Yirminci yüzyılın en tartışmalı isimlerinden biri olan Anais Nin'in “kadın gelişiminin öyküsü” diye nitelendirdiği “İçsel Kentler” serisinin ilk kitabı Ateş Merdivenleri üzerine bir inceleme.
"Kadın, kendisini nesne hâline getirmesi istenen bir varolandır," der Simone de Beauvoir. Seçimlerinin ve eylemlerinin öznesi değil, toplum baskısının ve dayatmalarının nesnesidir; öteki'dir, ikinci cinstir. Eril özneler tarafından sindirilen, itelenen, köşeye sıkıştırılan ve baskılanandır. Ahlaksızlığa yargılı olandır. Arzuladığı, düş kurduğu ve düşündüğü an patriarkanın idealine ihanet edendir. Anais Nin'in vurguladığı gibi Don Juan, Dona Juana'dan nefret eder; çünkü özgür erkek, doyurmak istediği cinsel arzularının ve tutkusunun peşindeki kadını tanımlayamaz, sınırlarını çizemez, domine edemez. Bu hakkı salt kendisine tanır, çizginin dışına çıkanları ise ötekileştirir, cadılaştırır ve sindirir.
Ateş Merdivenleri (İthaki Yayınları, 2020, Çevirmen: Püren Özgören) yirminci yüzyılın en tartışmalı isimlerinden biri olan Anais Nin'in güncelerinden yola çıkarak kaleme aldığı nehir roman (roman fleuve) olarak tanımlanan “İçsel Kentler” serisinin ilk kitabı. Ateş Merdivenleri başta olmak üzere seri, patriarkanın dayattıklarına ve toplumsal rollere başkaldıran, cinsiyetten azade seçim yapabilme özgürlüğü için mücadele ederek varoluşunu gerçekleştiren, erk egemenliğinin stereotiplerinden uzaklaşarak özgürleşen kadınlara dair bir anlatı. Onların sınırları, normları ve otoriteyi aşarak mutluluğa, cinsel özgürlüğe ve bütünlüğe ulaşmak amacıyla çıktıkları tensel ve içsel bir yolculuk… Aynı zamanda cinsiyet ayrımcılığına, kadın doğasına, özüne ve cinselliğine dair ezber bozan, vurucu ve gerçek bir roman.
Anlatı boyunca okur, medcezir doğasıyla, tepeden tırnağa aykırılığıyla, hiçbir tarağın yola getirmeye gücünün yetmediği kızıl saçlarıyla, iri dişleriyle, üzerine oturmayan renk cümbüşü elbiseleri ve gösterişli şapkalarıyla, durmadan devinim hâlinde, gerilim dolu, güçlü, çekici ve tutkulu Lillian'ın içsel olduğu kadar bedensel kentlerini ve arzusal yolculuğunu takip eder. Lillian, evli ve iki çocuk annesidir; ancak evinde hapis, aile kurumunun içerisinde kayıptır. Karakterini gösteremediği, yabancı hissettiği bir ilişki içerisinde oynadığı "iyi eş" ve "iyi anne" rolleri Lillian'a kendisini kapana kısılmış hissettirir. Ve anlatı, Lillian'ın tutkularının peşinden giderek evi, ailesini terk etmesiyle başlar. Yeni insanlarla tanışır, yeni ilişkiler yaşar ve her ilişkide kendini yeniden korkusuzca yaratır, konumlar ve o ilişki içerisinde kendini doyumsuz hissettiği an bulunduğu yeri terk eder. Gérard, Jay, Djuna, Sabina, Helen… Hepsi Lillian'ın arzu yolculuğunun duraklarıdır. Lillian ilişki içerisinde güçlü, bağımsız, cesur ve sorumlu olandır, bir nevi eril rolleri üstlenendir. Kontrol edici ve yönlendiricidir. Aşığının istek ve ihtiyaçlarını karşılayandır. Kimi zaman koca kimi zamansa annedir. Örneğin gündelik rutinlere katlanamayan, ofise kapanmak istemeyen ve bohem hayat sürmeyi tercih eden sanatçı Jay ile olan ilişkisinde bir sığınak, hatta anne olarak konumlanır. Yaşam karşısında ürkek, yetersiz ve zayıf olan Jay, Lillian için adeta "teselli arayan bir kurban, yiyeceğe muhtaç bir açtır." Onun gözünde beceriksiz ve savunmasız bir oğlan çocuğundan farksızdır. Dolayısıyla Lillian, bu ilişkinin kol kanat geren koruyucusu, her anlamda doyurulmaya muhtaç Jay'e kuşkusuzca kucak açan, yükünü korkusuzca sırtlanan annesi hâline gelir. Jay ise Lillian'ın homme fatal'ine dönüşür. Böylece heteroseksüel ilişkide taraflara biçilen roller alt üst olur, hudutlar belirsizleşir, zemin kayganlaşır.
Lillian'ın ilişkilerinde önemli bir yere sahip bir başka karakterse önce en yakın arkadaşı ardından aşığı olarak karşımıza çıkan Djuna'dır. Babası tarafından terk edilerek yetimhanede büyümek zorunda kalan, yetimhanenin bekçisi tarafından tacize uğrayan Djuna yetişkinliğine çocukluk travmalarını taşımıştır. Duygusal ve fiziksel açlıkla birlikte zengin ve rengarenk rüyalarını yitiren kadın mutlak yoksunlukla hayal gücünün büyülü sınırsızlığı arasında, adeta uçurumun eşiğinde açlığını haykırarak yaşamını sürdürür. Açlık saç diplerine, eklemlerine kadar sinmiştir ve gözlerine silinmesi mümkün olmayan bir kırılganlık yerleşmiştir. Devamında bu açlık saldırgan ve barbarca bir şeye evrilmek yerine aşka dönüşür; karşısındaki insanın bolluğuna, doygunluğuna değil yoksunluğuna beslenen bir aşktır ve böylece Djuna "artık sahip olamadığı her şeydir: Anne, baba, kuzen, abi, dost, sırdaş, rehber ve herkes için can yoldaşı." Çocukluğunda, başta öz babası olmak üzere hiçbir erkekle ilişki kuramayan, kurmasını bilmeyen ve yetimhane bekçisi yüzünden travmatize bir şekilde büyüyen Djuna, herhangi bir erkeğin sevgisinin kendisini doyurabileceğine, tatmin edebileceğine inanmaz ve baskıcı heteroseksüel ilişkilerden kaçınır. Bu politik tavrı annelikle beraber kadına biçilen tüm toplumsal rollere karşı bir başkaldırıdır adeta. Kadın doğasının ahlaki seçimi dikte edemeyeceğini kanıtlar niteliktedir. Androjen kimliğiyle Djuna her türlü eril hakimiyetten kendini özgürleştirmiştir. Lillian ile olan birlikteliklerini "eşit hızların, eşit ateşlerin, eşit güçlerin" buluşması olarak tanımlar Anais Nin ve onları birbirine cesaret aşılayan, toplumsal rolleri ters yüz eden iki eşit, "takılarını, giysilerini, kitaplarını değiş tokuş eden, birbirlerini koruyan, endişelerini, kıskançlıklarını, sahiplenmeciliklerini korkusuzca dile getiren" bir çift olarak betimler. Doğalarının farkında ve arzularının peşinden giden bu iki kadının birlikteliği, bir yandan radikal feminizmin bir yansıması, diğer yandan heteroseksüel ilişkinin dayatmalarına ve patriarkanın güç unsurlarına karşı bir başkaldırının vücut bulmuş hâlidir.
Jay'in vasıtasıyla Lillian'ın hayatına giren "dünyanın en sıra dışı gözlerine sahip" Helen için Lillian'ın büyüsüne ve cazibesine kapılmak kaçınılmazdır. Lillian, Helen'i "ateşli ve bitimsiz bir resim" olarak tanımlar; onu keşfetmek, çözmek, içindeki boşluğu ve görkemi tanımak ama en çok Jay'in ne gördüğünü anlamak ister. Ve zamanla, Helen'in de uçsuz bucaksız bir çölde, zindanlar içerisinde sıkışıp kaldığını öğrenir. Aslında ikisinin de çığlığı benzerdir : "Neden özgür değilim? Yıllar önce kocamdan ve iki küçük kızımdan kaçtım. O zamanlar farkında değildim ama bir anne, çocukların anası olmak istemiyordum. Ben yaratıların ve hayallerin anası olmak istiyordum; sanatçıların, esin perilerinin, metreslerin anası. Evliliğim beni canlı canlı gömmüştü," der Helen. Lillian, Jay'in sevgisini kaybetmemek amacıyla Helen'le kurduğu birliktelikte ilginin odağı haline gelir. Helen'i yeniden canlı, üretken kılar; ancak farkında olmadan yeniden kol kanat geren bir koca, bir anne rolünü üstlenir.
Anais Nin edebiyatını sadece erotik yazın olarak tanımlamak haksızlık olur. Nin, Freudyen bir yaklaşım izleyerek insan ruhununun derinliklerini kazıyor ve bulduklarını sezgisel, işlenmemiş ve şiirsel bir üslupla zengin metaforlar üzerinden aktararak deneysel, aykırı ve yenilikçi bir yazın ortaya koyuyor. Cümlelerinde Rimbaud, Proust, Valéry etkileri çokça hissediliyor. Karakterlerin yolculuğundansa, anlar üzerinden bir çerçeve çiziyor ve sınırlarını biraz sürreel biraz hayali dokunuşlarla süslüyerek benzersiz bir çalışma ortaya koyuyor. Marguerite Duras'ın deyimiyle "ellerle ifade edilen çığlıklar" Anais Nin'in kadınlarında, cümlelerinde, İçsel Kentler'inde vücut buluyor.