The Royal Hunt Of The Sun / Güneş Avı / 1964
Oyun, Shaffer oyunları içinde Equus’la, Amadeus’un işlenişleri bakımından bir harmanı gibi düşünülebilir. İspanyolların Peru’yu sömürmeleri ve işgalleri üzerine kurulu oyunda; bir taraflar vardır, bir de gerçekten ilginç bir kişiliğe sahip General Pizarro ve karşısına dikilen İnka egemeni Atahuallpa. Askeri bir durum söz konusu olduğunda, metne çağrılmasa dahi gelen onur, erdem, hırs vesaire gibi otomatik kodların dışında, oyun boyunca yoğun simge kullanımıyla birlikte, insan aslında tüm iddialarından soyutlanarak ele alınmış ve yine bu oyunda da yoğun bir biçimde din teması belirleyen bir değer olarak kullanılmıştır. Bazı eleştirmenlerce İspanyollar kapitalizmi, İknalar komünizmi temsil ederler; ama metne bakıldığında görünen o dur ki, sanki bu belirlemelerden ziyade, toplumların doğasına ilişkin bir üst kurumlar zincirinin her iki taraf açısından da eleştirisi söz konusudur. BU noktadan yola çıkarak, Pizarro ve Atahuallpa arasındaki ilişkinin, bir baba oğul ilişkisi olarak yorumlanması oradan da tarihin ne bilinen baba-oğul ilişkisi olarak Tanrı ve İsa ikilisine bağlanması söz konusu olabilir.
Oyun açıldığında İspanyolların, Peru’ya yapacakları seferin hazırlıkları içinde olduğunu görürüz ve daha bu ilk anda General Pizarro’nun bir asker olmakla birlikte, kendine özgü bir kişiliği olduğunun da altının yazar tarafından çizildiğini anlarız. Oyunda, Shaffer’ın tarihi oyunlarında sık kullandığı bir yöntem olarak, durum ve ilişkilerin daha rahat anlaşılması için kullandığı anlatıcı olarak yer alan, hem gençliğini hem de yaşlılığını gördüğümüz Martin karakteri ile oyun boyunca yanından ayrılmadığı General Pizarro arasında ise baba-oğul ilişkisinin diğer oyunlarındaki kodlarıyla örtüşen bir gerilim yoktur. Oyun açıldığında, General Pizarro’nun ordusunu kurarken askerlerine yalan söylemeyerek çekecekleri zorluklardan bahsetmesi zaten kendisinin bir baba figürü olmaktan çok, inanalarını uyaran bir tanrı figürü olarak belirmesine yol açar. Kaldı ki, gerilimin yüksek olduğu baba-oğul ilişkilerine diar temel vurgu daha çok General Pizarro ve Atahuallpa arasındaki kodlarda gizlidir.
Ordunun hazırlanması, seferin gerçekleşmesi, İspanyolların Peru’ya ulaşması esnasında modern olanla ilkel kalan arasında Shaffer’ın tespit ettiği ve bu ikili ilişki biçiminin tam ortasına yerleştirdiği algı farkı oldukça önemlidir. Kızılderililer / Peru’lular canları yanana dek gelenlerin dost olduklarını hatta getirecekleri teknik vb gibi imkanlarla tanrısallık atfına sahip olduklarını düşünmektedirler. Amadeus’ta Salieri’nin işlevinin daha kapsamsız bir modeli olan çevrimen
Pelipillo’nun kendi çıkarları uğruna gerçekleri çarpıtması da aslında, Kızılderililerin tüm bu insani tavrına karşı sanki hepsi de aynı değerde, aynı algıda değil gibi bir gönderene dönüşmektedir. Bu aslında oyun boyunca görülen küçük ama en önemli ayrıntıdır. Shaffer bununla birlikte, devlete, askere kısacası kurumlara ait olan itaat mantığının, Kızılderililerin yenilmesi ve ganimetin süreç içinde edinilip, en son aşamada paylaşılması noktasında nasıl yıkıldığını; modern insanın uğruna ölüme gittiğini iddia ettiği her kavramı yalnızca hayatta kalmak ve sömürmek için kendinin kıldığının altını acı bir biçimde çizer. Tüm oyun bitip, güneş sonsuz bir kuvvetle ışıyarak, herkesi kör ettiğinde, adına savaş denen toplu cinayetin tüm izlerinin üzerini örttüğünde ve tıpkı tarihin olduğu gibi seyircinin de sömürü kıyımlarına yalnızca seyirci kalabileceğinin altını can yakarak çizdiğinde oyun tamamlanır.
Pizarro ve Atahuallpa arasındaki ilişki neredeyse diğer oyun kişilerinin tarihi ve olması gereken birer oyun kişisi olmalarını sağlar; diğerleri bir savaş durumunda bir orduda hatta her orduda görülebilecek küçük hırslarıyla yanıp tutuşan adamlardır yalnızca. Ama elbette bir şeyleri daha etkili söyleyebilmek için, tarihin her döneminde en çok bu küçük adamların figüranlığına ihtiyaç duyulmuştur; Shaffer’de muhtemelen gençliğinin bir yarısının geçtiği İngiltere’de ve diğer yarısının geçtiği New York’da, bir Yahudi olarak bu tür adamlarla fazlasıyla karşılaşmış ve barışçıl bir toplumun sömürülmek adına soykırıma uğradığında nasıl bir tepkiyle cevap vereceğini göstererek kendi kimliğine pay çıkarmıştır.
Aslında oyun boyunca Pizarro insanları konuşarak, herhangi bir konuya farklı noktalardan yaklaşarak ikna eden 63 yaşında deneyimli bir komutan gibi okunsa da, aslında 30’lu yaşlarını süren Atahuallpa’nın doğallığından kaynaklı güveni ve gençliği karşısında kendini daha baştan yenik hissetmektedir. Bu durumun tersi söz konusu olsaydı işleyecek olan yalnızca ani ataklar, kan ve şiddet olurdu; aslında Pizarro her halükarda ahlaksal çöküntüye dibine kadar batmış tarafın temsilcisi olarak, şiddeti bir süreç olarak uzatmamakla zaten bir çeşit af dilemektedir.
Sonuç olarak Güneş Avı Shaffer metinleri içinde yoğun simgesel anlatımı ve aslında bununla birlikte, gayet açık ifadelerle örülü replikleri, gerçekliği tartışılmayacak karakterleri ile son derece önemli bir oyun olarak, Shaffer’ı bir yazar olarak daha önemli kılan Equus gibi oyunların önüne geçer.
Equus / Küheylan / 1973
Shaffer metinleri içinde en çok sahnelenen Küheylan literatür açısından da oldukça önemli oyunlardan biri. Alan Strang’ın hikayesi; insanların kendi çaresizliklerini başkalarının çaresizlikleri üzerinden okumalarına dair gerçek bir ‘kurmaca’. Yargıç Ester Salomon’un ısrarı üzerine işlediği suçtan dolayı, psikiyatr Martin Dysart’ın iç dünyasına müdahale eden bir çocuğun / iç dünyasına müdahale edilmesi gereken bir hastanın, din ve aydınlanmanın çatışan dünyasında, aslında son derece masum bir intikam alma hikayesi. Atların gözlerini bir gece yarısı ahırda dağlayan ve sonrasında geri dönüşlerle anlaşıldığı üzere üzerindeki tüm toplumsal baskıları körleştiren Alan Strang, moderniteye meydan okumanın en kestirme biçimi olarak da okunabilir. Suç her ne için işlenirse işlensin, biçimi ne olursa olsun, şiddetin yöneldiği odak ne olarak tasarlanırsa tasarlansın bu da aslında akla karşı açık bir meydan okuma olarak görülmeli; Shaffer’de öyle yapmış ve akla karşı okunan meydanla tıpkı Güneş Avı’nda olduğu gibi birey üzerindeki tüm tahakküm modellerini iyi ya da kötü diye ayırmadan yerle bir etmiş.
Alan Strang’ın dindar bir anne ve sosyalist bir baba tarafından işgal edilen hayatında, aradığı gerçek özgürlüğü bir kumsalda, hızlı koşan, her yöne giden ve hepsinden önemlisi terleyen bir atla özdeşleştirmesi sonucu bilinç altına yerleşen ve her şeyi sunan olarak tanrısallaşan at imajı, çok geçmeden Alan için gerçeklikten kopmasına yardımcı olan bir hal almaya başladığında, gündelik hayatı bir biçimde ‘iyi’ kılmaya çalışan tüm çözüm önerilerinin ne denli geçersiz olduğu da ortaya çıkmaya başlıyor. Oyunun tek kelimeyle trajik olan ve bir o kadar da farklı okumalara açık cinsellik sahnesi; yani Alan ile Jill Mason arasındaki sahnede kadının tam teslimiyetine karşın Alan’ın cinsel eylemin gerçekleşeceği anda aklında atın terli etinin oluşması ve Alan’ın ağzından da duyduğumuz üzere, Alan’ın kadın teni değil at eti arzulaması aslında bir eşcinsellik, bastırılmış eşcinsel yönelim okuması olarak da değerlendirilebilir. Çünkü oyunda daha önce atın ve sahibinin tekliğine olan ilkellerin inancı vurgulanmış ve daha sonra Martin ile Alan arasında geçen bir diyalogda da Alan, Martin’e atla yek vücut olmayı arzuladığını söylemiştir. Güneş Avı’nda da Perulu kızılderililerin hem toplumsal hem de ruhani lideri Atahuallpa’nın ‘beyaz tanrılar’ diye söz ettiği İspanyolların at sırtında gelişine yapılan vurgu da bu noktada anımsanabilir. Çünkü at her şeyden önce soyluluk ve asalet gibi, doğası gereği direngen kavramlarla anılan bir hayvan olarak, baskıya maruz kalma ihtimalini daha sıfırlayarak, içinin almadığı bir sahibi üzerinde tutmamaktadır. Tanrısallaşma göndereni de burada önem kazanır; hükmetme. Atları da Alan için cazip kılan ana özellik de budur; Alan hükmeden olmayı bir at aracılığı ile algılamış ve tam da o noktada bilinci sabitlenmiştir.
Bu durumun örneğin sinemadaki en önemli karşılığı son zamanların popüler filmi Avatar’da da görülmektedir. Avatar’da herhangi bir Nabi bir ata binmek istediğinde, saçının arkasında yer alan duyargaları atın duyargaları ile bağlamakta, bağlanan duyargalar bir çeşit deriyle anında kaplanarak, atın ve Nabi’nin ruhu eşitlenmekte, aynılaşmakta, böylelikle at ve binicisi yabancılaşması aşılarak, tanrısallığın ana vurgusu olan yek vücut olma hali sağlanmaktadır.
Bununla birlikte Alan’ın atla yek vücut olma arzusu aslında akla okunan meydanın bir parçası olarak, Alan’ın içinde bulunduğu pasif konuma karşın anne ve baba baskısına karşı ciddi bir direnç sergilediğinin de altını çizmektedir.
Burada bir başka okunması gereken önemli nokta ise çocuğu olmayan psikaytr Martin Dysart’ın bir erkek çocuğunun zihin koridorlarında dolaşırken, kendi iç dünyasının ifşasını sergilemesidir. Burada aslında önemli olan, Dysart’ın çocuk özlemi üzerinden bir retorik geliştirmesi değil, Alan gibi bir çocuğu olması isteğine dair ilginç alt okumadır. Alan’ın yaşadığı kriz sonrası can almak yerine kör etmeyi seçmesi aslında hak ettiği değerin çok ötesinde bir sarsıcılığa sahiptir. Atların yani Alan’ın yalnızca hükmetme algısı üzerine şekillenen bilincinin gözlerini dağlaması bu yüzden ziyadesiyle çarpıcıdır. Okuyucunun ya da izleyicinin ilk etapta anlayamayacağı ama bir psikyatr olarak Martin Dysart’ın çarpıldığı ana nokta bu eylem biçiminde yatan derinliktir.
Oyunun çok daha ilginç başka bir açısı ise Shaffer’ın incelediğimiz beş oyununda model farkı olsa da bir biçimde karşımıza çıkan baba oğul ilişki formunun bu oyunda kimle kim arasında gerçekleştiğine dairdir. Evet; baskı figürü olarak baba sosyalist bir kimlikle tasarlanmıştır ve Alan’ın hayatını her şeyi çok bildiği ve bir de bu kadar bilginin üzerine aydın bir bakış açısına sahip olduğu için karabasana çevirmiştir. Martin Dysart, özellikle oyunun sonunda Alan’a kendi gerçekliğiyle yüzleşmesini yani duygusal boşalımını sağladığı için daha da şefkatlidir; üzerini örter, onu uyutur ve geçti der. Amam ne yazık ki, bu oyunda Alan için birer baba formu değildir. Alan’ın bu oyunda babası ona esrikliğini kazandıran ve kendisine benzemesi yani egen olması için yol gösteren tanrı düşüncesidir. Alan için asıl şefkat ya da asıl ceza gerçek dünyayla ilgili değildir çünkü; en azından bir zamanlar belki öyledir ama tüm bu yaşananlardan sonra asla Alan için böyle bir yargı yoktur.
Tanrı da gerçeğin dışında değil midir? Gerçeğin üstünde?
Sonuç olarak Küheylan her türlü övgünün üzerinde, inanılması güç bir oyundur.