Bir Peter Shaffer İncelemesi
Amadeus / 1979
Shaffer’ın dramatik olanı en pürüzsüz biçimde sahneye taşıdığı Amadeus, dahi olmanın bedelini aristokrasi çarkları içinde ödemek zorunda kalan Wolfang Amadeus Mozart’ın yaşam öyküsünden yola çıkmakta ve yaşam öyküsüyle sonlanmaktadır. Shaffer’ın bu oyunda yerli yerinde olmayan tek bir oyun kişisi, tek bir replik, tek bir ilişki biçimi yoktur. Moda tabirle su gibi akan bir oyundur Amadeus. Yine Güneş Avı’ndaki gibi geri dönüşlerle ve sır ifşası mantığı üzerinden kurulmuş, her adımında can yakıcı bir pişmanlık taşıyan ancak bu pişmanlığın eylem ya da sözlerle değil akış içinde bilinç düzlemine yedirilerek kurgulanmasından oluşur; oyunun en önemli özelliği de bu ayrıntıdır.
‘Ölüm ölümü hatırlatır.’ mantığı üzerinden kurgulanan oyunda sarayın baş bestecisi Antonio Salieri’nin Mozart’ı tanıdığı son on yılın muhasebesi yapılmaktadır; ancak bu son on yıl saraya yaklaşan bu yetenekli çocuğun Salieri’nin egosunu harekete geçirmesiyle birlikte kendisi içinde son on yıl olacaktır. Aslında tipik saray kuralları çerçevesinde ele alınan, hatta basit gibi görünen oyunda insanın en yalın haline ulaşıldığını, insanın en yalın halinin Shaffer tarafından gözler önüne sürüldüğünü söylemek zor değildir.
Soyluların basit zihinleri, gücün yetenek karşısındaki çaresizliği ve yok etme isteği, hatta sanatın bir direniş / karşı çıkış biçimine dönüşmese dahi düzen bozan bir hakikat temsili oluşu Amadeus’ta kusursuz bir biçimde işlenmiştir. Öyle ki oyunun yalnızca konuşma örgüsü dahi dikkate alınsa bu durum rahatlıkla anlaşılacaktır. Ancak bununla birlikte, sarsılmaya alışmış Shaffer takipçileri için oyun zaman zaman sıradanlaşmaktan ziyade, fazlasıyla olağanlaşmaktadır. Pizarro’nun, Atahuallpa’nın, Alan Strang’ın, Martin Dysart’ın komplike insanlıkları belki de Shaffer tarafından Amadeus’ta dönemsellik açmazı nedeniyle, Wolfang’ta bir insandan beklenebilecek tavırlara dönüşmüştür. Bir yaşam öyküsü olduğu için, her ne kadar başarılı işlenmiş olursa olsun, kurgu kendini bu oyunda geri plana çekmiş; hal böyle olunca da uzun sayılabilecek bu tiyatro metninin sinemaya aktarılması yerinde bir karar olmuştur.
Bir yaşam öyküsü olduğu için, her ne kadar başarılı işlenmiş olursa olsun, kurgu kendini bu oyunda geri plana çekmiş; hal böyle olunca da uzun sayılabilecek bu tiyatro metninin sinemaya aktarılması yerinde bir karar olmuştur. Shaffer’ın diğer oyunlarında da rahatlıkla okunabilen sinematografik anlatım biçimi Amadeus’ta doruk noktasındadır; hatta yer yer belgesel tadına varmaktadır; ancak bu özellikle filmde görselliğin bir açmazı olarak karşımıza çıkar. Bir oyunda ya da oyundan uyarlama sinema filminde, dönemin ruhu, karakterin ruhunun üzerine çıkmaya başladığı zaman dramatik çatışmayı yaratan karşıtlık ve çelişkiler anlamını yitirmekte; geriye elimize, yalnızca yazgısına boyun eğen insanlar kalmaktadır. Ever, aslında Amadeus gibi oyunlarda gerilimi sağlayan asıl etmen budur. Bir dahi olarak tanımlanan Wolfang Amadeus’un tüm yaratıcı kuvvetine karşın, insan ilişkilerine kendi çoşkunluğu nedeniyle yenilmesi, boyun eğmesi korkunç olanı belirler.
Amadeus’un Shaffer metinlerinin genelinde olan ama kendini bu metinde daha çok hissettirdiği için bu metin üzerinden değerlendirilebilecek bir özelliği de, Shaffer oyunlarındaki zaman mefhumun kullanılışına dairdir. Shaffer oyunlarında olay sıkıştırılmış anların içinde çabucak geçiştirilmez. Sahnelere bölünmüş Küheylan’da bile böyledir bu. Acele yoktur, her adım, olan her şey, hikayenin tüm parçaları gerçek zamana uygun bir şekilde gerekiyorsa uzun uzadıya işlenir.
Diğer oyunlarda değindiğimiz ve dinsel bir göndereni olan baba-oğul ilişkisi en sert biçimine Amadeus’ta ulaşır. Burada, oğlunu kendisine olan inancını acı çekme ritüeli üzerinden sınayan Salieri’dir. Sanatın, yaratıcı edimin zamanla hem genel olarak toplumla hem de tek tek bireylerle olan iletişimi kesmesi ve sanatçının bir yara sarıcıdan, kanamanın kendisine dönüşmesi bu halin yalnızlığı giderek yek vücutluk haline taşıyarak evirmesi bu noktada önemlidir.
Sonuç olarak Amadeus kuvvetli bir tiyatro oyunudur ve diğer oyunlarına oranla, her nasıl yorumlanırsa yorumlansın ve bu yorumlar ne denli çeşitlenirse çeşitlensin, daha basit insan gerçekleri üzerine kurulu, tarihsel bir anlatıdır.
The Gift of the Gorgon / Gorgon’un Armağanı / 1992
Shaffer’ın son oyunu olan Gorgon’un Armağanı yazarın kendi serüveni içinde deneyimlediği oyun yazmaya ilişkin tüm belirleyenleri kullandığı bir oyun olarak önemlidir. Ancak, gelişim aşamaları düşünüldüğünde sanki daha önceki çalışmaları, anlam olanakları açısından, yorum açısından daha değerli gibi durmaktadırlar. Shaffer oyun yazarlığı ilerledikçe, insanı zaafları ile daha çıplak bir biçimde göstermeye başlamış gibidir. Her ne kadar süslemeler, kimi teknikler aracılığı ile oyunları yapısal anlamda daha etkili gibi kılsa da, içerikte ve içeriğin işlenişinde daha naif bir hale geçiş var gibidir.
Gorgon’un Armağanı tipik bir Shaffer algısı içinde, bir sırrın ifşasına dayalı, bunun içinde geri dönüşlere ihtiyaç duyan ve anlatıcı formunun yine kullanıldığını gördüğümüz bir oyundur. Bu oyunda yazar, oyun içinde oyun tekniğini de kullanmış, oyunun öldüğünü öğrendiğimiz baş oyun kişisi oyun yazarı Edward Damson’ın çalışmalarından oyuna eklemlediği parçalarla yazarın çevresiyle olan ilişkilerine dair algısını anlamamızı sağlamıştır.
Oyun da aslında tam da bu noktada kuruludur. Yazarın oğlu Philip Damson babasının öldüğünü öğrenince, babasının eşiyle yaşadığı Yunan adasına gider ve olaylar gelişir. Philip bir yasak aşk çocuğudur ve babası onunla pek ilgilenmemiştir. Bu arada Philip tiyatro alanında akademisyen olmuş; babası Amerika’da bir seminerde onu görmüş ama ilişki kurmayı tercih etmemiştir. Helen Damson Edward’ın hayatındaki ikinci kadın olarak, Amadeus’ta Mozart’ın yaşadığı çöküş sürecine benzer bir süreç yaşayan Damson’ın son anlarının tek tanığıdır. Ne garip ki, Constanze’nin önce gidip sonra geri dönüşü gibi Helen’de eşinden bir uzaklaşma süreci yaşamıştır. Bunun önemi şuradadır; Shaffer oyunlarında konu ne olursa olsun bir şablon vardır sanki ve yazar bu şablon üzerinde çeşitlemeler, süslemeler yapmaktadır. Philip’in adaya asıl geliş nedeni, bu ölüm haberi üzerine babası hakkında bir kitap yazmak istemesidir; Helen ise Philip’in varlığından Edward’ın ölümünden önce haberdar olmuştur. Aslında bu nokta Shaffer oyunlarında eleştireceğimiz ilk nokta olarak karşımıza çıkar; gerilimi düşüren bu gerçek karşısında Helen’in takındığı ilk olumsuz tavrı anlamak mümkün değildir.
Ancak Shaffer daha sonra bir kürtaj hikayesi ile Helen’in Philip’e ilk anda takındığı olumsuz tavrı çözmeye çalışmıştır.
Oyunun gelişimi içinde en önemli ve oyunu anlamak açısından sağlam veri sağlayan imge ise, yazarın adada yaşamasıdır. Merdivenlerle çıkılan bir ada tepesinde yaşamayı tercih eden birinin kaçmayı tercih ettiği gerçeği hemen yüzümüze çarpar. Edward Damson’ın kendini her şeyin ötesinde var etmeye çalıştığı bu adada, Beş Parmak Egzersi’nde benzerini gördüğümüz, Amadeus’ta doruğunu yaşadığımız sanatçı sorununun onu intihara sürüklemesi de yine oldukça önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkmakta. Çünkü oyun boyunca Edward Damson, çok belli bir biçimde zaman zaman Shaffer’ın kendisi olarak oyun yazarının yaratması gereken dehşetten bahseder. Bu dehşet aslında çift okuma gerektirmektedir; ilki yarattığı eserde ikincisi ise kendi yaşamında. Yazarların ve şairlerin bu anlamda hiçlikle / ölümle kurdukları kuvvetli bağ bilinmektedir. Çünkü yazan insan, anlatmak için ekstra çaba harcadığı halde, anlaşılmadığı hissine kapılırsa bu gerçekten yıkımların en büyüğü olur onun için.
Aslında Shaffer’ın incelediğimiz oyunlarının hepsinin temelinde bu yakın karşıtlık çok etkili bir biçimde izlenir; hatta insan zaman zaman bu insanlar neden birlikteler? Diye sormaktan kendini alamaz; bu gerçekte zor bir okumayla insanların birbirlerini hiç tanımadıkları bir toplumun çözümlenmesi gibi görünse de, Shaffer’ın aile ilişkilerinin, özellikle de ikiz kardeşiyle olan ilişkilerinin derin bir okumasını gerektirir.
Bununla birlikte Shaffer bu oyunda, belki de bir daha oyun yazmayacağını düşünerek, bir oyun yazarının son oyununda varabileceği türen bir yargıya Gorgon aracılığıyla varmış ve insanı vareden her şeyin, onu aynı zamanda tüketen şey de olduğunun altını Gorgon’un kanı esprisi üzerinden kurarak ortaya koymuştur.
Sonuç olarak; Gorgon’un Armağı’nı Shaffer’ın tiyatroya sunduğu son armağandır.