasıdır. Adını buradan almaktadır. Ufak bir edebi not düşersek, iki akımın birbiriyle ortak özellikleri arasında dilin alışılmış kalıplarını yıkmak, sözdizimini zorlamak, değiştirmek ya da bozmak gibi maddeleri sayabiliriz.
Tam bunu söylemişken, dünyaca meşhur Japon şiiri Haiku’ya değinmemek olmaz.
Haiku kavramının ilk ne zaman kullanıldığı bilinmese de, konuyla ilgili akla ilk gelen özellikleri arasında, Japon baharlarıyla veya göldeki nilüferin üstünde duran kurbağayla ilgili olması ve buna ilaveten her biri beş, yedi ve beş Japon ses birimi olan üç dizeden oluşan mısraların ardarda sıralanışıdır: 5-7-5. Tabii bunlar kitaplarda veya internette görmeye alışkın olduğumuz kuru bilgilerden daha ileriye gidemiyor. Gelin sokaktaki şiirle haiku arasındaki benzerliklerden biraz bahsedelim…
Geleneksel haiku her ne kadar mevsimlerden ve güzelliklerden bahsetse de, 21.yüzyıl Haikularıyla geleneksel haikular arasında çok farklar görülür. Bunların en göze çarpanıysa, aynı #şiirsokakta akımı gibi Japon Haikusu'nun da dallarından biri İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Japon aşırı milliyetçiliği tecrübeleri sebebiyle liberal bir Haiku hareketi olarak ortaya çıkışıdır. İkinci Dünya Savaşı boyunca bir grup şair, savaş süresinde adı dünyada duyulan Japon aktivist şair Takahama Kyoshi'ye uyarak geleneksellerin kurallarına karşı çıkan shinkō haiku undô diye bir Haiku hareketini başlattı, bu sebepten tutuklandı, o dönemde çıkarmakta oldukları dergileri de yasaklandı. Aynı #şiirsokakta gibi haikunun da kendi döngüsünde sadece mevsimleri ve kiraz baharlarını anlatmaktan başka sosyal bir iletişim aracı olma özelliği de vardır.
Bu bakımdan Japon asıllı Amerikalı şair Donald Keene’nin bir yazısında söylediği gibi ‘Japon şiirinin tohumu insan kalbidir ve ondan kelimelerin sayısız yaprakları yeşerir. İnsanlar hayatta birçok şeyi kavrarlar: sonra da hislerini, görüp duyduklarından aldıkları resimlerle ifadeye çalışırlar.’
Buradan yola çıktığımızda, sadece Japon ve/veya Uzak Doğu şiirinin değil Türk şiirinin de tohumunun insan kalbi olduğunu görebiliriz. Haiku’dan etkilenerek şiiri sokağa taşıyan ona yeni bir soluk kazandıran Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday ve diğer bütün ilkler, aslında yaşam döngüsünde verilen özgürlük savaşına işaret eder. Ama bu özgürlük arayışı, politik bir savaştan ziyade kişilerin kendileriyle olan barışma yolculuğudur. Kendini tanıma, hayatı tecrübe ederken duygularını şiirle tasvir etme özgürlüğüdür.
Hatta öyle ki, biçimsel olarak hem Garip şiiri, hem de İkinci Yeni şiiri ile Haiku arasındaki en büyük benzerliği her iki şiir biçimininde önceki şiirlere tepki olarak, özgür şiir yazımını destekleyici şiir türü olarak ortaya çıkmasıdır. Ayşe Nur Tekmen “Japon Şiiri Haiku ve Türk Edebiyatı’na Yansıması” isimli yazısında bundan bahsederken, her iki şiir biçimininde de sözcüklerin güzelliğinin ötesinde şiirin içerdiği duyguların yoğun olarak aktarılmasına gösterilen özene dikkat çekiyor. Aynı Japon şiir kültüründe olduğu gibi Orhan Veli ve Cemal Süreya dizelerinde okuyucunun şiirin duygularını tamamlayacağı, okudukça kendine yakın hissedeceği öğeler bulunduğunu ekliyor. Üstelik hem Haiku da hem de Türk şiirinde, aynı manilerde olduğu gibi şairin kısa ve özlü ama okuyanlar tarafından kolayca anlaşılır bir tasvirle şiiri bizlere iletiyor olması da bu tarz kısa şiirin en can alıcı özelliklerinden biri belki de. Diyebiliriz ki, sokağa çıkan şiir havalanıyor. Nefesleniyor. Sokaktaki şiir daha ulaşılabilir hale geliyor.
Sokağa çıkan şiire örnek olarak ilk, #şiirsokakta vasıtasıyla da en çok görüntülenen, Orhan Veli ve haiku formunda yazdığı şiirlerden Gemlik’e Doğru gösterebiliriz.
“ Gemliğe doğru,
Denizi göreceksin,
Sakın şaşırma. ”
Sokaklarda görmeye aşina olduğumuz Cemal Süreya’nın meşhur Kısa şiirinin iki farklı örneği,
“ Hayat kısa,
Kuşlar uçuyor. ”
Bir sokak sanatçısı tarafından stencille direğe yazılmış Özdemir Asaf’ın en meşhur şiiri Lavinia’dan mısralar,
“ Sana gitme demeyeceğim.
Ama gitme Lavinia.
Adını gizleyeceğim.
Sen de bilme, Lavinia ”
Ve son olarak, Haydar Ergülen’in “Şiir Sokaktaysa Orhan Veli Yaşıyor!” başlıklı gazete yazısında da dediği üzere şiir sokakta ‘kısa şiir. Sevimli şiir. Gülümseyen ve gülümseten şiir. Güleryüzlü düşünce. […] Şiir üstünü başını çıkardıkça, soyundukça fazlalıklarını da atmaya, ruhunu ve gövdesini havalandırmaya başlıyor, anayasadan tabiata ya da evden sokağa doğru bir yolculuğa çıkıyor. Şiir sokağın oluyor. […]Şiir kitaptan sokağa firar ettiğinde belki daha çok farkına, güzelliğine, iyiliğine varılan bir şeydir. Tabii şiiri bir ‘iyilik öğretisi’, ‘merhamet biçimi’ olarak görüyor, yazıp okuyorsak. “Şiirsokakta”ysa daha şiir oluyor ve insan daha insan oluyor.’