Türk edebiyatında, okurla eski kontratı yırtan, yazı düzleminde bir bakıma subversif bir kalkışımı üstlenen şiir ve nesir örnekleri 1960-1975 döneminde ortaya çıkmıştır: Mısırkalyoniğne (1962), Cehennemde Bir Yusuf (1963), Gibiciler (1965), Bakışsız Bir Kedi Kara (1965), Yanık Saraylar (1965), Ortodoksluklar (1968), 1980’de ilk kez kitaplaşmış olsalar da öncesinde dergilerde yayımlanan Kısmet Büfesi metinleri, Kareler ve Aklar (1975), Nil (1975) ve Ara-Kitab (1976). Toplam, yaklaşık 500 sayfalık bir ciltte biraraya getirilebilir. Bir etki alanı yaratmamıştır diyemeyiz bu çıkışlar; gelgelelim, geniş bir açılım alanı yarattıkları da söylenemez bana kalırsa. Andığım yapıtların sahipleri daha yumuşak bir çizgiye geçmişlerdir sonraki yıllarda, zaman zaman kimi dönüş hamleleri göze çarpsa da. Ardıllarına gelince, yalnız kaldıkları (Irgat, Günersel) ya da derkenar daraldığı için, sözkonusu subversif damarın talî kalma niteliğini değiştirememişlerdir.
1980’den günümüze gelesiye kimi dergilerin (Beyaz’dan Heves’e), kimi yayınevlerinin (Altıkırkbeş’ten Norgunk’a, Kült’e) gizilgücü diri tutan çabalarının, fanzinlerin de katkısıyla bir direniş çeperi oluşturduğu görülüyor. Çağdaş sanat bağlamındaki etkinliğin payı da işin içine girmiş durumda. Şu var: Dolgun, atak yapıtlar çıkagelmedi o kıyıdan, henüz. Çoğunda jestüel ağır bastığı için sanırım. Buna, yolda gurulaşma eğilimine kapılanların, küçük alkış heyetleriyle dolaşanların işin özünü örseleme payları eklendi. Bir de, eski çeşmelerden yeni maşrapalarla su içmeyi özgün davranış saymaktan kaynaklanan patetik kaymalar sözkonusu.
Çeviri düzleminde gerçekleştirilen hamleleri yabana atmak olanaksız. Belli uç metinlerin, Vaché’nin mektuplarının ya da Acéphale seçkisinin hayalet statüsünden canalıcı bütünlükleri kurtarması önemli. Sorun, telif bağlamında asıl: Faruk Ulay’ın, Levent Şentürk’ün, Necmi Zekâ’nın, Franko Buskas’ın, Aracakök’ün, Efe Murad’ın işleri dolaşıma özgü sıkıntılar nedeniyle gözden kaçıyor. Yanılmıyorsam, kaçırılıyor da. Ama, oraya varasıya, farklı odaklara dağılan bu hamlelerin sahiplerinin biribirilerini görmezden gelme eğilimlerini ortadan kaldırmaları gerekmez mi? 1960-1975 döneminin şairlerinde, yazarlarında hısımlarını hasım sayma anlayışına rastlanmazdı. Bugün, “copyright’ı bende” yaklaşımı sık çıkıyor karşımıza, üstelik on(lar)da değil de!
Bir caka olarak algılanmamalı subversif’lik: Artaud’nun aklından caka satmak geçiyor muydu — tam tersine canı acıdığı için ses(ler) çıkarmıştı. Van Gogh’u gördüğünde kafasını başka bir yöne çevirmiyordu.
Her şeyin başı: İşte de, ilişkilerde de sahihlik.
“Subversif’e Dair” başlıklı içbükeyde iki kitabını anmış olmamı yadırgayanlar çıkacağından şüphem yok — varsın yadırgansın! Onlara, daha sonraki yıllardan başkalarını da katabilirim burada: Ayna’yı, Tahta Troya’yı, Altın Meseli’ni, Koma Provaları’nı, Uç Şiirler’i.
Şunu ekleyerek: İyi-kötü devamlılık arzetse de, benim asal çizgim olmadı bu. Daha median bir bölgede gerçekleşti yazı serüvenim. Bir yaştan sonra görece ehli bir seyir tutturduğum, kurmanın sökmeye ağır bastığı söylenirse diklenemem. Gene de, öteki arayış çizgisi yoklamalarının alttan alta, basso continuo, sürdüğü yadsınamaz herhalde. Paris dönüşü ortam mı beni hizaya getirdi? Yanlış anımsamıyorsam, değindiğim caka(lılık) sorunu tedirgin etti beni, içeride. Ama dışarıda olup bitenlerden etkilenmediğimi ileri süremem de. Özellikle 1980’in yarattığı kırılma, aynı dönemde askerliğimi yaparken ciddi biçimde örselenmem, Ankara’dan İstanbul’a geçtiğimde yaşadığım bocalama, iş hayatımda ve özel hayatımda sallanışım… bir dolu çözücü etmen sızdı 1980’lere. Gene de Opera’ya aynı dönemde yöneldiğim, Bu Kalem Bukalemun’u yayımladığım hesaba katılırsa, subversif gizilgüç devreden çıkmamış bütün bütüne. Median bölge genişleyedursun: Perişey’de, 1982’de başlayan Özel Ansiklopedi’de, DKK’ya (1993) gelesiye Başkalaşımlar’da, 1988’de giriştiğim Dîvan’da subversif yazının payı hayli düşüktü ana kefede — bugünden bakınca daha net görebiliyorum.
Yol ve Zaman, ayarlarını yüklüyor yazı masasına. Son 25 yılda uzunboylu bir değişim geçirmedi güzergâhım. Sert örneklerle (sözgelimi tyn’ler) yumuşak örnekler (sözgelimi Seyahatnâme) beni iki ucun arasına gerdi, geriyor. PON projeleri bağlamında durum farklı mı? Ben böyleyim. Kendi altındaki boşluğu ortalamış, üstüne gerdiği ipi gözünü açık tutarak arşınlamayı sürdüren biri.
“Artık düşmem” kesinliğine mi varmış?
Hayır: “Düşsem de olur”a varmış.
Ama “düşmesem daha iyi olur”a daha bir yatkınmış.
Yazının “subversif”leşme sürecinde, Asrî Zamanlar’ın bir noktasında, XIX. yüzyıl sonu, bunalım etkeninin ağır basmasının payı göze çarpıyor. Yaklaşık 150 yıldır süren bir damar açılıyor orada/n.
Basının ve ona koşut olarak popüler edebiyatın devreye girmesi yolaçmış kırılmanın ortaya çıkmasına. Mallarmé’nin gazetelerle ikilemli ilişkisini serilmeyen Pascal Durand, gözden kaçmış sıkı filolojik çalışması Crises’de (Poeters/Vrin, 1998) şairle ressam (Manet) arası köprü kurarak, çekiliş üzerinde yoğunlaşır.
Sınırlı sayıda özgün baskı modelinin doğduğu kavşak. Zamanla seçenek boyutunun arttığını gözlemliyoruz: “Ortam”a ve “Sistem”e sessizce diklenerek sırtını dönmek: O gün bugün kurcalayan, yoklanan, geliştirilen yolyordam.
Sınırlı sayıda basımı, sözde pejoratif vurgusuyla seçkinciliğe yapıştırmak açıklamaların, yorumlamanın ucuz kalıbı. Sınırsız açgözlülük bir uçtaysa, öteki uçta sınır tayin etmek bir tokgözlülük olmanın ötesinde özel hat kurmak. Şüphesiz, okurdan çok varsıl amatörü, koleksiyoncuyu hedef aldığı gerekçesiyle eleştiri oklarını çekebilecek bir seçim. Char, Eluard gibi şairleri elden geldiğince özgür kılma kaygısı yabana atılmamalı gene de. Montale örneğindeyse düpedüz şiiri kollama, gerçek şiir okurunu hedef alma eğilimi öne çıkmıştır. İliadz’ın tasarladığı “sanatsal kitap” formunda (ve benzeri nice girişimde), ortaya çıkan obje.