Günümüzün en çok iz bırakan öykülerine baktığımızda Stephen King’in imzasını illaki görüyoruz. Buna rağmen King, kendini edebiyatın entelektüel kanadına hiçbir zaman kabul ettiremedi. Tek boyutlu bir gerilim yazarı gibi görüldü hep. Seri üretime bağladığı, daha çok para kazanmak için kitaplarını daha sık ve daha kalın çıkardığı iddia edildi. Hiç kimse onun insanüstü yazma tutkusundan (hatta bağımlığından) bahsetmedi. Oysa ölümden döndüğü kazadan sonra bile hastanede roman bitirebilmiş kaç yazar vardır? 70’lerde Amerikan edebiyatında hakim olan “her yazar senede en fazla bir kitap yazabilir” kuralından dolayı yedi romanını mahlasla (Richard Bachman) yayımlamayı tercih edecek kadar çalışkan başka bir yazar olabilir mi?
Yüksek edebiyat camiası ona tepeden baksa da King’in öyküleri usta yönetmenlere ve onların başyapıt filmlerine esin verdi. Stanley Kubrick’in korku opus’u Shining, Brian De Palma’nın dehşetengiz “büyüme” öyküsü Carrie, hayranlığın sınır tanımazlığı denince akla ilk gelen filmlerden Misery bunlardan üçüydü. King ana akım sinemaya da güzel hediyeler bıraktı. “Tüm zamanların en iyi filmleri” anketlerinde Star Wars ve Godfather ile zirveyi paylaşan Shawshank Redemption (‘Rita Hayworth’ı Seven Adam’ isimli uzun öyküsünden uyarlama), iyilik, kötülük ve önyargıyı anlatan Yeşil Yol beyaz perde vasıtasıyla hafızalarımıza kazınan King öykülerinden bazıları. Dahası da var, Stand By Me’den Dolores Claiborne’a, It’ten Christine’e, televizyon filmlerinden dizilere, aralarda çöpler olsa da parlak çalışmaların çoğunlukta olduğu, tarz olarak da sanıldığı gibi sadece korkuya endeksli olmayan bir külliyattan söz ediyoruz.
King’in Kaleminin Dirilişi
King 52. (yazıyla elli iki!) romanı “Diriliş”te inanç konusunu masaya yatırıyor. Aslında bu konu King için yeni değil. En baştan beri inanç, dinler, tarikatlar King’in ilgi alanındaydı. İlk romanı Carrie / Göz’ün en çarpıcı karakteri kuşkusuz Carrie’nin dindar annesidir. Margaret White (De Palma’nın filminde Piper Laurie’nin, Kimberly Peirce’in Carrie’sinde ise Julianne Moore’un canlandırdığı) evde uyguladığı dini baskıyla ergen kızından adeta bir canavar yaratır. King’in daha sonraki romanlarında din adamları, dindar ev kadınları bazen iyi bazen kötü ama hep tekinsiz rollerde karşımıza çıkar. Kutsal kitaplardan bölümler cinayet mahallerinde kullanılabilir, kutsal objeler dehşetengiz bir kurgunun parçası olabilirler. Yine de King “Diriliş”e kadar din ve bilim çatışmasını bir romanının bu kadar merkezine koymamıştı.
“Diriliş” Jamie Morton isimli bir çocuğun kilisenin yeni rahibi Charles Jacobs ile ilişkisi üzerine kurulu bir roman. Charles Jacobs hayatını Tanrı’ya adamış bir din adamı. Elektrikle uğraşmak gibi bir hobisi var. Ama bunu da ilâhi öyküleri enteresan hale getirmek için kullanıyor. Bir kasaba maketinde İsa figürünü suyun üzerinde yürütmek gibi çocuklara tanrı sevgisini aşılamak için tasarladığı gösterileri var. Elektrik sevdalısı bu rahibin vaazları kasabada çok seviliyor. Kilise hep kapalı gişe. Ta ki bir güne dek. Jacobs çok sevdiği karısını ve oğlunu korkunç bir trafik kazasında kaybediyor. Bir süre ortalıktan kaybolduktan sonra ahaliyi vaaza çağırıyor. İşte bu noktada “Diriliş”in erken zirve yaptığı “Korkunç Vaaz” bölümüyle karşılaşıyoruz.
“O günden bu Pazar sabahına kadar bütün zamanımı düşünmek ve çalışmakla geçirdim. Dua etmeyi de eklemek isterdim ama o niyetle diz çöktüğümde Tanrı’nın varlığını hissetmedim... Geçen yıl haziran ayında Oklahoma’daki May kasabasından üç ufak hortum geçti. Maddi hasar vardı ama can kaybı yaşanmadı. Kasaba halkı, şükretmek ve minnetle dua etmek için kiliseye doluştu. Onlar içerideyken dördüncü bir hortum –bu seferki çok şiddetliydi, bir F5- daha geçti ve kiliseyi yerle bir etti. Kırk bir kişi öldü. Otuz kişi ağır yaralandı. İçlerinde, kolları ve bacakları kopan çocuklar da vardı.” diyerek başlıyor Jacobs konuşmasına. Daha sonra acılı rahip benzer trajik olayları sıralıyor ve soruyor: “Neden? Neden? Neden?” Bu sorusunun yanıtını kutsal kitaplarda da araştırmış. Yanıtı kendi veriyor: “En yakın sayılabilecek cevapta Aziz Pavlus, ‘Sormanızda fayda yok kardeşlerim, çünkü cevabı anlayamazsınız zaten,’ diyor bir nevi. Eyüp bizzat Tanrı’ya sorduğunda ise daha keskin bir karşılık alıyor: ‘Dünyayı yarattığımda orada mıydın?’ Yani bir başka deyişle, ‘İkile birader.’ ”
Anlaşılan Stephen King kaleminin ucunu epey bileylemiş bu romandan önce, ustanın en keskin satırları devam ediyor: “Masum canların anlamsız görünen, çoğunlukla korkunç acılar eşliğinde yaşanan ölümlerini araştırmaktan usanınca Hıristiyanlığın farklı kollarını incelemeye başladım. ... Bu mezhep ve tarikatların bir kısmı barışçı ama en büyüğü kendi Tanrı inanışları önünde boyun eğmeme cüreti gösterenlerin kanları, kemikleri ve feryatları üzerine inşa edilmiş. ... İnancımızın karşılığında ne alıyoruz peki? Yüzyıllarca bu kiliseye ve bir başkasına verdiğimiz armağanlar olan kanımız ve hazinemiz karşılığında elimize ne geçti? Cennetin bizi beklemekte olduğuna ve ölüp oraya gittiğimizde fıkranın son satırını duyacağımıza dair bir teminat. Kendimizi bildik bileli bize söylendi durdu: Cennet, cennet, cennet! Yitirdiğimiz evlatlarımızı göreceğiz ve sevgili annelerimiz bizi kucaklayacak! Havuç bu. ... Disneyland’e gitmeyi cennete gitmekten daha fazla isteyen oğlumun parçalanmış cesedine bakarken beynimde bir ampul yandı. Din, bir sigorta dolandırıcılığının teolojik karşılığı. Yıllarca en üst orandan paranızı yatırırsınız, gün gelir ihtiyaç duyar, aksatmadan yatırdığınız paraları geri almak istersiniz ama paralarınızı yatırdığınız şirketin aslında var olmadığını keşfedersiniz.”
Cennet Sigorta Şirketi
Dinler ve sigorta metaforu roman boyunca devam ediyor, King sürekli “Cennet Sigorta Şirketi” esprisini tekrarlıyor. Peki, King ne tarafta duruyor? Ya da “Diriliş” için bir “din eleştirisi” diyebilir miyiz? Bu o kadar kolay değil. Romanda ilerledikçe, yıllar yılları kovaladıkça rahip Jacobs’u farklı kimliklerle izliyoruz. Korkunç vaazdan sonra kiliseden ayrılan rahip daha sonraki yıllarda elektrik hobisinde aşama kat ediyor. Elektriği bir tür şarlatanlık gösterisinin parçası haline getiriyor ve ülkenin en ünlü sahte şifacılardan biri oluyor.
Jamie yıllar sonra çocukluk kahramanını insanları dolandırırken görünce ona şöyle diyor: “Din adamlığından şarlatanlığa.” Jacobs buna “Aralarında bir fark yok. İkisinin de hedefi, budalaları ikna etmek.” Diyerek karşılık veriyor. Jacobs din adamlığını bıraktıktan sonra daha da kötü biri oluyor. Yine de “Diriliş”te bir “kötü adam” olduğunu söylemek zor. Bu da King’in bu romanda imza attığı en büyük maharet. Kötü adam olmadığı halde, heyecanını, tekinsizliğini, gerilimini kaybetmeyen “eski okul” bir korku romanı Diriliş.
Peki, sonunda ne oluyor? Din mi kazanıyor, bilim mi? İnanç mı, akıl mı? “Spoiler” vermeden bunu yanıtlamak zor. Aslında “Spoiler” vererek de zor çünkü görülen o ki, King’in de, yazdığı öykünün de kafası karışık. Bu yüzden usta yazar kolaya kaçıyor ve finalde öyküyü toparlayacağı yerde meseleyi Lovecraft’e bağlamayı tercih ediyor! Roman da zaten H. P. Lovecraft imzalı şu epigrafla başlamıştı: “Sonsuza dek var olan ölü değildir. Ve garip sonsuzluklarda ölüm bile ölebilir.” Kitabın finali de Lovecraft’in meşhur mitosu Cthulhu göndermeleriyle geliyor. Lovecraft, öykülerinde hep düşsel bir kitap olan Necronomicon’dan alıntılar yaparken King de Lovecraft’in öğrencisi Robert Bloch’un kaleme aldığı büyü kitabı De Vermis Mysteriis’ten söz ediyor. Kısacası King, romanın başından beri sorduğu soruları yanıtlamaktansa Lovecraft’e saygı duruşunda bulunarak bu zor soruların etrafında dolaşmayı tercih ediyor. Yayınevi “Diriliş”i “King’in en dehşet verici finali” sloganıyla lanse etse de bence King standartlarına göre zayıf bir final bu.
Yine de usta kabul edilen yazarların (mesela Murakami!) romanlarını bitirmeye bile ihtiyaç duymadığı, bitirir gibi yaptıkları günümüzde King’i çok fazla eleştiremiyorum. Din ve bilim çatışmasında çarpıcı sözler edip bir taraf tutmamasını da sorgulamıyorum. Diriliş inişli çıkışlı grafiğine rağmen iyi bir roman. 68 yaşında, kendini çoktan mali açıdan garantiye almış bir yazarın yazmaya devam etmesi de önemli. Diriliş’in bir diğer önemi de korku türünün yaşayan kralının korku edebiyatının hem beslendiği hem de çatışma halinde olduğu inanç üzerine konuşmaya cesaret etmesi.
Sonuçta korku anlatılarının çıkışı halk söylencelerine, dinlere ve batıl inançlara dayanır. Bu, özellikle modern korku öykülerinin bir çelişkisidir. Bu çelişkiyi en güzel Exorcist filmi üzerinden anlatabiliriz. Exorcist 1973 yılında vizyona girdiğinde büyük bir etkiye yol açtı. Filmdeki hikâyenin gerçek olduğuna dair söylemlerle kilise adeta güç kazandı. Azımsanmayacak kadar insan evlerine kutsal kitap almaya, duvarlarına haç asmaya ve kendilerini dine adamayı başladı. Bu yüzden filmin Vatikan sponsorluğunda çekildiği bile iddia edildi. Exorcist aslında William Peter Blatty’nin 1971’de yazdığı romanın uyarlamasıydı. Filmin senaryosunu da Blatty yazmıştı. Blatty dindarlığıyla ve eserlerinde dini propaganda yapmasıyla meşhur bir yazar. Exorcist filmini yöneten William Friedkin ise filmi çektiği sırada inançlıydı. (Daha sonradan agnostizme kaydığını açıkladı.) Filmin başrolündeki Max von Sydow ise ateistti ve çekimler sırasında filmin içeriğinden rahatsız olduğundan özellikle bazı sahnelerde zorlanmıştı.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz usta yönetmen Wes Craven’ın da inanç dünyasıyla travmalı bir geçmişi var. Craven koyu dindar bir evde ve okulda büyümüş. Tıpkı King’in Carrie’sinde olduğu gibi televizyon bile yasakmış Wes’e. Koleje kadar film izlememiş Craven. Bir gün ailesinden korkusuna başka bir şehirde sinemaya girmiş, “To Kill a Mockingbird”ü izlemiş. Sinemanın harika bir kaçış yolu olduğunu fark eden Craven daha sonra okul dergisinde yazdığı yazılardan dolayı okuldan kovuluyor. Yönetmenliğinin ilk dönemlerinde de vahşi ve “gore” öğelerin baskın olduğu filmler çekiyor. Bu filmlerindeki şiddet unsurlarına çocukluğunda yaşadığı dini baskının sebep olduğunu söyler. Filmlerinde tanrı mefhumuyla da uğraşması bundan olabilir. Daha ilk uzun metrajlarından birinde, Deadly Blessing / Lânetli Kasaba’da dindar kasabalıların vahşetiyle karşılaşan üç kadının öyküsünü anlatır Craven. Elm Sokağı’nda Kâbus’ta ise Tina, Freddie Krueger’a “Oh tanrım” dediğinde, Freddie Krueger bıçaklı eldivenlerini göstererek “Tanrı, işte bu!” der.
Cin İstismarı
Öyle görünüyor ki, korku sanatları dinlerden beslendiği kadar dini otoritenin hoşuna gitmeyecek ölçüde tabularla da uğraşıyor. Blatty, dindar bir yazar olsa da genç kız karakterine haçla mastürbasyon yaptırabiliyor mesela. Bu da filmi salt bir dini istismar filmi olmaktan çıkarıyor. Türkiye’de ise bambaşka bir durum söz konusu. Her ay vizyona giren cin filmleri açıkça ve göz göre göre sinemaseverlerin inançlarını istismar ediyor. Genelde sara krizleri gibi rahatsızlıkların ve cinsel taciz / tecavüz gibi çocukluk travmalarının yol açtığı kişilik bölünmeleriyle ortaya çıkan “cin vakaları” bir gerçeklik olarak kabul ediliyor bu filmlerde. Cinli filmlerin ortak mesajı “psikolojik rahatsızlığı olan çocuklarınızı bir an evvel üfürükçü hocalara göstermeniz gerek” oluyor. Bu uzun metraj cinci hoca reklamlarından birinde izlediğim bir sahneyi yazıp bu bahsi kapatayım: İçine cin girdiğini düşündükleri kızı hocaya götürüyorlar. Hoca birkaç ayet okuduktan sonra mekândaki odunu alıyor, odunu bir kova suya batırıyor ve kızın sırtına ıslak odunla vuruyor. Kızı getiren adam “Aman hocam napıyorsun” diye itiraz ediyor ama sonuçta hocanın bu garip yöntemi işe yarıyor, cin kızın içinden çıkıyor. Bu sahneyi izledikten sonra Exorcist’e “dini istismar” diyesi gelmiyor insanın.
Aslında korku türünün en kalıcı eserleri inanç kaynaklı değil, insan kaynaklı oluyor. Korku tarihinin en büyük başyapıtlarının batıl inançlardan veya folklordan değil, insani durumlardan ve meselelerden esinlendiğini görüyoruz. Wes Craven, “Elm Sokağı’nda Kâbus”u yazarken Güney Afrika’dan Amerika’ya göç eden mültecilerin yakalandığı Brugada Sendromu’ndan esinlenmişti. Yolculuk sırasında ve sığındıkları ülkede yaşadıklarından dolayı çok sık kâbus gören mülteciler kâbus görmemek için uyumamaya karar vermişler, uykusuzluğun neden olduğu kalp ritim bozuklukları nedeniyle bir sene içinde 13 tanesi kalp krizi geçirerek ölmüştü. Stephen King, Carrie’yi yazarken öğretmenlik yaptığı lisede gördüğü bir öğrenciden esinlenmişti. Diriliş’i yazarken ise ilerleyen yaşıyla birlikte beliren ölüm korkusu ona eşlik etmiş belli ki. Mary Shelley, ölümsüzlük peşindeki Dr. Frankenstein’ı iki bebeğini kaybedince yaratmıştı. Vampirle Görüşme’den Altıncı His’e korku öyküleri gerçeklerden yola çıktığı sürece insanı ve kendimizi anlamımıza yardımcı oluyor. Cesur olduğumuz konular kadar korktuğumuz şeyler bize bizi anlatıyor. Bu yüzden korku hikâyelerinin geçmişin korkularından vazgeçip günümüzün hakiki korkularını ortaya çıkarması şart. Wes Craven, mültecilerin kâbuslarından yola çıkarak Elm Sokağı’ndaki kâbusları yaratmıştı. Kıyıya vuran mülteci çocuk cesetleriyle ve onlarca adamın tecavüzüne uğrayan kız çocuklarıyla karşılaştığımız ülkemizde cinlerden başka kâbuslar anlatmanın zamanı gelmedi mi?