Göktuğ Canbaba ile dostluk, fedakârlık ve güven duygularını macera dolu bir hikâyeyle işlediği kitabı Perili Ev üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Tekinsiz, perili ev betimlemesiyle gotik bir atmosfer de yaratmayı başarmış bir roman Perili Ev. Biraz “tekinsiz” kavramından söz etmek isterim sizinle.
Tekinsiz kavramını Alman filozof Schelling, 1835’te yazdığı Mitolojinin Felsefesi eserinde kullanmış ama kavram psikolojiye ilk kez Tekinsizin Psikolojisi (Zur Psychologie des Unheimlichen, 1906) makalesiyle Ernest Jentsch tarafından getirilmiş.
Freud da 1919 tarihli Tekinsiz (Das Unheimliche) makalesinde bu kavramı ele almış. Bunu korkunun kaynağı olarak göstermiş ve “bastırılmış olanın geri dönüşü” olarak formüle etmiş. Tekinsiz (İng. uncanny, Alm. das Unheimliche), tanıdık olmayan, tekin olmayan, uğursuz demek. Ayrıca Freud’a göre aslında sır olarak ya da örtülü kalması gerektiği halde açığa çıkmış her şey anlamına geliyor.[1]
Neden okuru tekinsizlikle yüz yüze bıraktığınızı merak ediyorum ya da bu eserinizde tekinsizlik sizin için ne ifade ediyor?
Tanıdık olmayan şey ilgi çekicidir, yenidir, gizemlidir; aynı Perili Ev'imiz gibi. Bu kitapta tekinsiz olan evin kendisi. Mis gibi kokan çimenlerin, renkli çiçeklerin ve çocuk seslerinin oluşturduğu pırıl pırıl bir mahallenin arka bahçesine atılmış, eski, küflü bir pelerin gibi.
Çocukları, bilinmezle, gizem ve tekinsizliğin yarattığı endişeyle baş başa bırakmak istedim; çünkü içinde bulundukları bu durum bir şekilde arkadaşlıklarını, birbirlerine ne kadar güven duyduklarını sorgulamalarına yok açacaktı. Bu kitaptaki tekinsizlik, kahramanlarımızın birbirlerine daha sıkı bağlanmasını sağlıyor aslında.
Mekân konusuna gelince, Güven Turan korku ve dehşetin her an ve her yerde insanın karşısına çıkabildiği gibi belirli mekânlarda çok daha güçlendiğini söylüyor.[2] Sizin de romanınızda kullandığınız tekinsiz ev gibi... Korkuyu, dehşet duygusunu ev üzerinden anlatmanızın nedeninden söz edelim mi biraz.
Çocukluğumda mahallemizdeki eski, yıkılmak üzere olan evlere hikâyeler uydurduğumuzu hatırlıyorum. Herkes bir diğerinin yalan söylediğini bilse de sesini çıkarmazdı; çünkü korku kokan hikâyeler bizi çok heyecanlandırırdı. Onları olduğundan daha karanlık, korkutucu bir nesneye dönüştürüp sonra onunla yüzleşmeye çalışırdık. Bu bir mücadeleydi aslında. Yarattığımız perili eve kimin gireceğini tartışıp, bir şekilde cesaret gösterisi yapardık. Sonunda birlikte girerdik tabii ki.
Terk edilmiş evlerin gizemli, korkutucu bir yanı var. Bir zamanlar birilerini misafir etmiş, kahkahalar atılmış, yemekler yenmiş ama ne olduysa o birileri zaman geldiğinde çekip gitmişler. Bu durum kendi içinde çokça hikâye barındırıyor. Onlar kimmiş? Neden gitmişler? Evde bir sorun mu varmış? Yoksa ev perili miymiş?
Bu evler içinde tekinsizliği beslese de, bir yanları da hüzünlü gelmiştir hep bana. Bizim evimiz de bu iki duyguyu hissettiriyor okuyucuya.
Perili Ev tekinsizliğin ortasında yardımlaşmayı, dayanışmayı, dostluğu örgütlüyor. Bunu tam da Spinozacı bir evren, Spinozacı etik olarak okuyorum.
Biraz topluluk, arkadaş topluluğu üzerine konuşalım isterim. Eseriniz bizi tıpkı Diego Tatián’ın ifade ettiği gibi bir topluluğu düşünmeye itiyor: “Topluluk” sözcüğüne Spinoza'nın eserlerinde pek rastlanmasa da bana kalırsa söz konusu olan, tam da Spinozacılığın çok önemli bir boyutuna işaret eden bir terimdir. Spinoza bizi topluluğu düşünmeye çağırır; ait olunan, öncel olan, kendinden menkul bir topluluk değil, tersine, kendi kendini icat eden ve ufkunda, insanlarda evrensel olan ne varsa onun bulunduğu bir topluluk...[3]
Yine Spinoza’da[4] “Eğer aynı doğaya sahip iki birey birleşirse, her biri tek başına olduğundakinden iki kat daha güçlü bir birey oluşturmuş olurlar. İnsan için, insandan daha yararlı bir şey yoktur. Diyorum ki insanlar, kendi varlıklarını korumak için, herkesin sanki tek bir zihin ve tek bir bedencesine, zihinlerini ve bedenlerini birleştirdikleri bir tarzda her şeyde uyuşmasından ve herkesin aynı zamanda, muktedir olduğu oranda, kendi varlığını korumak için çabalamasından ve herkesin aynı zamanda ortak yararı aramasından daha yüksek bir şey isteyemezler”
Perili Ev’in tekinsizliğin ortasında yardımlaşmayı, dayanışmayı, dostluğu öğütleyen ve örgütleyen evreninden söz etmek ister misiniz; bir topluluk, bu türden bir topluluk yaratma amacınızdan?
Arkadaşlık, dostluk, dayanışma, mücadele, cesaret, güven temaları çocuk romanlarımda sık sık işlediğim konular arasında. Bu kavramların çocuklara anlatılması gerektiğini düşünüyorum; tabii ki bir öğretmen ya da anne baba edasıyla değil; bir arkadaş gibi, yolculukta farkında olmadan kazanılan deneyimler gibi öğrenmelerini istiyorum. Perili Ev'de yedi arkadaşın da kendine has korkuları, aşmaları gereken problemleri var... Perili Ev'e girmeleri Aslı'nın arkadaşlığı, dostluğu diğerlerinden daha iyi anlaması, kendi içinde çözmesi ve onları maceraya sürüklemesiyle gerçekleşiyor. Yeni tanıştıkları bir çocuğu kurtarma görevleri bir şekilde.
Günümüzde dayanışmanın, yardımlaşmanın, dostluğun, arkadaşlığın içinin biraz boşaltıldığını; sanal hatta yapay bir şeye dönüştüğünü gözlemliyoruz. Sanki zaman değiştikçe bazı kavramlar da zamanın içinde değişime uğruyor. Benim hayalimdeki evren ya da gelecek; insanların birbirlerini anladığı, ayrım yapmadığı, farklılıkların dünyanın güzelliği kabul edildiği, paylaşımın olduğu, yaşayan her canlının eşit şartlarda yürüdüğü bir gerçeklik.
Perili Ev’deki temel temalardan biri “oyun”, örneğin futbol. Her müsabaka, yalnızca bir şey için yapılmaz, aynı zamanda bir şeye ilişkin ve onun yardımı sayesinde de yapılır. Güç veya beceri, bilgi, ustalık, şan veya zenginlik, iyi kalplilik veya mutluluk, doğum veya çocuk sayısı açısından birinci olabilmek için mücadele edilmektedir, der Huizinga. Perili Ev’de tüm bu unsurları etkileyici bir biçimde kullanıyorsunuz.
Huizinga, Homo Ludens adlı temel eserinde yeryüzünde insana ait her şeyin başlangıcının oyun olduğunu söylüyor: Önce oyun vardı! Fakat modern çağlarla birlikte oyun, hayatı zenginleştiren bir unsur olmaktan çıkıp bugünkü dar anlamına kapanınca, katlanılması daha güç, renksiz ve tekdüze hayatlar yaşamaya başladığımızı da Huizinga’dan öğreniyoruz: Ekonomik güç ve çıkarların dünyanın gidişatını belirleyeceğine utanç verici biçimde inanıyoruz; ibadet eder gibi çalışıyor ve üretiyoruz; yavan ve kuru yarar duygusu, burjuva rahatlığı ideali zihniyetlerimizi etkiliyor. Oyuna toplumlarımızda artık yer yok; hayatın bütünlüğünden dışlanıp, sanayiye malzeme olsun diye bir köşeye atıldı...[5]
Sizse çocuk dünyasıyla oyunu bu bir yana atılan köşeden alıp orta sahaya yaklaştırıyorsunuz. Oyun” temasının kitabın zaman zaman bu kadar merkezinde olması üzerine konuşalım mı biraz; “oyun” ve “çocukluk” temalarından? Perili Ev’in çocukları ve oyunlarından…
Perili Ev'in çocuklarının her birinin kendine has eğlence anlayışı, oyunları var. Genel olarak Perili Ev'in dibindeki futbol sahasını kullanıyorlar ve bu saha aslında karşı mahallenin çocuklarıyla aralarındaki tatlı kapışmaya sahne oluyor. Yani oradaki oyun çoğu zaman eğlenceden çıkıp bir mücadeleye, sahanın sahibinin kim olacağını belirleyecek bir "savaş" a dönüşüyor.
Bu aslında bizim çocukların yapacağı bir şey değil. Aslında bizimkiler sahanın eşit kullanılmasından yana ama diğer çocuklar sahip olmak istiyorlar. Sadece kendilerine kalmasından yanalar. Bizimkiler de oyunun kurallarına uymak zorunda kalıyor ve saha için maç yaparak savaşmaya başlıyorlar. Burada iyi ve kötü, zayıf ve güçlü, dürüstlük ve düzenbazlık kavramlarıyla oynuyorum aslında. Oyunun misyonu olan eğlencenin dışına çıkıp, bir mücadeleye dönüşmesinden, dönüşmesine zorlanmasından bahsediyorum. Ama görüyoruz ki bizimkiler yine de eğleniyor. Ne olursa olsun oyunun içindeki eğlenceyi bırakmıyorlar ya da onu başka bir şeye dönüştürmüyorlar. Pahalı transferler, çılgına dönen taraftarlar falan yok. Mücadele ve eğlence var sadece.
İnsan yanının gülünç doğası olan (örneğin, olmadık zamanlarda sürekli bir şeyler yiyen Boğaç) komik, eserin içine gitgide yerleşiyor Perili Ev’de. Gülmeyi anlamak için onu doğal ortamına yani topluma yerleştirmek gerektir, der Henri Bergson. Özellikle gülmenin toplumsal bir işlev olan yararlılık işlevini belirtmeliyiz, diye de ekler. Kitabın hedef yaş grubunu içine böylelikle çekeceği kesin. Hatta Boğaç zaman zaman kendi kendinin karikatürü olan birine dönüşüyor benim gözümde. Biraz Perili Ev’deki komik unsuru üzerine konuşmak isterim…
Gerek yetişkinler, gerek çocuklar için yazarken, metinlerin içine mizah unsurunu eklemek hoşuma gidiyor. Çünkü yazarken gülmek, iyi vakit geçirmek çok önemli benim için. Buradan uzaklaşıp yarattığım dünyanın içinde kahkaha atmalıyım. Yetişkinler için genelde kara mizahı kullanıyorum, çocuklar içinse eğlenceli karakterler yaratıp, diyaloglarıyla onları neşelendiriyorum. Ben yazarken eğleniyorsam ve okuduğumda kendi kendime kıkırdıyorsam o zaman başardığımı anlıyorum. Karakterlerin gerçekçiliği, biraz da karikatürleşmesi iyi bir doz. Çocuklar kitabı okurken, karakterleri gerçek dışı, abartılı, şişirilmiş bulmamalı. Aksine onlara tanıdıkları insanları çağrıştırmalı, gündelik konuşmalarını anımsatmalı, yakınlaşmalılar ama çok düşünmedikleri, farklı bir komedi aurasının içine de sokmalı. Boğaç gerçekten sıra dışı bir karakter. Ben özellikle onu yazarken çok eğlendim. Korkaklığı, sakarlığı, oburluğu, kendine hakim olamaması başlıca özellikleri. Ama önemli olan arkadaşlarıyla olan diyaloglarıydı benim için. Boğaç her konuştuğunda ben gülümsedim. Ne zaman bir şeylerden bahsetse eğlendim.
Kitap tekinsiz bir atmosfere sahip olsa da içindeki eğlenceli yönü de bir o kadar ağır basıyor bence. Komedi ve korku birbirini dengeliyor.
Romanda karşıtlıklar göze çarpıyor. Bir tarafta aklı temsil eden karakterler, rasyonalizm var, öte yanda hurafelere inanan karakterler... Esere diyaloglar üzerinden canlılık katan bu ikilik üzerine konuşalım mı biraz?
İkiz karakterler üzerine böyle bir çatışma yaratmak hoşuma gitti. Aslında ikisinde de biraz ben varım. Bir yanım dünyadaki gizemin yok olması, hayaletlerin ortadan kaybolmasıyla Maupassant'ın yaşadığı üzüntüyü temsil ediyor, yani bilimin büyüyü ortadan kaybetmesine sinirliyim, diğer yanım ise bize evrenin kapılarını açan ve tüm hurafeleri yok eden bilim insanlarına aşık. Bu garip bir çelişki. Ben gizemi, bilinmeyeni, eski hikayeleri, ezoterizmi, ufoları hep sevmişimdir. Dünyanın bu kadar basit bir yer olmadığını düşünerek geçirdim hayatımı. Küçükken odamda Loch Ness'in posteri asılıydı. Sonra onun basit bir fotoğraf hilesi olduğunu öğrendiğimde çok üzülmüştüm. X-Files'ı hep hayranlıkla takip ettim. Hep bir ufo görmek için bekledim ama bana hiç görünmediler. Dolayısıyla Cem ve Can konuşurken aslında kendimle tartışıyorum. Bir yanım hâlâ gizemi arıyor, diğer yanım ise onu yok ediyor.
Beni en çok etkileyen karakterlerden biri Ali. Hikâyesi, kurgudaki yeri tam da şunları getiriyor aklıma. Yankı Enki’nin aktardığına göre[6] Yaşar Çubuklu, Perili Ev ve Tekinsizlik başlıklı yazısında “Heidegger’in de dikkat çektiği gibi evin özüne en çok yaklaşabilenler sadece evsizlerdir” demiştir. Bu kuşkusuz bir çağrışım, ancak Ali’nin romandaki yeri üzerine biraz konuşalım mı ne dersiniz?
Ali her ne kadar hikâyeye sonradan dahil olsa da, aslında romanın kalbini temsil ediyor. Onun Perili Ev'le olan ilişkisi diğerlerinden çok daha farklı. Bir sokak çocuğu olarak tanıyoruz Ali'yi ama sonraları bambaşka bir şeye dönüşüyor. Ayrıca onun yaşadıkları sonrasında kazandığı deneyimler diğerlerine de örnek oluyor. Ali, Perili Ev ve diğerleri bütünün parçalarına dönüşüyor...
Ali hikâyeye sonradan dahil oldu evet ama sonraki kitaplarda onu çok daha fazla göreceğiz. Perili Ev, devam edecek bir serinin başlangıç kitabı. Böcek Yapım ile ortak projemiz. Sevgili İpek Sorak'ın hikâyesi üzerine çalışıp romanlaştırdığım tekinsiz ama bir o kadar da sıcak ve eğlenceli bir serüven. Seneye sinemada izleyeceğimizi de hatırlatayım.
[1] http://acikradyo.com.tr/sanat-uzun-ilham-sonsuz/tekinsiz-1-bolum
[2] Giovanni Scognamillo, Dehşetin Kapıları: Korku Edebiyatına Giriş, İstanbul, Mitos Yay., 1994.
[3] Diego Tatian, Spinoza; Dünya Sevgisi, Çev: Sevin Aksoy Hancı, Hüsam Turşucu, İstanbul, Dost Kitabevi, 2009
[4] Baruch Spinoza, Etika, Çev. Hilmi Ziya Ülken, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2009.
[5] Johan Huizinga, Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2010.
[6] Yankı Enki, Maskenin Düştüğü Yer: Korku Edebiyatı Yazıları, İstanbul, İthaki Yayınları, 2017.