Alice Munro’nun 1850’lerden başlayıp günümüze, birçok coğrafyadan geçerek gelen öykülerinden oluşan kitabı Açık Sırlar üzerine bir yazı.
Otuzlu yıllarda Kanada taşrasında çiftçi bir baba ve öğretmen bir annenin kızı... Okula giderken kendi kendine anlattığı hikâyelere kadar uzanıyor Nobel yolu. Kimse için yaratmamış öykülerini, uzun sabah seyahatlerine eşlikçi olsunlar diye uydurmuş başlangıçta onları. Yaratıcılığında, o ilhamım yok dediği için birikimlerinde diyelim, benim de çocukluk yıllarımda denizin köpüğüne karışıp içime hüzün duygusunu sızdıran Deniz Kızı masalı etkili olmuş. Sonraki yıllarda yine kült kitaplarımdan olan Uğultulu Tepeler’i kendisine mihmandar bulduğunu Nobel ödülü açıklandıktan sonra verdiği röportajında ifade etmiş, Uğultulu Tepeler ve benzerleri diye…
Ergenliğe ulaştığında erkeklerin ihtiyaçlarını karşılamanın daha önemli olduğu bir dünyada bulmuş kendini. Dünyanın genelinde olduğu gibi Ontario’da da erkeklerin çalıştığı ve bu nedenle kitap okumanın da öykü anlatmanın kadınlara kaldığı bir dünyada büyümüş bir kadın Alice Munro. Merkezinde kadın var yazdıklarının, ama romantik ve gerçekçi olmayan mutlu sonlara bağlanmış hikâyelerin kadınları değiller onlar. Ömrünün paralelinde dünyanın geçirdiği değişimlerden etkilenmiş, yaşamı ve bedeni üzerinde tek bir söz bile edemezken ayakları üzerinde durmaya çalışmış ve durmuş, sonra söz de söylemeye başlamış kadınlar... Belki bu yüzden politik değilim derken feminizm konusunda pek de çekinceli cevaplar vermiyor röportajlarında.
İlk kitabını 1968 yılında yayımlıyor, Alice Munro. 2009 yılında Man Booker, 2013 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra Türkçede yayımları artıyor. Son kitabı Açık Sırlar yine taşra merkezli 12 (esasında sekiz ancak ilk öykü içinde dört öykü saklı) “kadın” öyküsünden oluşuyor. 1800’lü yılların sonlarından başlayan ve neredeyse günümüze kadar uzanan zamanlamalar kullanıyor. Öyküler mekân ve zaman olarak bize uzak gelse dahi kadın merkezinden baktığımızda esasında evrensel ortak noktalar yakalıyor. Kişilerin, yerlerin ve bazı geleneksel yemeklerin isimleri coğrafyamıza devşirsek okuduklarımız o kadar içimizden ki… Kadınlar merkezinden aşk, mutsuz evlilikler, pişmanlıklar okuyoruz.
İlk öykü “Kapılıp Gitti”, iç içe dört öyküden oluşuyor. 25 yaşında Louisa, Ontario Halk Kütüphanesinde görevlidir. Hiç tanımadığı, uzaktan uzağa ona hayran, ancak savaşta ve acaba geri dönebilir miyim kaygısında olan bir hayranının mektupları ile başlıyor her şey. Aslında biz Louisa’nın hikâyeler zincirine burada dahil oluyoruz. Öncesinde bir kere yanlış adama aşık olup, bunun pişmanlığını yaşamış ve hayatta güçlü olmanın önemini kavramış bir kadındır yazar Louisa’yı bize takdim etmeden önce. Peş peşe dört öyküde Louisa ve karşısına çıkan yanlış erkekler ya da yanlış zamanlamaları okuruz.
“Arnavut Bakire”de rehberi bir kan davası kurbanı olan Kanadalı bir kadın, kötü bir tesadüf sonucu Arnavutluk kırsalında bir çeşit esir hayatı yaşamaya başlar. Ancak bir zaman sonra bu esaret teslimiyete dönüşmüştür. Fakat öykü ilerledikçe aslında hikâye içinde hikâye dinlediğimizi anlarız. Evliyken yaşadığı bir macera sonrası ülkede kaçabildiği en uzak noktaya kaçan ve burada bir kitapçı açan bir kadındır merkezde.
Kitaba adını veren Açık Sırlar’da bir okulun organize ettiği doğa yürüyüşünde sırra kadem basan uçarı bir genç kız var. Şanı nedeni ile kendisi mi kaçtı başına bir şey mi geldi tartışıladururken karısını kaybeden felçli bir kasabalı tüm önyargılarla olayın odağına yerleştiriliyor.
“Jack Randa Oteli”nde kocasının daha genç ve hayata karşı tutkulu bir kadın için onu terketmesi sonrası, sahte bir kimlikle kocası ile mektuplaşan bir kadın var. Ancak yüzleşme, affetme ve pişmanlığa bağlandığını düşündüğüm bir sona bağlanıyor.
“Issız Bir Mahal”de ebeveynleri vefat eden, yetiştirme yurdunda büyüyen, aslında tam olarak büyüyemeden otorite eliyle evlendirilen ancak evlendiği adamla hayatı daha da kabusa dönen bir kadın var. Kabusun sonunda aklını da yitirecek noktaya geliyor.
“Uzay Gemileri İndi” gençlik ve tercihler üzerine bir anlatı. “Barbarlar”da ise içgüdülerine karşı koyamayan bir kadın ve gün ışığına çıkmayan sırları okuyoruz.
Yazarın öyküleri, öykü değil sanki kısa bir roman tadı veriyor. Merkeze kadını alsa da birden çok kahraman üzerine ve ayrıntılı olarak olayları kurgulaması, aynı hikâyenin içinde farklı zamanlar içinde kurduğu bağlantılar… Evrensel konuları “yöresel” işleyen, ödülleri başarısının kanıtı bir yazar. Yine de son söz, birçok çevrede dile getirilen bir soruyu ben de sormak istiyorum: Nobel’i biraz abartıyor olabilir miyiz diye?