Geçtiğimiz günlerde Suat Derviş hakkında oldukça kapsamlı bir eser yayımlandı: Anılar, Paramparça. Kitabın editörü Ayla Duru Karadağ ile uzun yıllardır Suat Derviş üzerine çalışan ve bir külliyat oluşturan Serdar Soydan, Anılar, Paramparça'yı ve Suat Derviş'i konuştu.
Anılar, Paramparça'da tefrikalarda kalmış yüzlerce yazısı arasından titizlikle seçilen metinlerde ilk kez Suat Derviş kendi hayatını anlatıyor. Kitapta 1939’da Son Posta’da tefrika edildiği günden bugüne hiçbir kaynakta adı geçmeyen Berlin hatıratından Sovyetler yazılarına, iki-üç sefer niyetlenip ancak çocukluk yıllarını yazabildiği hayat hikâyesinden ömrünce yapılmış röportajlardan seçmelere Suat Derviş’in yaşadıkları yazdıklarıyla gün yüzüne çıkıyor.
Suat Derviş’in anılarını yayına hazırladık. Derviş külliyatında bir ilk gerçekleşti. En başından almak istiyorum, Tuncay Birkan (kendisine yine teşekkür etmeliyim) senden ve Suat Derviş hakkındaki araştırmalarından bahsettiğinde bu kadarını beklemiyordum. Karşımda âdeta Suat Derviş’in eserlerinden, yazdığı en küçük yazılardan yola çıkarak ruhunun röntgenini çeken biri var. Peki, Suat Derviş bu ruh röntgenine izin veren, kendini metinlerinde bu kadar açan bir yazar mıdır sence? Benim okuduklarım “Evet,” cevabını verdiriyor. Hayatına dair birçok ayrıntı kitaplarında üstü kapalı ya da aleni şekilde veriliyor. Hatta bir sohbetimiz esnasında “Bazen arkadaş ve tanıdıklarını, isimlerini bile değiştirmeden yazdıklarına dâhil etmiş,” demiştin. Bunun sebebini de “Her şeyden kendisine malzeme çıkarmasını gerektirecek kadar çok yazması lazımdı, çünkü hayatını büyük oranda, hatta neredeyse tamamen kalemiyle kazanıyordu,” diyerek açıklamıştın. Elbette akla yatkın ve muhtemel ama senin için Suat Derviş’in yaptıklarının hep mantıklı bir sebebi, daha da ötesinde makulleştirilecek bir tarafı var. İlk olarak şunu sormak istiyorum; nasıl başladı Suat Derviş’le bu münasebetin?
İki binlerin başıydı. Albenili kapağıyla Fosforlu Cevriye’yi bir sahaf tezgâhından almıştım. O güne kadar aşkı bu kadar güzel anlatan bir roman okumamıştım. Yani aşkla başladı ilişkimiz. Âdeta âşık olmuştum Suat Derviş’e. Bilgiye nispeten daha zor erişebildiğimiz o yıllarda Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gittiğimi ve kitaplarını okumaya başladığımı hatırlıyorum. Çok bir şey yoktu zaten okunacak. Çılgın Gibi, Ankara Mahpusu, Hiç… Hiç’in fotokopisini çektirmiş, spiralletmiştim. Ama onu birkaç sene sonra, Boğaziçi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdiğim zaman okuyacak, Seza’nın ölüme savruluşuyla darmadağın ve Suat Derviş’in kalemine bir kez daha hayran olacaktım. Bölüm hocalarından Zehra Toska doksanların sonunda Oğlak Yayınları için iki Suat Derviş kitabı hazırlamıştı. Suat Hanım’ın çok sevdiği romanı Aksaray’dan Bir Perihan ve basılı üç öykü kitabından yapılan bir derleme; Hepimiz Birbirimizin Örneğiyiz. Zehra Hanım’ın kapısını çaldığım, ona Suat Derviş hakkında sorular sorduğum günü unutamam. Bana Buhran Gecesi ve Fatma’nın Günahı romanlarını ilgi çekici bulduğunu söylemiş, yoluma ışık tutmuştu. (Ne mutlu ki, beş altı sene sonra bu romanları çevirip yayına hazırladım.) Sonrası… Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Suat Derviş’in eserlerini ve hakkında yazılanları toplamaya başladım. Dile kolay; on seneyi aşkın bir süredir kütüphanelerde gazete ve dergileri tarıyor, Suat Derviş metinleri topluyorum. Ve evet, dediğin gibi, içine girdikçe, metinler arasında kayboldukça onu tanımaya, neyi neden yaptığını, yazdığını az çok anlamaya, kendimce anlamlandırmaya başladım. Biyografisine ve külliyatına hâkim olmakla ilgili biraz.
Suat Derviş’le ilgili kimsede olmayan metinler var elinde, dev bir külliyatın arşivi… Anılar, Paramparça kitabı da bu arşivden çıktı. Daha önce dergi ve gazete hariç matbu hale getirilmemiş yazılar. Berlin, SSCB, Tahran, Montrö ilk dikkat çeken yazı dizileri arasında. Kendi deneyimlerini anlatmasının yanı sıra döneme dair de can alıcı bilgiler veriyor. Berlin’de yeni yeni yükselen Hitler popülerliğinden ve “ecnebi” olarak orada başına gelenlerden ve aslında bu durumu değerlendirme şeklinden ne kadar öngörülü olduğunu anlıyoruz. SSCB’de kimsenin aklına gelmeyecek meseleleri soruşturup yazıları İstanbul’a yolluyor. Başka bir görüsü, başka bir algılama şekli olduğu o kadar açık ki! Peki, neden bize bir bütün olarak anılarını, hayatını kendisi anlatmayı seçmedi sence?
Suat Derviş’in anıları paramparça. Rasih Nuri İleri “Tasarladığı hatıratını bir türlü tamamlayamadı. (…) Kendisi iki üç kez başladı, bebeklik dönemini aşamadı,” diyor. İnsan sormadan edemiyor; tüm meslek hayatı boyunca, binlerce sayfa yazmış, yeri geldiğinde aynı anda üç dört gazete ve dergiye yazı yetiştirmiş bir kalem sahibi, görece daha az çalıştığı bir dönemde yazmaya giriştiği anılarını niçin bitirememiş? Bunu asla bilemeyeceğiz. Ama yazdıklarına, imzasına rağbet edilmiyor oluşu kalemini köreltmiş olabilir. Bir tür kırgınlık, küskünlük belki... Tükenme hali yahut. Şunu da sorabiliriz kendi kendimize, acaba bile isteye bitirmemiş, bitirmeye, bir yerden sonrasını yazmaya gönlü elvermemiş olabilir mi? Suat Derviş’in hatıratına seçtiği başlık “Hayatımı Anlatıyorum: Çocukluğum, Meslek Hayatım, Çektiklerim”miş. Çektikleri… Belki onları kaleme getirip ölümsüz, unutulmaz kılmak istememiştir. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali gibi… Daha sonraları Orhan Kemal, Aziz Nesin gibi sürekli yazdıkları ve yaptıkları yüzünden baskı ve şiddete maruz kalmış. Soruşturmalar, mahkemeler, gözaltılar, mahkûmiyet… Sadece yazdığı için neredeyse… Neden olmasın? Belki bu yüzden, bu acılı yılları hatırlamak ve dahi hatırlatmak istemediği için anılarını çocukluğundan, hatta neredeyse bebekliğinden ibaret bırakmıştır. Bu durumda elde kalanları uç uca eklemekten, iğneyle kuyu kazar gibi gazete ve dergi koleksiyonlarında iz sürmekten başka çare yok. Anılar, Paramparça da bunu yapıyor. Farklı gazete ve dergilerde çıkan anı, röportaj ve gezi yazılarını, birbirine, bir bütün olmaya belki de hasret bu metinleri nihayet yan yana getiriyor. Tabii bulabildiğimiz kadarını. Kim bilir… Belki dahası da vardır. Umarım vardır.
Çok iç sızlatan bir şey daha var; o da Suat Derviş’in unutulması ya da hak ettiği değeri ne hayattayken ne de sonrasında görmesi. Külliyatını bir araya getirmek -roman tefrikalarını, öykü ve diğer türdeki eserlerinin kopyalarını bulmaktan bahsediyorum, kitaplaşması dilerim daha az zamanımızı alır- 10 sene sürmüş, hâlâ arada bahsettiğin birtakım yazı, oyun, öykü, romanları bulunamadı. Sadece yedi günlük tefrikasının elinde olduğu, ne kadar sürdüğü bilinmeyen bir romanı (Bir Muamma, 1950, Hakikat) ya da gazete ve dergilerin kapanmasıyla devamı yazılmayan, yazılmışsa bile yayımlanmayan roman ve öyküleri var. (Yaprak Kımıldamasın, 1945, Hürses ve “Elbruz Dağlarında Bir Gece”, 1937, Tan) Fotoğraflarının çoğunu yurt dışı arşivlerinden buluyorum mesela. Bir internet arşivi olmasını geçtim, Darülbedayi’deki oyununu bile bulmak imkânsız. Hatırlıyorum, ne büyük bir heyecanla Şehir Tiyatroları’na gidip bu oyunu aradığını ve aynı büyüklükte bir hayal kırıklığıyla elin boş döndüğünü. Bir sürü faktör var; tarihî koşullar, dönemsel koşullar, ideolojik koşullar… Ve Suat Derviş’in hayatına, ailesine, sosyal çevresine, yazdıklarına, bu kitapta da (Anılar, Paramparça) yer alan röportajlarına baktığımızda hiçbir dönemin makul ve makbul vatandaşı olmadığı çok açık. Biz hep yazı tarafından bahsettik ama Suat Derviş bütün bu yazınsal sürecin yanı sıra mücadeleden de hiç vazgeçmiyor. Hatta yazım şekli de buna göre şekillenip değişiklikler gösteriyor. Şimdilerde hazırlığına giriştiğimiz romanı da (İstanbul’un Bir Gecesi, 1939) bu duruşla şekillenen bir eser. Sence Suat Derviş’e özel bir “unutturma politikası” var mı? Ya da bu aslında toplum olarak bizim karakterimiz mi? Hafızasızlaştırılan ve buna cılız seslerin dışında tepkisiz kalan bir doğamız mı var, özellikle “makbul” olmayanlara karşı?
Artık kalıplaşan ve yerli yersiz, ezbere tekrarlanan bir tabir: “Edebiyatımızın Unutulan Yazarı” Suat Derviş’in de içinde yer aldığı pek çok yazar için yapılagelmiş bir yakıştırma. Yalan mı? Yanlış mı? Değil. Unutulan, unutturulan öyle çok isim var ki… Say say bitmez. On yılı aşkın süre içinde gazete ve dergi ciltleri arasında sıklıkla rastladığım isimlerden bazıları bugünün okuru için hiçbir şey ifade etmiyor. Hatta büyük bir çoğunluğu böyle. Bunun bir dolu sebebi var. Zaman da eliyor bazı imzaları, iktidarlar da silmeye çalışıyor. Yasaklanan yazarlar, yakılan, toplatılan kitaplar… Çok uzun, ayrıca ele alınması gereken bir konu bu. Suat Derviş’e gelecek olursak…
Doksanların ikinci yarısından itibaren -sanırım milat olarak Hasat Yayınları’nın 1996’da Çılgın Gibi’yi yeniden basmasını gösterebiliriz- Suat Derviş, kısıtlı sayıda da olsa roman ve öyküsüyle hatırlanmaya, yeniden dolaşıma sokulmaya başlandı. Aksaray’dan Bir Perihan’ı Oğlak, Hiçbiri’ni Doğan Kitap bastı. Bunlar Suat Derviş’in Osmanlı harflerinde yahut gazetelerde tefrika olarak kalmış iki romanıydı. Derken üç sene kadar önce İthaki Yayınları, Oğlak ve Doğan’ın yarım bıraktığı işi ele aldı ve şu ana kadar on cilt eser yayımlandı. (Suat Derviş’in Buhran Gecesi, Fatma’nın Günahı, Ne Bir Ses Ne Bir Nefes, Ahmet Ferdi, Gönül Gibi ve Behire’nin Talipleri isimli kitapları ilk defa Latin harflerine çevrilmiş oldu.) Bununla da kalmadı, sempozyumlar, söyleşiler düzenlenir oldu hakkında. (Bu sempozyumlardan birinde sunulan bildiriler, yine İthaki tarafından Yıldızları Seyreden Kadın başlığıyla kitaplaştırıldı.) Yani, tüm bunlar yaşanmamış gibi halen “Edebiyatımızın Unutulan Yazarı Suat Derviş” demek ne kadar anlamlı? Suat Derviş, şu son yirmi yıllık süreçte, edebiyatımızın unutulan, unutturulmaya çalışılan yazarları listesinden çıktı çok şükür.
Burada farklı bir konuya değinmek istiyorum. Suat Derviş, belki de toplumdan, yayıncılardan ve okurlarından önce, kendi kendisini unutmuştur. 1968 yılında, Behçet Necatigil’e yazdığı mektupta “1934’den 1953’e kadar çok roman yazdım, hepsi de intişar etti ama gazetelerde tefrika olarak. Bazıları satın alındı, fakat alan tâbi basmadı. (…) Çok korkarım ki, eserlerim tarafımdan bastırılmazlarsa, ben ölmeden evvel basılmayacaktır,” demektedir. Fakat aynı mektupta romanları, yayımlandıkları gazete ve yıllara göre sayarken pek çok hata yapar. Ve ne yazık ki bu hatalar hakkında tez yahut makale yazan akademisyen ve yazarlar tarafından bugüne kadar tekrarlanmıştır. Bu yüzden romanlarının çoğunun yeri yurdu halen bilinmiyordu lakin on seneyi aşkın araştırma dönemi içinde, taradığım gazete ve dergilerde, bu mektupta adını zikrettiği ve dahi zikretmediği, yani tamamen unuttuğu romanlarını buldum. Artık hepsinin yeri yurdu belli, diyebiliriz.
Araştırmalarının Suat Derviş’le sınırlı kalmadığını biliyorum. Nahid Sırrı Örik, Nezihe Muhiddin, Peride Celal ya da Sermet Muhtar Alus gibi pek çok yazarı da topluyorsun yıllardır. İçlerinde İskender Fahrettin Sertelli ya da Murat Sertoğlu gibi yüze yakın, hatta aşkın esere imza atan ve bugüne neredeyse hiç ulaşamayan isimler de var. Bunlarla mukayese ettiğimizde Suat Derviş şanslı. Hâlâ oturup onun hakkında yazan, yazdıklarını okuyan, sempozyum düzenleyenler var. Bu bilgiler ışığında soru tersine dönüyor. “Onun yazdıklarını ve hayatını zamana ve tüm bu hafızasızlığa rağmen cazip kılan nedir?” diye sorunca… Herhalde bu cazibeyi sağlayan Suat Derviş’in kendisidir diyorum. Sansasyonel evlilikleri, âşıkları, kimyager paşa dedesi, ilk jinekolog olan babası, Berlin dönemi, gazeteciliği ve gazeteciliği bir aktivizme dönüştürmesi, az önce kısaca değindik ama altını çizmekte fayda var, mücadeleyi hayatının her alanına taşıması… Evinde devrimcileri saklaması, sokak insanlarıyla günler süren yazı dizileri haline getirdiği röportajlar yapması, sendikalar kurması ve yaşayan, capcanlı karakterler yarattığı öyküler yazması… Sonra Fransızcaya çevrilen ilk Türkçe kitabın yazarı olması. Üstelik sadece Fransızca da değil, Behçet Necatigil’e yazdığı mektupta ondan fazla dil sayıyor, hatta satış rakamlarını da veriyor bazılarının. Yani Suat Derviş şu an bile temas ettiğimiz, konuştuğumuz, çalıştığımız her ‘şey’de, her alanda, her zeminde, hem de o dönemde kendisini var etmeyi başarmış bir kadın. Şu unutulma, hatırlanma bahsinde sana katıldığım noktalar çoğalıyor, fakat bu kadar çok “şey” olan bir kadının, güncel söylemle, daha “popüler” olması beklenmez mi? Çağdaşlarıyla kıyaslandığında evet, unutulmuş değil, lakin Suat Derviş’in yaptıklarına baktığım zaman, bunların yetersiz olduğunu düşünmeden edemiyorum. Daha çok bilinmeyi, hatırlanmayı ve okunmayı hak ediyor. Peki, belki de toplumdan, yayıncılardan ve okurlarından önce, kendi kendisini unutmuştur diyorsun ya… En başa dönüp Derviş’in “ruhunun röntgenini çekmeye girişen” sana, bunun sebebini soracağım.
Bu sorunun cevabını verebilmek için Suat Derviş’in ya da geçimini tamamen kalemiyle sağlayan o dönem yazarlarının çalışma biçimleri ve geride bıraktıkları yazınsal miras hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Mahmut Yesari, İskender Fahrettin Sertelli, Ercüment Ekrem Talu, Selami İzzet Sedes, Ziya Şakir Soku… Tüm bu isimler yirmilerin sonundan ellilerin başına kadar, ömürleri vefa ettiğince gazete ve dergilerin can simitleri, tefrika makineleri, öykü yahut fıkra fabrikaları olmuştur. Yazdıklarının haddi hesabı yoktur dense yeri. Konumuz Suat Derviş olduğu için ondan örnek verelim. Suat Derviş’in tahminen iki yüz kadar telif ve bir bu kadar çeviri, adapte ettiği öyküsü var. Yukarıda zikrettiği 1934-53 yılları arasında yirmi roman yazmış, yine birkaç yüz röportaj yapmış, köşe yazıları, kadın ve güzellik yazıları kaleme almış, ayrıca pek çok gazetede çeşitli görevlerde çalışmış. Çeviri romanları, adaptasyonları da eklersek yekûn daha da artar. Böyle yoğun bir mesai içinde, çoğu kez sipariş üzerine, tefrika yahut vuruş sayısı belli metinler üretmiş. Âdeta bir fabrika gibi seri üretime, dur durak bilmez bu çalışmaya rağmen Fosforlu Cevriye, Hiç, İstanbul’un Bir Gecesi ve daha pek çokları gibi bütünlüklü, başarılı metinlere imza atmış Suat Derviş. Farklı edebi türler, değişik gazete ve dergiler, hatta meslekler arasında gidip gelen biri için bu mucizevidir. Tüm bu koşuşturma içinde, yaşadığı baskıyı, şiddeti ve hayatının un ufak edilişini, kaleminin itibarsızlaştırılmasını ve bunların yarattığı psikolojiyi de hesaba katarak Suat Derviş’in romanlarını nasıl unuttuğunu anlayabiliriz. 1937 yılında Tan’da tefrika edilen Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır adlı eserini hazırlarken verdiği röportajda “Bu eserimde muvaffak olursam Nobel alacağım,” diyen iddialı yazar, çok değil otuz sene sonra yazdıklarını unutacak, eserlerinin çetelesini tutamayacak hale gelmiş, belki da daha çok bu hale getirilmiştir.
Fakat ne mutlu ki o unutsa, unutturmak istese bile yazdıkları da yaşamı gibi gün gün hatırlanıyor. Suat Derviş her kitabında biraz daha bütün, âdeta biraz daha kanlı canlı, karşımızda duruyor. Hakkında araştırılması gereken pek çok şey, yazılması gereken onlarca yazı var. 1927 yılında Servet-i Fünun’da çıkan “Denize Söyledikleri” adlı nesri yüzünden dine hakaretten mahkemeye verilişi, Nezihe Muhiddin’le beraber 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı destekleyip yerel seçimlerde aday oluşu, aynı dönemde, parti çatısı altında kurmaya giriştikleri Kadın Varlığı Cemiyeti, üyesi, hatta kurucusu olduğu basın meslek örgütleri, dernekler, 1937 ve 1940’ta iki kez çıkarttığı Yeni Edebiyat ve bu dergideki toplumcu gerçekçi edebiyat eleştirileri, sonra yüzlerce röportajı, röportajlarında resmettiği karanlık İstanbul, çöken Boğaziçi… Suat Derviş binlerce sayfalık edebi mirasıyla araştırmacıları, akademisyenleri ve okurlarını renkli bir serüvene davet ediyor. Suat Derviş’in kültür ve edebiyat tarihimizdeki yerine ancak bu külliyata daha kolay erişebildiğimiz ve eserlerini toplu bir şekilde değerlendirebildiğimiz zaman karar verebileceğiz. Yazar, gazeteci ve aktivist kimlikleriyle, yarattığı güzellikler ve yaşattığı ilklerle Suat Derviş bu ilgi ve dikkati hak etmektedir.