Alex Schulman’ın aile bağlarına, büyümeye ve zamana dair çarpıcı bir hikâyeye sahip olan Hayatta Kalanlar romanı üzerine bir yazı.
Fiziksel ve duygusal yaralanmalar, travmalar şiddetine, derinliğine, iyileşme ya da iyileşmeme ihtimaline bağlı olarak bize hayatımız boyunca eşlik ediyor. Vücudumuzdaki yara izleri nasıl derimizin farklı dokulu bir parçası olarak bütünde yerini koruyorsa; taşıdığımız duygusal enkazlarımız da bugünkü “kim olduğumuz”da yerini belli ediyor. İsveçli yazar Alex Schulman da Hayatta Kalanlar adlı romanında büyürken ebeveynlerin çocukları üzerinde bıraktığı onarılmaz yaralara dokunarak okura unutamayacağı travmatik bir aile hikâyesi anlatıyor. İsveççe aslından Zeynep Tamer’in dilimize çevirdiği roman, Timaş Yayınları’nın birbirinden özel kitaplardan oluşan “Dünya Edebiyatı Dizisi”nde yerini alarak okurla buluşuyor.
Schulman, romanında üç kardeşin Nils, Benjamin ve Pierre’in çocukluktan yetişkinliğe doğru yol alan travmalarla dolu “zor” hikâyesini anlatıyor. Bu üç kardeşin başına gelen en kötü şeyin içine doğdukları aile olması ise başlı başına hikâyeyi zor kılıyor. Kitapta kronolojik bir gidiş kullanmıyor yazar; geçmiş kendi içinde ileriye akarken, şimdiki zaman geriye doğru akarak kendini var ediyor. Ancak Gaustin’in dediği gibi: “Geçmiş, şimdiki zamandan temel bir konuda farklılık gösterir – asla tek yönde akmaz.” Bu romanda da bir ailenin “geçmiş” zamanı bir yaşandığı güne, bir yaşanılan "o gün"e doğru akıyor. Şimdiki zamanla geçmiş zaman gözlerimizin önünde patlayan, kör eden bir ışıkla tamamlanıyor. Roman; farklı mekânlardan söz edilse bile ailenin hikâyesini kökünden değiştiren yerde, Yazlık Ev’de başlayıp bitiyor. Yıllar önce terk edilen o yere, annenin ölümü üzerine dönen üç kardeş geçmişi yeniden çağırıyor. Geri gelen geçmiş; hem o evde açılan ve asla kapanmayan büyük yarayı hem de yıllar içinde birbirinden uzaklaşmış üç kardeşin birbirlerinden uzakta geçirdikleri yılları ortaya döküyor.
“Memur bir not defteri çıkarmak için ceplerini karıştırıyor. Bu hikâyeyi kağıda dökmenin imkânsız olduğunu bilmiyor. O sadece, onlarca yıllık bir hikâyenin sonuna yetişiyor. Uzun zaman önce buradan koparılmış ve buraya tekrar dönmek zorunda kalan üç kardeşin hikâyesi.”[1]
Bittiği düşünülen bir hikâyenin sayfalarını yeniden çeviriyor Hayatta Kalanlar; çünkü çözülmesi gereken, susulan, üstü örtülmüş onlarca yıllık bir hikâyenin sonunda buluyor üç kardeş kendini. Kardeşlerden biri olan Benjamin hem aile hikâyesinin taşıyıcısı hem de bu hikâyenin kilit kişisi. Nils, Pierre, anne, baba ve Molly de bağların uçlarındaki diğer aile fertleri. Anne ve babanın etkisi altında kalan kardeşler ekseninde okuduğumuz hikâyede kardeşliğin ve en başta ailenin ne olduğu, doğuştan gelen bağların yaşamlarımızda nelere yol açabileceği üzerine sorgulamalara sevk ediyor okuru. Pekala bu sorgulamadan önce anne-babanın sevgisizliğinin, ilgisizliğinin yol açabileceği, aile tarafından savunmasız bırakılmış çocukların travmalarının nelere yol açabildiği yön veriyor bu hikâyeye.
Kardeşler arasındaki en önemli savaş: Sevgiyi anne ve babadan almak. Adaletli bir duruş sergilemeyen hatta çoğunlukla çocuklarıyla sorunlu bir ilişki sürdüren “dengesiz” ebeveynlerinden istedikleri ilgiyi, sevgiyi görmek için çekişmeli bir savaş içinde izliyoruz geçmişte, yazlık evde, onları. Ailelerinden göremedikleri sevgiyi birbirlerine de gösteremeyen üç kardeşle tanışıyoruz burada. Çocukken girilen bu yıpratıcı yarış gelecekte olacakları üç yetişkin erkek için de aralarındaki ilişki için de belirleyici oluyor. Yalnız, sevgisiz ve birbirlerine yabancı üç kardeş.
“… Babam hep ne derdi, hatırlıyor musunuz? ‘Kardeş olduğumuz için mutlu olmamız gerekir, çünkü kardeşlik en güçlü bağdır.’”[2]
Roman bana, Night Train to Lisbon (Lizbon’a Gece Treni) filminden şu cümleleri hatırlattı: “Bir yeri terk ettiğimizde orada bizden bir şeyler kalır. Gitmiş olsak da orada kalırız. Ve içimizde bazı şeyler vardır ki sadece oraya dönerek bulabiliriz. Çok kısa bir süreliğine de olsa hayatımıza sahnelik eden bir yere gittiğimizde ruhumuza yolculuk ederiz. Ama kendimize ettiğimiz bu yolculukta, kendi yalnızlığımızla yüzleşmemiz gerekir. Ve yaptığımız her şey yalnızlık korkusundan yapılmıyor mu zaten?”
Nils, Benjamin ve Pierre de her şeyi alt üst eden feci kazanın ardından ailece terk ettikleri Yazlık Ev’e, yıllar sonra annelerinin küllerini dökmek için geri döndüklerinde yanlarında hayatları boyunca hissettikleri yalnızlığın ruhlarında açtığı yaraları da getiriyorlar. Zaman kapsülüne sıkıştırdıkları her eşya gibi Yazlık Ev de, göl kenarı da, orman da, trafo kulübesi de içinde sakladığı anılarla yıllar sonra onlara yüzleşme fırsatı sunuyor.
Roman, hikâyesinin okura geçmesini yarattığı görüntü evreni ile sağlıyor. Güçlü betimlemelerle olayların geçtiği yerlere dair aklımızda canlı sahnelere izin veren Alex Schulman, karakterlere dair imajları da incelikle işliyor. Gözümüzün önünde 24 bölümde anlatılan hikâye ayrıntılarıyla canlanıyor. Okuru bir zaman labirentinde gezdirirken, bu labirentte açtığı kapıların ardında gerçek hayatta dahi şahit olmak istemeyeceğimiz anılarla karşılıyor.
Kendini yavaş yavaş açıyor hikâye; önce “bir şeyler olduğunu” sezdiriyor, “kötü bir şeyler olduğuna” dair endişelendiriyor ve sonra zamanı gelince veriyor sırrını. Nerede çözüleceğini merakla bekleten roman, akıldan çıkartılamayacak bir hikâyeyi ardında bırakıp zamandaki yolculuğuna devam ediyor. Katman katman açılan, ağır bir hikâyenin bu kadar yalın bir tarzla yazılmış olması da Alex Schulman’ın yetenekli bir yazar olduğunun göstergesi. Senarist, gazeteci, radyo ve TV prodüktörü olan ve Sigge Eklund ile birlikte İsveç’in uzun soluklu podcast’i Alex & Sigges’in de yaratıcısı olan Schulman, hakları 33 ülkeye satılan bu kitapla dünya çapında ses getirdi. Hayatta Kalanlar; arkasında mutlu bir son bırakmayan aksine yaşadığımız travmanlarla, kabul edemediğimiz gerçeklerle yüzleşmenin ne kadar zor olabileceğini hatırlatan hikâyesiyle Türkçede de okurunu bekliyor.