Yazar, çevirmen, editör. Polisiye serisiyle Türkçe polisiyede ayrıcalıklı bir yere sahip, “sıradanın polisiyesi”ni yazıyor, Vedat ve Tefo karakterleriyle kendi dilinde evrensel bir gizem dünyası yaratmaya çalışıyor. Son romanı Süperben ise okurlarına sürpriz niteliğinde, farklı bir teknikle kaleme alınmış bir roman. Algan Sezgintüredi ile Türkiye’deki polisiye dünyasını, romanlarını, Süperben’i konuştuk.
Kara Hafta Polisiye Festivali'yle başlayalım. Nasıl geçti?
Genel anlamda öncekiler kadar iyi geçtiğini söyleyebilirim. Panellere gelen okur sayısında her sene artış gözlemliyorum. Dolayısıyla etkinliğin, en azından polisiye edebiyatın ve özellikle bizim yazarlarımızın tanınırlığını artırma açısından amacına ulaştığını söyleyebilirim. Kendi adıma hem zevkli hem de biraz yorucuydu: bu sene art arda iki panelde moderatörlük yaptım. Önce Türkiye Polisiye Yazarları Birliği üyelerinden Sibel Köklü, Hesna Onbaşı, Ercan Akbay ve Cenk Çalışır’ın casusluk ve “casusiye”yi konuştukları paneli, gene birliğimizin üyesi Elçin Poyrazlar’la birlikte sunduk. Ardından dünyaca ünlü yazarlar Anthony Horowitz ve Charlie Higson ile Times editörlerinden Karen Robinson’ın katıldığı “Sinemada James Bond” panelinde, ricası üzerine sevgili Sevin Okyay’la birlikte moderatörlük yaptım.
Beş kitaplık polisiye seriniz polisiyeseverlerin kült kitaplarından. Özellikle Vedat ile Tefo'nun ilişkileri, arkadaşlıkları, kimi zaman kapışmaları hoş bir tat bırakıyor okuyucuda. Karakterler nasıl doğdu?
Aslında ilkin Vedat vardı. Vedat’ı biraz kendimden biraz birkaç tanıdığımdan karıştırarak ortaya çıkardım. Amacım zekâsından yakışıklılığına, her açıdan “vasatın bir gıdım üzerinde” bir kahraman yaratmaktı. Ancak yazdıkça, özellikle Vedat’ın ağzından yazdıkça, iç monologların karakteri ve anlatıyı hiç istemediğim bir yöne götürdüğünü gördüm. Tefo öyle, “diyalog ihtiyacı” yüzünden doğdu. Tefo’yu Vedat’ın aksine, doğrudan en yakın arkadaşlarımdan birini model alarak yarattım. Şeklen epey değiştirdim gerçi. Nihayetinde, yazının kendisi, başta amaçlamadığım halde beni bir Holmes-Watson çeşitlemesine sürükledi. Hatta sonradan, Holmes-Watson’la başlayıp hemen her alana yayılan ikili kahraman olgusunu “yalnız kurt” tiplemesine tercih ettiğim için neden en baştan böyle yapmadım diyerek kızdım bile kendime.
“Polisiye kadar hatta belki bir “tık” fazla bilimkurgu sevdalısıyım.”
Süperben Vonnegut'a selam çakan yeni romanınız, önceki kitaplarınızdan farklı bir roman. Süperben'in hikâyesi nedir, fikir nasıl doğdu, yazım süreci nasıldı?
Polisiye kadar hatta belki bir “tık” fazla bilimkurgu sevdalısıyım. Okumaya dört yaşında, çizgi romanlarla başladım ve televizyonun yaygınlaştığı dönemde, 1973 veya 74 galiba, meşhur Uzay Yolu dizisiyle bilimkurguya âşık oldum. Süper kahramanlarla 70’lerin, müthiş Kurt Vonnegut’la (o zamanlar Jr vardı adının sonunda) 80’lerin sonlarında tanıştım. Süperben’in altında bunların hepsi var. Üstündeyse hemen herkesin en az bir kere aklına geldiğinden emin olduğum “gücüm olsa şunu bunu yapabilsem” arzusu ve ele üstün hatta süper güç geçtiğinde yapılabilecekler ve hissedilebilecekler üzerine ufak bir düşünme denemesi yatıyor. Arasıysa elbette macera. Özü, fikir hep vardı. Vakti buymuş demek. Yazım süreçlerim hep zorludur benim çünkü çevirmenlik ve editörlük gibi ciddi vakit alan iki işle geçiniyorum. O yüzden şimdiye dek romanlarımı hep kafamda evirip çevirdim ve ilk boş fırsatımda yazdım hep. Süperben de öyle oldu ama ilave bir zorluğu daha vardı: kitabın içinde de geçtiği üzere Süperben, Vonnegut’a bir saygı duruşu. Dolayısıyla getirdiği sorumluluk diğerlerinden çok daha farklıydı.
Her şey 31 Mart 2015'te oldu ve bitti diyorsunuz. Tüm Türkiye'de hâlâ nedenini bilmediğimiz elektrik kesintilerinin olduğu gün. Siz o gün neredeydiniz, Cengiz gibi bir sakin kasabada mı?
Oradaydım. Romanın içinde bolca benden ve hayatımdan parça var. Hangileri, söylemeyeyim ama beni tanıyanların bazılarını kolayca göreceğini biliyor, gülümseyeceğini umuyorum. Bu açıdan Borges’in meşhur “öncelikle dostlarım hoşça vakit geçirsin diye yazıyorum” beyanını pek sevdiğimi söylemeliyim.
“Vonnegut açısı dâhil hemen her bakımdan Süperben için bilimkurgu soslu, maceralı bir felsefe denemesi bile denebilir.”
Her ne kadar 220 sayfalık bir roman da olsa, sicim teorisine, paralel evrenlere, yapay zekâya değinilen bir roman Süperben. Bilimsel altyapıyı kurmak sizi zorladı mı?
Zorlamadı. Zorlamadı çünkü esasen kitapta bahsi geçen bu ve diğer olgular, fikirler, hepsi bilimkurgu sevenlerin, dolayısıyla bendenizin "aşina" olduğu şeyler. Bir nevi “kulaktan dolma” bilgiler ki kitabın kahramanı Cengiz de bu durumu açıkça söylüyor. Beni esas zorlayan, muhatabı bulunduğunda sorulacak, sorulması gereken sorular kısmıydı. O kadar çok ki… Bu bakımdan, daha doğrusu, Vonnegut açısı dâhil hemen her bakımdan Süperben için bilimkurgu soslu, maceralı bir felsefe denemesi bile denebilir.
Arka kapakta Sezgin Kaymaz ve Özgür Mumcu'nun romanla alakalı görüşleri var. Türkiye edebiyatında kendinizi yakın gördüğünüz isimler kimlerdir, eğer bir çete diyorsak, siz hangi çetenin üyesisiniz?
Maalesef göçük üstatlardan Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Afif Yesari, Orhan Veli Kanık, Edip Cansever ve Oğuz Atay. Çok şükür yaşayan üstatlar konusundaysa kendimi çok şanslı görüyorum: hem okuru hem hayranı olduğum yazarlarla bir arada, April çatısı altındayım. “Çete” kısmına bir şey demem zor ama illa diyeceksem iki çetede birden varım: ilki, yukarıda saydıklarımın bir araya gelebileceği şey neyse o; ikincisiyse geniş anlamda polisiyeciler çetesi olabilir.
Sırada ne var, Vedat ile Tefo'nun öyküleri devam edecek mi?
Edecek. Vedat & Tefo’yu seviyorum. Ama polisiye yazmak kolay iş değildir. Ne kadar daha yazabilirim, çıtayı yükseltebilir miyim, bilmiyorum. Ama istiyorum. Başka polisiye kitaplar da var aklımda. Süperben gibileri de. Şimdilik inşallah yazabilirim demek durumundayım.
Çevirmenliğinizden de söz edelim. İyi romanların iyi çevirmeni olarak tanınıyorsunuz, geniş bir yelpazede üretim yapıyorsunuz. Çevirirken en zorlandığınız, en zevk aldığınız yazarlar, kitaplar hangileridir?
Teşekkürler. İki tür kitabı çevirirken çok zorlanıyorum: bana “vasat altı” gelenler ve çok beğendiklerim. İkisi de farklı açılardan ilave gayret gerektiriyor çünkü. “Bence” kaydını düşmeme rağmen ilkine örnek vermeyeyim. Çok beğendiklerim, dolayısıyla bayılarak ve ilave zorlanarak çevirdiklerim arasında en başta Her Şey Aydınlandı ve Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın (J.S. Foer) Çıplak Şölen (W. Burroughs) Yabanda Gezinti ve Altın Kollu Adam (N. Algren) Einstein’ın Düşlerive Bay Tanrı (A. Lightman) Tükeniş Kulübü (J. Moore) ile Saçmalıklar Çağı’nı (M. Foley) sayabilirim. Son birkaç yılda çevirme ve yayına hazırlama onuruna eriştiğim Kurt Vonnegut kitaplarıysa bambaşka bir zorluk ve zevk benim için.
Süperben'le tamamlayalım. Çağımızda bir an için bile olsa süper kahraman olmak mümkün mü? Süper kahraman olmaya dair ipuçları verir misiniz?
En zor soruyu en sona saklamışsınız! Tarihe baktığımızda, yazılanları okuduğumuzda hemen her çağda bugünkünden farksız, kiminde çok daha beter sıkıntılar yaşandığını, bazı konulardaki yakınmaların hiç mi hiç değişmediğini görebiliyoruz. Ama elbette gene her çağın kendine, şartlarına has dertleri de var. Bilimin hızı gittikçe artarak gelişmeye başladığı on dokuzuncu yüz yılın ikinci yarısında başlayıp savaşlarla, kanla bezenerek internet “devrimiyle” kapanan dönem, on küsur sene öncesine kadar, en azından bana göre, pek çok açıdan insanlık tarihinin en zorlu, en acayip dönemiydi. Ama son on yılda işler çok daha acayipleşti ve çok ama çok daha acayipleşecek, çok daha yıkıcı yönlere gidecekmiş gibi görünüyor bana. Sonrasının, biz, biz dediğim hem yirmi hem yirmi birinci yüzyılı görenler, göremeyecek olsak da aydınlık olacağına inanıyorum ama. Süper kahramanlık meselesine gelince: öncelikle ipucu veremem, anca tahmin yürütebilirim ki herhalde herkes aşağı yukarı aynı şeyleri tahmin edecektir. O kısma hiç girmeyeyim. Yirminci yüzyılda, Mazhar Alanson’un şarkısındaki gibi “bazen” Süpermen olmak lazımdı. Çağımızdaysa bana, değil bazen, değil bir an, sürekli süper kahraman olmak bile yetmezmiş gibi geliyor ve olan biri çıksa muhtemelen bir noktadan sonra, “Bu ne ya?” deyip Dr. Manhattan misali Mars’a falan kaçar hatta kaçmadan önce “Roma’yı da yakardı.”
İllüstrasyonlar: Ayuko Tanaka, Eduardo Marmolejo