Peter Shaffer oyunlarının sersemletici etkisi aslında oyunların merkezine farklı modellemelerle oturmuş bir Tanrı – İsa ilişkisi yorumlamasından kaynaklanır. Shaffer’ın İngiltere’de; belki de soğuk İngilizlerin tek sıcak sayılabilecek kenti Liverpool’da doğmuş bir Yahudi olması bunda etkilidir. 25 yaşına kadar İngiltere’yi soluyan Shaffer’ın insan ilişkilerine aşkın ve çelişkilerle dolu bir boyuttan yaklaşmasının bir başka önemli nedeni de savaş görmüş her yazarda olduğu gibi, umutla yıkım arasındaki çizgiyi bizzat deneyimleme imkanı bulmuş olması olarak düşünülebilir. Bir de bunlara ek olarak, hayatının yaklaşık üç yılını askerlik adı altında, kömür madenlerinde geçirmiş olması, anlaşılan Shaffer’ın ruhunu ve düşünce dünyasını oldukça etkilemiştir. Hatta 1964’te Shaffer’ı tiyatro dünyası için vazgeçilmez kılan The Royal Hunt Of The Sun (Güneş Avı)’daki insanı kör eden güneş imgesinin altında da belki bu günlerin izleri vardır. Bahsi geçen oyunun sonundaki kör eden güneş ışıması, Fransız oyun yazarı Koltes’in Zucco’sundaki gibi izleyiciye karanlıkta olduğunu ve aslında hiçbir şey göremeyecek kadar da kendi aydınlık anlayışları içinde kör kaldıklarını aynı biçimde vurgular. Oyun yazarlarının çoğu tepeden baktıkları bir toplumla yüzleşirken, Shaffer maden ocaklarının karanlığından kör eden güneşe bakarak aynı yüzleşmeyi, o madenlerde biriktirdikleriyle gerçekleştirmektedir. Bu durum bize, ünlü seri katil Charles Manson’un tatlı, alaycı ifadelerini çağrıştırır: Bana yukardan bakarsan aşağılık birini; aşağıdan bakarsan tanrıyı, karşımdan bakarsan kendini görürsün. Shaffer topluma bakmak için yukarıyı hiç kullanmadığı için, onun oyunlarında girişte de değindiğimiz gibi hep kendi olanla, tanrısal olan arasında sıkışan insanların hikayeleri görünür ve bu da arketip olarak din eleştirisine uzanacak bir takım vurguları oldukça yoğun bir biçimde taşıyan metinlere sahip olduğunu bize fısıldar.
Aslında Shaffer’ın ilk oyunu The Salt Land’dır ve Shaffer’ın adının oyun yazarlığı alanında yeterli bir başarıyı yazara sağlamıştır. 1954’teki bu oyundan sonra 1992’deki son oyunu The Gift of The Gorgon’a kadar bir çok oyun yazan Shaffer’ın, daha önce de değindiğimiz üzere asıl ünü oyunun kendi metni kadar, sahnelenme yöntemiyle de öne çıkan The Royal Hunt Of The Sun’la ortaya çıkar.
Türkçede tam olarak kaç metni olduğu konusunda bir bilgimiz yok; ama genel itibariyle Türkiye’de tiyatro çevreleri yazarı daha çok Equus’la ( Küheylan) tanımakta. Equus, Shaffer metinleri içinde kendisi açısından olmasa da dünya tiyatro çevreleri açısından bir doruk olarak görülmekte. 1973 tarihli Equus’un bin temsilden daha fazla sahneye taşındığı bilinmekte.
Biz Shaffer’a, beş oyunla yaklaşmaya çalışacağız; bu oyunlar da yazarın ara tarihlerde başka oyunları olmasına rağmen, yazılış sırasına göre incelenmeye çalışılacak.
The Five Finger Exercise / Beş Parmak Egzersizi / 1958
Peter Shaffer da David Hare gibi oyunlarını açılması gereken, üst üste inmiş ağır perdeler / kodlarla kurar. Öyle ki Beş Parmak Egzersizi’nin oyun kişileri sanki, o an duydukları bir şeye değil, az önce konuşulan başka bir şeye cevap verir gibidirler. Düşünce ve dil arasındaki kopukluğun değil, aksine güçlü bağın göstergesidir bu. Belki şöyle de açıklanabilir, Shaffer oyun kişileri yerine konuşmaz ve düşünmez, onlar duyduklarını kendi süzgeçlerinden geçiriyor gibidirler.
Beş Parmak Egzersizi, bir özel öğretmenin, dört kişilik bir ailenin hayatına dahil olması üzerine gelişen olaylarla kurulmuştur. Aile, mobilya ticareti ile uğraşan baba Stanley, eşi Louise, oğulları Clive ve kızları Pamela’dan oluşamamaktadır; herkes rolünü bilmekte ancak, uzun yıllar geçmesine rağmen bozulan ezberler nedeniyle Harrıngton’lar gerçek bir aile halini alamamış görünmektedirler. İşte bu aileye dahil olan genç öğretmen Walter’la birlikte, parmağın ucuyla dokunulduğunda yıkılan bir iskambil kulesi gibi Harrington’larda kendileriyle yüzleşmek durumunda kalacaklardır. Shaffer, bu oyunda, Hare’ın oyunundaki ailenin perdelediği politik gerçekliğe karşın, insan ilişkilerine daha yakın bir noktadan hareket eder. Çünkü Shaffer’ın ailesi, Hare’in ailesine oranla, ilk etapta daha bütünlüklü bir görünüme sahiptir. Sorunlarına rağmen, sorunlarını bir biçimde gizleyerek, üzerini örterek belki de daha acı bir ifadeyle sorunlarına alışmış bir biçimde yollarına devam etmektedirler. Onların aile hayatı dışındaki yönelimleri, eğilimleri oyunun genel yapısını etkiler gibi görünmemektedir. Bütün bunları ortaya çıkaran olaylar dizisi, ailenin şehir dışındaki, huzuru buldukları (en azından düşündükleri) kır evinde geçmektedir. Belki de Shaffer, bu noktayla şunun altını çizer; insan gittiği her yere kendini de götürür. Sorunların kaynağı, kalabalık şehir yaşantısı ve şehirde insanın kendini kaptırdığı, gözlerini bağladığı, sahte rahatlamalar sağlayan tüm şeylerin uzağında, insanların kendisindedir. Bununla birlikte, dikkat edilmesi gereken bir başka ayrıntıda evin bir kesit olarak tasarlanması, tüm bölümlerinin aynı anda görünüyor olabilmesidir. Bu aslında, Shaffer tarafından, insanın sürekliliğine tanık olmak açısından ortaya konmuştur; ya da şöyle ifade edebiliriz, Shaffer sahneyi kullanmamaktadır; onun için bir sahne yoktur; tıpkı repliklerdeki yapı gibi dekor yolu ile de, yazarın tasarladığı bir oyunun önüne geçmek istemiş, bunun içinde sahne giriş çıkışlarını ortadan kaldırarak, psikolojik gerilimin kesintiye uğramasının önüne geçmek istemiştir. Bu noktadaki başka önemli bir ayrıntıda oyundaki daha doğrusu Harrington’ların aile yaşantısındaki ağırlığın Louıse’de olduğuna dair bize küçük de olsa ön bilgi sağlayan, bütün bir sahnenin bir kadının ince zevkiyle döşenmiş olduğunun söylenmesidir.
Stanley ve Clive arasında, Clive’in melankolik, entelektüel yapısı ile desteklenen bir baba-oğul çatışması oluşturulmuş; Louise’in güçlü özlemleriyle de, hem kocası hem de oğluyla olan görünmez uzaklığı derinleştirilmiştir. Pamela ise, oyunun belli bir noktasına kadar, ailesinin; özellikle annesinin iyi yetişmesini arzuladığı bir genç kızdan fazlası değildir. Bu örtülü uzaklıklar, Walter’ın ilk anda pasif görünen ruh hali, kişilik yapısı ile karşılaştığında birer birer görünür kılınmaya başlar. Shaffer, nasıl Hare oyununu bağımlılıklar üzerine kuruyorsa, oyununu baskılar üzerine kurmuştur. Shaffer kişilerinin psikolojik gerçeklikleri bastırdıkları duygularıyla biçimlenmiştir. Oyunda yalnızca Walter’ın ‘normal’ bir ruh haline sahip olduğu söylenebilir. Çünkü, Shaffer onu kapatmak istemiş, başkalarının bir anda, insan için nasıl aşılamayacak birere duvara dönüştüğünü Walter’la sınamak istemiş gibidir. Walter oyun boyunca, odağa alınan, zaman zaman örtülü, zaman zaman açık suçlamalara maruz kalan, suçlamaların bulanıklığı karşısında da, harekete geçemeyen, pasif kalan biri olarak karşımıza çıkar.
Walter’ın oyun boyunca gerçekleştirebileceği, üzerinde oluşan baskıya karşı gerçekleştirebileceği en büyük eylemin, kendi öyküsünü anlatması oluşu ilginçtir. Aslında Shaffer, kolay akla gelmeyecek bir yöntemle Walter’ın öfkesini yine Walter’ın kendisinin maruz kaldığı, kendi ailesine ilişkin öyküyle birleştirerek, kendi acısı üzerinden Walter’ın anlık öfkesini boşlatmasını sağlamıştır. Kısacası Walter’ın kendi öyküsünü anlatması, Clive’le girilmeye çalışılan bir ‘anlama’ ilişkisinin parçası gibi görünse de öyle değildir. Shaffer’ın oyun kişileri, Hare’ıin oyun kişilerinin aksine takdiri ve cezayı kendi süreçlerinde yaşar ve değerlendirirler. Bu tıpkı günümüzde işlenen nefret cinayetlerine benzeyen bir sistemdir; öyle işler. Travestiyle birlikte olan gencin, kendi eşcinsel yönelimlerinden rahatsız olup, bunu giderek içinde büyütüp, anlık bir patlamayla bir tarvestiyi ya da birlikte olduğu tarvestiyi öldürmesi gibi. Clive kendi sorunlu dünyası için Walter’ı; Stanley karısına karşı tüm yetmeyen yönleri için yine Walter’ı; Pamela hanımefendilikle, fahişelik arasında gidip gelen cinsel dürtülerinin tüm karşıt yansımasını kendi benliğinde izole edebilmek için yine Walter’ı suçlayacaktır. Louise’in Walter suçlaması ise, bu güne değin hayatta geçen tüm günlerinin acısını çıkarmak biçiminde olacak; mobilyacı ve sıradan biri olan Stanley, Louis’in asla tercih etmeyeceği bir adam olmasına karşın, genel değerler üzerine kurulu, sabit bir ilişki olarak yeniden tercih edilebilecek bir seçeneğe dönüşecektir. Çünkü Walter bu kapalı aile için, her birinin kendi özgürlük arayışında, kendini gerçekleştirme çabasında gerçekten de aradıkları şeyi, bağlardan kopmayı, yani özgürlüğü temsil etmektedir.
Ancak özgürleşmenin ne denli ciddi bedeller gerektiren bir durum olduğunu, Walter ve Clive arasındaki diyaloga kadar anlamak pek mümkün olmayacaktır. Ailenin, ailedeki her bireyin Walter’ı böyle bir özgürleşmenin odağına oturtmalarının nedeni, onun her şeyden önce tek başına oluşudur. Harrington ailesinin hiçbir mensubu, kendi aile yaşantısından memnun olmamasına karşın, kutsal aile bağıyla birbirlerine bağlı oldukları için, bir yere uzaklaşmaya pek cesaret edemezler. Bu noktayla birlikte Walter’ın kendi psikolojik gerçeği de zedelenmeye başlar. İnsanlar, insanların ziyaret ettikleri tatil beldelerine benzerler; ne kadar kalabalık ziyaretçi ne kadar sık ziyaret, o kadar yıkım.
Walter’ın kendi ailesinde yaşayıp, kaçtığı; kabullenmediği faşizm, başka bir boyutuyla Harrington’larda onu yeniden bulur. Walter’ın babası bir nazi subayıdır ve Walter’e ezberlettiği eski marşları Walter her unuttuğunda onu dövmektedir. Daha acsı ise, Walter’ın annesi hakkında söyledikleridir. Walter, annesinin babasına bir köpeğin sahibine baktığı gibi baktığını söylemektedir. Bu ailden kaçan Walter, Harrington’ların evinde terbiye edilmekten oldukça uzak Louise’le ve çocuklarıyla karşılaşmıştır.Hatta, Walter’ın bir otorite figürü olarak ağır biçimde zihnine işleyen baba gerçeğiyle, Harrington’lar neredeyse dalga geçmektedir. Ancak Stanley Harrington, zaman zaman yalnızca ‘baba’ olmanın içgüdüsüyle, kendini ailesine hatırlatmaktadır.
Walter huzursuz bir ailede büyüdüğü için aile ve huzur kavramlarının, dünyanın bir yerinde muhakkak bir arada bulunabileceğine kendini inandırmış görünmektedir. Hatta, oyunun sonuna doğru Stanley’in, Clive’ın söylediği yalandan yola çıkarak yaşadığı ve Walter’a yansıttığı patlama onu ancak yaralar. Walter, tüm suçlamaları, kendisi üzerinden gelişen tüm imaları, yalnızca bir ailenin parçası olmak için kendi içinde sorun olarak algılamamayı tercih etmiştir. Ancak Stanley’in son çıkışıyla birlikte, Walter kendini bir parçası olduğuna inandırdığı ailenin bu tavrı karşısında, kendi suçsuzluğunun ağır geri dönüşüyle birlikte kendini yok etmeyi seçer. Ancak, aile onu kurtarmak için harekete geçer. Bu aslında bir refleks olarak okunmalıdır. Walter’ın ölümü ailenin tüm kabullenmişliklerinin ortasına düşen ikinci ve ilkinden daha büyük bir etki bırakacak bomba olacaktır. İlki de zaten Walter’ın günden güne aile üyelerinin kendi bastırılmışlıkların ortaya çıkmasını sağlayan, Walter’ın eve gelişidir. Ve oyunun sonunda,Clive tanrıdan herkes için cesaret ister; bir başkası olmayan, bir başkasının olmayan, bir başkasını ölüme sürüklemeyecek bir cesaret.