Bu yıl 10. yaşını kutlayan İTEF- İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali kapsamında Türkiye’de edebiyatseverlerle buluşacak olan Marente de Moor ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
4-12 Mayıs tarihleri arasında Türkiye'den ve dünyadan pek çok yazarın edebiyatseverlerle buluşacağı, dünya festivalleri arasında önemli bir yere olan İTEF- İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali bu yıl Hollandalı Bakire adlı kitabı geçtiğimiz yıl Alakarga Yayınları tarafından dilimizde yayımlanan Marente de Moor'u konuk edecek. Moor; 5 Mayıs Cumartesi, saat 16.30'da Yapı Kredi Kültür Sanat'ta "Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü" başlıklı söyleşide; 6 Mayıs Pazar günü, saat 15.30'da Nail Kitabevi'nde "Kaybettiklerimizin Peşinde: Bilinmeze Yelken Açmak" başlıklı söyleşide yer alacak.
Öncelikle, neden eskrim? Fazlaca olağandışı buldum. Ve neden 1936?
Amatör olarak eskrim yapıyorum. Eskrimin bir spordan çok daha fazlası olduğunu keşfettim. Merak uyandırıcı, güçlü simetrik bir içeriğe sahip. Karşılaşmanın başında her iki taraf da maskelerinin ardında, isimsiz ve eşit. Simetri bir taraftan diğer tarafa eğilmeye başladığında olaylar tehlikeli olmaya başlıyor. Simetri motifi, romanın her yanında varlığını gösteren bir eleman. Hiçbir varlık insan kadar simetri için gayret göstermez. Ayrıca eskrim tarihsel bağlamda düelloya uzanır. Düello kanunen yasaklandığında, sadece rakipler kanunlara aykırı gelmiş olmuyordu, aynı şekilde taraftarları da gelmiş oluyordu (bu sporda halen mevcut, hala bir jüri ve taraftarlar var). Bu durum kitaptaki başka bir soruya temas ediyor: Sadece izleyici olmak seni ne zaman suça ortak eder? Hollanda, Birinci Dünya Savaşı sırasında tarafsızdı, dolayısıyla izleyiciydi. Siz de suçlu hissedene kadar, ne kadar süre dikilip kenar çizgisinden çatışmayı izleyebilirsiniz? Dolayısıyla eskrim kitapta çok sembolik bir motif. 1936 ise başlangıç noktam baş kahramanın 1928’deki Amsterdam Olimpiyatları’nı izlemesi, Helene Mayer vasıtasıyla spora aşık olmasıydı. 1936’da, Von Bötticher’in derslerine katılabilecek kadar büyümüştü. Hikâye tam da böyle talihsiz bir dönemde başladı. Hayatta olduğu gibi. Asla planlanmadan.
Slav Dili ve Edebiyatı okudunuz. Yazınızı ve dilinizi genel olarak nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Söz konusu okumaksa, tam öğrenci değildim; çünkü pratikte okula gitmemin beklendiği o yıllar süresince Rusya’da yaşıyordum ve Hollanda’ya dönüp ekseriya sınavlara girdim. Ancak Rusya’daki o sekiz yıl herhangi bir üniversiteden çok daha iyi bir okul gibi geldi. Rus dili akıcılık açısından ikinci dilime dönüştü. Herhangi bir yazar için, en azından hayatlarında belirli bir süre de olsa; gündelik düzeyde başka bir dilde yaşamasının, sevmesinin, rüya görmesinin, küfretmesinin ve ağlamasının yararlı olduğunu düşünüyorum.
Günlük koşturmacalar, günlük sıradan işler ya da alelade ayrıntılar romanda önemli bir rol oynuyor ve tasvirler, özellikle birinin sıkıcı ya da sıradana hayat vermesi açısından gerçekten güçlü. Romandaki gündeliğin konumu açısından neler söylersiniz? Malum 1930’ların ortası, ayrıntılar bulmakta zorlandınız mı?
Sözüm ona ‘tarihsel’ roman (janr olarak bu konsepte çok inanmıyorum) yazarken haber başlıkları önemsizdir. Geçmişe bakmak, şimdi geriye dönüp baktığımda, genellikle haber başlıklarını düşünmeye eğilimliyiz; çünkü tarih kitaplarında bunları okuduk, ama başlıklar gerçek hayatları o kadar etkilemezler. Tabii ki 1936 yılında Almanya’da çok fazla şey oluyordu ama insanlar, elbette, her sabah kahvaltıda Hitler’den konuşmuyordu. Ve gene aşık oluyorlardı ve en sevdikleri şarkıları dinliyorlardı. Yazar, geçmişte meydana gelmiş çok fazla tarihsel olayı romana sokuşturmaktan kaçınmalı. Ve dürüst olmak gerekirse, sıra araştırma yapmaya geldiğinde, bu incelikten yoksun ayrıntılar işin mükâfatıdır. Mesela ben, Almanya’da belirli bir yılda bulunan doğru renk bir posta pulu için çıldırırım. Özellikle Birinci Dünya Savaşı hakkındaki doğru ayrıntıları bulmada çok dikkatliydim çünkü Birinci Dünya Savaşı konusunda uzmanlaşmış yaşlı adamların oluşturduğu hobi grupları var. Ceketteki doğru düğmeleri tarif edemezseniz, bu tipler, size sonradan öfkeli mektuplar yazacaklardır.
Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü röportajınızda kurmacada gerçeklerin nasıl garip ve şaşırtıcı bir şekilde hayalin içine geçtiğini anlatıyorsunuz. Yazarken, ne zaman çok fazla gerçekçi ya da çok fazla hayali olmayı engellemeyi nasıl biliyorsunuz? Dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Kurmuyorum. Hayatı çok fazla zorlaştırıyor. İnsanların bir yazarın hayatından beklediklerinden çok daha zor. Birkaç yıl boyunca aklınız ve ruhunuzda iki paralel hayatla yaşıyorsunuz. Online bir Alzheimer testinden 10 üzerinden 9 almamın sebebidir; demans yaşadığımdan değil, ama çoğunlukla dalgınım. Bu romantik değil, bu durumu sağlıklı bir özel hayatla bağdaştırmak açısından hep oldukça güç bulmuşumdur.
Ödülden bahsetmişken, bir roman yazarı olarak kariyerinizde ya da genel olarak ne gibi etkileri oldu?
Ülkem ve Almanya’daki kariyerim ödülden önce zaten yükselişteydi; çünkü roman ilk kitabım değildi ve kazandığı tek ödül de değildi. Ancak tabii ki bu kadar çok dile çevrilmesini sağladı, olmasaydı bu kadar çok dile çevrilmezdi. On iki dile çevrildi ve seyahat etmemi sağladı; Hollandalı Bakire vasıtasıyla daha önceden hiç gitmediğim, Arnavutluk, Hırvatistan, Bulgaristan gibi ülkelere gittim, ayrıca yine onun vasıtasıyla, Avrupalı bir yazar için oldukça ulaşması çok zor bir ada olan Amerika’ya gittim.
Romanın görsel etkisi çok güçlü. Birçok cümlede tek bir kelime ile bütün resim, gözler önüne geliyor. Örneğin, eğitim paslı ekipmanlarla yapılıyor. Paslı kelimesini okuyorsun ve güm. Buradan başlayarak, edebiyattaki paslanmış ya da çok fazla kullanılmış temalar ya da temsil biçimleri, eğer varsa, size göre nelerdir? Ya da yeni olan ne olabilir?
İltifat için teşekkürler. Belki bunun sebebi görsel bir sanatçının kızı olmam olabilir ve aynı zamanda kız kardeşi. Hatta kız kardeşimin resimlerinden biri Türk edisyonu kısa öykülerimin kapağı oldu. Romanlarımdaki görsellik diyaloglardan daha baskın. Ancak bu tip bir soruyu hemen aklımdan cevaplamam çok zor. Genellikle klişe kendini pek saklayamaz. Genellikle bas bas bağırdığında ve belirgin olduğundan okur okumaz, fark edersiniz. Tembel sanat bir nüanstır.
Janna’nın yatakta kitap okuyuşu diğer bir unutulmaz sahne. Gizlice okuma tutkusunun ve yerken kitapların arasına düşürdüğü kurabiyelerin tadını çıkarıyor. Büyüyor ve okudukça araya sıkışmış kurabiye kırıntıları ile kitapları da büyüyor. Yazar olarak, yazmanın ya da dilin zorluklarını aşmak için ne yaparsınız?
Dürüst olmak gerekirse, başlamak konusunda sıkıntı yaşıyorum. Ertelemek benim şeytanım. Yazıyorsam, oh ne ala, ama buna nadiren ‘keyif almak’ diyebilirim. Bazen, sanki biriyle gizli bir ittifak yapıyormuş gibi, yazdıklarım hakkında kıkırdarım.
Bununla birlikte, tasvirler görselleştirme ile sınırlı değil. Şu an aklımda ses, koku ve doku olarak da canlı. Bütün duyuları bir araya getirmek istediğinizde hafıza ve hayal gücü sizin için nasıl işliyor?
İnanıyorum ki limbik sistemine hitap eden sanatta, hadi bunu ‘hayvan beyni’ olarak adlandıralım, koku ve tat daha hızlı ulaşıyor. Yalnızca bunlardan sonra mantık devreye girer. Bu öncülleri okuru baştan çıkarmak için kasti olarak kullandığımdan değil, velev ki yardımcılardır. Sadece düzgün çalışan analitik beynimden daha iyi bir burnum var. Sonuç olarak, fark ettim ki, şu ya da bu şekilde oraya varırsınız.
Von Bötticher “genç kızların babalarına dair imajlarını yıkmaya hakkım yok”,diyor. Neden? Sizce neden kızlar bu imaja ihtiyaç duyar?
Şey, Von Bötticher’in düşündükleri benim düşündüklerim olmak zorunda değil.
Kitapta “Maskesiyle tüm yarışmaları kazanırdı”, yazıyor. Yazar olarak, bir kişinin iyi yazabilmek için ne gibi maskeler takması gerekir? Ya da hangi maskeler çıkarılmalıdır?
Benim için, en önemlisi, ‘Yayımlanan Yazar’ maskesini çıkarmak. Amsterdam’ın epik ‘sahne’ merkezinden uzakta yaşıyorum ve tanıtım miktarımı sınırlı tutuyorum. Televizyona vs. çıkmaktan hoşlanmıyorum. Bunun nedeni, ilk olarak, bu konuda iyi değilim. Kendimi fotoğraflarda ya da sahne ışıkları altında görmeyi sevmiyorum. Ayrıca, bu benimle ilgili değil, kişiliğim işimin önüne geçer. İkinci olarak, yayınlanmış olmanızın ilânı, başka bir deyişle, ne yaptığınız, ne yapmakta olduğunuzun aleni olması, belirli bir izleyiciye uygun olması beni özgün bir şey yapmaktan alıkoyar. Eğer insanların ya da eleştirmenlerin çalışmamı nasıl karşılayacakları konusunda endişelenseydim Hollandalı Bakire gibi demode bir şey yazmazdım.
Sjefke Dayı, Belçikalı dilenci hakkında hiçbir şey bilmemesine rağmen olabilecek en kötü yargılarda bulunuyor. Bununla beraber acıma da olmamalı. Mülteci krizi hakkında neler söylersiniz? Sizce doğru tavır ne olmalı?
Bütün mültecilerin nazik, masum ya da çaresiz tatlı insanlar olduğu idealinin bir önyargı olduğu kadar dayatmacı olduğunu düşünüyorum. Birinci Dünya Savaşı sırasında Belçika’dan Hollanda’ya akın eden milyonlarca mülteci arasında mutlaka iyileri olduğu kadar kötüleri de vardı, tam da gerçek hayatta olduğu gibi. Mültecilerin acınası çaresizler olarak görülmesi iyi niyetli olabilir ama yoğunlaştırıcı bir şey bu. Pratik bir tavrın, her iki taraf için de daha etkili ve yardımcı; ayrıca uzun vadede daha adaletli olduğunu düşünüyorum. Acıma, kısa vadeli, yüzeysel ve tek taraflı olan iyiliksever bir duyguyu tatmin eder.
Bir öneri, Birinci Dünya Savaşı’ndan kaçan mülteciler neredeyse hepsi savaş bittikten sonra onu küllerinden tekrar yaratmak için ülkelerine geri döndüler. Bu gelecek için de gerekli. Bunu yıllarca Doğu Avrupa ve Avrasyalı göçmenlerin diyasporasında yaşamış biri ve bu süreçte bazılarına bir süreliğine barınma sağlamış biri olarak kendi deneyimlerim doğrultusunda söylüyorum. Acıma üzerine inşa edilmiş bir ilişki ne sürdürülebilirdir ne de saygılı.
Romanda, yaşça daha büyük iki erkek arasında bir yolculuğa çıkıp kendini bulan kadın bir karakter, var olan etkili sistemler konusunda zaten çok şey anlatıyor ama daha belirgin olmak adına yayıncılıktaki kadın ve eşcinsel yazarlar konusunda neler söylersiniz? Okuyucular onların sesini duyabilmeleri için neler yapılmalı?
Konuyla ilgili hiçbir alakam olmadığından bu cevaplayamayacağım bir soru... Yaratma sürecinde, cinsiyetim ya da ırkım konusunda hiçbir zaman bilinçli olmadım. Bir şeyler okuyup izlerken de keza. Hiç önem verdiğim bir konu olmamıştır.
Üzerinde çalıştığınız yeni projeleriniz var mı şu an?
Evet, Eylül ayında Hollanda’da yayımlanacak olan son romanımı bitirdim. Adı Foon, Rusya kırsalında insanlardan uzak yaşayan iki yaşlı zooloğun gökyüzünden duydukları garip seslerin büyüsü altına sığınması hakkında. Şaka yollu, bu kitabı benim büyük şişko Rus romanım olarak tanımlıyorum.
Bildiğiniz ya da okuduğunuz Türk yazarlar var mı?
Orhan Pamuk’un yazdığı her şeyi okudum ve kendisine karşı derin bir saygı duyuyorum. Bu konuda bir klişe olduğum için üzgünüm... Yazarken, hemen hemen hiç okumuyorum. Ancak umarım ki İstanbul gezim okumam gereken daha genç nesil Türk yazarlar konusunda tavsiyeler sunacaktır.