Sylvia Plath, önce şiirleriyle, sonra romanı ve öyküleriyle, bir de günlükleriyle tanıdığımız, çok özel, çok ayrıksı bir şair-yazar. 1963 yılının soğuk bir kış günü, Londra’da, iki küçük çocuğuyla yaşadığı evinde intihar ettiğinde geride şiirleri yanında bir de ölümünden bir ay önce takma adla yayımlattığı Sırça Fanus adlı romanı kalmıştı. Kendi yaşamına paralel giden olaylarla dolu bu romandaki Esther, hayal kırıklıklarıyla, başarı ve başarısızlıklarıyla, karamsarlığı, depresyonu ve psikolojik rahatsızlıklarıyla, hatta intihar girişimleriyle aslında gerçek hayattaki Sylvia.
Çizimler kitabındaki mektupları ve günlük sayfasını çevirirken orada yer alan çizimlere baktım ve aslında şiirlerinden tanıdığımız melankolik, intihar eğilimli, karamsar ve içe dönük Sylvia Plath’ın arkasında bir de bu kitapta karşıma çıkan Sylvia olduğunu düşündüm.
Çizimler neşeli, keyifli, dışa dönük bir ruh halinin yansımaları gibi görünüyor. Konuları, kırlardaki hayvanlar, evdeki soba, mutfak araç-gereci, bir şemsiye, limonata tezgâhları, ayakkabılar, kestaneler… Hayata dönük, dış dünyaya odaklı, soyut değil somut çizimler. Çizimlerin arasına katılan mektuplar, bu çizimlerin yapıldığı tarihlere rastlıyor ve düşüncemi doğruluyor. O melankolik, depresyonlu Sylvia değil o mektupları yazan. Âşık Sylvia, bir şeyler yaratma arzusuyla dolu, hevesli, neşeli, gencecik bir Sylvia. Geleceği dönük hayalleri olan, yaşama tutunan.
Keşke dedim içimden, keşke sanat çalışmalarını sürdürseydi, resim yapmaya devam etseydi yazıya yönelmek yerine, ya da onun yanında. Belki… Belki intihar olmazdı sonu.