Yazar Irmak Zileli ile bize “başka”larının da olduğunu hatırlatan, neyin doğru, neyin normal olduğunu sorgulatan son romanı Bozuk Saat üzerine söyleştik.
Bozuk Saat, son romanınız; küçük küçük, farklı hikâyelerden oluşan bir roman. Yazılma hikâyesini anlatır mısınız?
Mart 2017’de On8’in bloguna benden yazılar yazmamı istediler. Ben de bunlar öyle yazılar olsun ki, biraz toplumsal meselelere dair de söz söylesinler istedim. Ama bunu yaparken didaktik, ahkâm keser olmak istemiyordum. Köşenin adını “Bozuk Saat” koyayım dedim. Çünkü günde sadece iki kere doğruyu gösterir, fazla bir iddiası yoktur. Bozuk bir saat alt tarafı... Bozuk Saat üzerine düşünüp, onu bir anlatıcı mı yapsam derken, neden bozuk olduğu üzerine de kafa yormaya başladım. Bu Bozuk Saat insanların nabızlarından nabızlarına geçsin, onlardan etkilendiği için bozuk olsun ve bu, empati yeteneğini de beraberinde getirsin, dedim. Böylece her yazıda Bozuk Saat’in nabzına atladığı insanların hikâyelerini yazmaya başladım. Her yazı, ayrı birer hikâyeydi. Fakat sonra bitti o köşe. Bu arada on öykü olmuştu. Sonra bana “Acaba bunları, yeni hikâyeler ekleyerek kitap mı yapsak” dediler. Kabul ettim ama hep aklımda öykü kitabı vardı. Sonra Günışığı Kitaplığı’nın Yayın Yönetmeni Müren Beykan “Bunu aslında merkezinde bozuk saatin olduğu, onun etrafında gelişen bir roman olarak da düşünebilirsin. Bozuk Saat de bir roman karakteri aslında. Çünkü giderek değişiyor, dönüşüyor, etkilenmeye başlıyor” dedi. Yazdığım öyküleri de ona göre elden geçirdim. Birbirlerine bağlantılar kurdum, geçişler yaptım, yeni öyküler ekledim hikâyeye. Roman böyle ortaya çıktı.
Anlatıcınız ya da ana karakteriniz mi demeliyiz, Bozuk Saat, bir meydanda duran 200 yaşında bir saat. Romanın bir yerinde karakterlerinizden biri, “Bozuk deyip geçmeyeceksin, hepimizin içinde çok uzun zamandır tıkır tıkır işliyor bu saat” diyor. Saat sizin için bir anlatıcıdan çok daha fazlası mı? Bir metafor mu?
Evet Bozuk Saat benim için hikâye anlatıcısının metaforu. Başlarda yazarın metaforu gibi düşünmüştüm ama sonra zamanla beni de dönüştürdü Saat ve bunun yazarın değil de hikâye anlatıcısının metaforu olduğunu fark ettim. Çünkü Bozuk Saat bir süre sonra metinde yazardan bağımsızlaştı, ayrı irade sahibi olan bir şeye dönüştü. Burada da aslında bu Bozuk Saat’in edebiyat biçimi ve anlatımında bir sözü olmuş oldu. Bu saatin diğer insanların duygularından etkilenen bir saat olması ve bozulma fikri üzerine düşünmeye başladım. Biz hep aynı kalmak istiyoruz. Bir norm var zihnimizde, hep ona bağlı kalmaya çalışıyoruz. Bu, ama toplumun dayattığı bir norm olabilir ama bizim zihnimizde yarattığımız bir norm ya da ideal olabilir. Biz onu sabit kılmaya çalışıyoruz. Bu sırada farklı düşünmemizi sağlayacak ilişkilere girdiğimizde tedirgin oluyoruz. Diyoruz ki, “Bir bakış açım var, bir duruşum var.” Sonra bizden farklı düşünen biriyle karşılaştığımızda “Ya bu bozulursa” düşüncesi bizi kaygılandırıyor. Değişimi, bozukluk olarak addediyoruz. Oysa Bozuk Saat metaforu bize şunu söylüyor: Belki de bu bozukluk, o kadar da kötü bir şey olmayabilir, hatta hayırlı bir şeydir. Yani nedir bozuk olan? Peki normal olan nedir? Norm dışı olan nedir? Bunlar üzerinde bizi biraz düşündürsün istedim bu saat kavramının. Ve bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir meselesinden hareketle düşünecek olursak, bize bozuk gibi gözüken, yanlış gibi gözüken şeylerin belki de zaman zaman bir doğruya da işaret edebiliyor olacağını ima etmek istedim. Hayat karşısındaki keskin duruşumuzu sorgulatan bir saatin (hikâye anlatıcısının ya da roman karakterinin) onu kuran yazara da aynı sorgulamayı yaşatması gerekir. Cümleyi tersinden okursak, böylesi bir sorgulama yaratmayı amaçlayan yazarın, yazdığı metin karşısındaki iktidarını ve belirleme gücünü de aynı şekilde sorgulaması fena olmaz mı?
Bir de Bozuk Saat’in nabzına atladıkları, hikâyelerini yazdıklarınız var… Sanki birbirleriyle ilgileri yokmuş gibi duruyor ama bir noktada birbirlerine bağlanıyorlar. Her türden insanlık hâllerine mi tanıklık etmemizi istediniz?
Saat, kent meydanında duruyor ve doğal olarak bir kent meydanı herkesin gelip geçtiği, heterojen bir yerdir; farklı sınıftan, cinsiyetten, yaş gruplarından, farklı mesleklerden insanların gelip geçtiği bir yer. Dolayısıyla ben de aslında toplumsal bir panorama çizmek istedim. Ülkenin de tanığı olsun, bugüne dair de bir fikir versin, dedim. Kimler var bu meydanlarda, kimler gelip geçiyor?
Başkası olma hâlini de mi vurgulamak istediniz? Başkalarıyla ilgili biz artık pek düşünmüyor, fikir yürütmüyoruz. Bugün yaşadığımız birçok sıkıntının altında bu empati eksikliği ya da azalması, kendini başkasının yerine koymamak, ötekileştirmekle ilgili sorunlarımız da yatıyor gibi geliyor.
Esas nokta zaten bu. Bozuk Saat, bizim yapmadığımız bir şeyi yapıyor aslında, ötekinin nabzından etkileniyor. Üstelik bir nesne olarak, başkalarının yerine geçiyor, başkalarının duygularını, zihin yapısını anlamaya çalışıyor. Bunu gerçekten bugünün meselelerinden biri olarak irdelemek istedim. İkincisi de başkası olmak meselesi… Aslında başkası olmak, sanatçıların çok yaptığı bir şey. Sanatçı her yarattığı eserde kısa bir süreliğine de olsa, başkası olmayı deneyimler. Sadece sanatçılar değil, bir sanat eseriyle karşılaşanlar da oradaki karakterin yerine geçer, başkası olma deneyimini yaşar. Öteki türlü, yani sadece kendiniz olarak sürdürdüğünüzde hayat çok kısır bir deneyim sunar ama sanat, edebiyat başkası olma şansını sağlar. Böylece ufkumuz genişler, bizi, toplumsal ilişkilerimizi zenginleştirir.
Çok farklı dertlere değiniyorsunuz. Çevre sorunu, aile içi şiddet, çocuk tacizi, hukuksuzluklar, göçmenler, haksız yere işten atılmalar… Kimin hayatına baksak ya da Bozuk Saat kimin nabzına atlasa, hepimize dokunan bir sorunla yüzyüze geliyoruz. Özel olan her şey politik mi?
Kesinlikle öyle. Bireysel olan politiktir. Hikâyelerin hepsi tek tek bireysel hikâyeler, trajediler ya da dramlar. Ama bir araya geldiğinde, toplumsal bir resim, ne gibi dertlerimiz olduğuyla ilgili bir tablo ortaya çıkarıyor. Bunların nedenleri, sonuçları, etkileşimleri aslında bize politik olarak bir fikir veriyor, politik ortamımızı anlatıyor. Hikâyelerin hepsinin birbiriyle ilişkili olmasından dolayı daha geniş bir resim ortaya koyduğu için de politik aslında.
Benim tüm romanlarımda bu tema var: Bireysel olan politiktir. Bu mesele aslında romanı politik kılan bir şey. Roman bize bireyi anlatır. Ve biz hiçbir politik, toplumsal olay aktarmasak bile, bireyi iyi aktardığımız oranda politik bir hikâye anlatmış oluruz. Ben hiçbir metnime sonradan toplumsal ya da tarihsel bir şeyler eklemeye çalışmam bu nedenle. Hep birey üzerinden anlatırım. Fakat bu, kimileri için bireyin dünyasına sıkışmış bir edebiyat olarak görülebilir. Edebiyatımızda çok tartışılan bir şeydir bu. Ama ben Bozuk Saat’te başka bir şey yapmak, “Bireysel olan politiktir” cümlesinin altını daha iyi çizmek istedim. Bireyleri kalabalıklaştırarak, bireylerden oluşan toplumun hikâyesini vererek, tam da bu meselenin altını çizmeyi hedefledim. Bunların her biri ayrı birer romanın konusu olsaydı, bu kadar görünür olmazdı. Ama toplumun farklı kesimleri bir romanda buluştuğunda, bireysel olanın ne kadar politik bir mesele olduğu da daha görünür hâle geliyor.
Diğer kitaplarınıza göre Bozuk Saat çok daha iyimser. İnsanda pozitif bir duygu bırakıyor.
O, tamamen Bozuk Saat’ten kaynaklanıyor. Çünkü Bozuk Saat çok pozitif bir karakter. Ben ona teslim ettim kendimi. Bir tür naifliği de var. Anlama çabası içinde. İyi olsun istiyor. Gerçekten iyimser. Onun pozitifliği yansımıştır. Ben de çok negatif değilimdir ama mesela şimdi üzerinde çalıştığım, yazmakta olduğum roman, kimilerine çok karanlık gelebilir. Ama ben o karanlığın içinde de bir umut olduğunu düşünüyorum. O karanlığın kendisi, o karanlığa bakma cesareti göstermek bir umut bence. O cesareti gösterdiğiniz yerde, umut başlıyor. Ama doğru, burada daha iyimser bir hava var. Her hikâye küçük küçük de olsa, insanın içini burkan, burnunun kemiğini sızlatan hikâyeler belki ama Bozuk Saat hepsinde bir çıkış noktası buluyor. Ben karanlığa bakma cesareti gösterdiğimiz noktayı vurgulamak istiyorum. Çünkü Bozuk Saat hiçbir şeyden başını çevirmiyor. Korksa da nabza atlıyor.
Son bölüm, neredeyse yazarla ana kahramanı arasında nasıl bir ilişki kurulduğuna dair, üniversitelerin edebiyat bölümlerinde okutulmayı hak ediyor. Sahiden böyle mi? Karakter yazardan ne kadar bağımsızlaşıyor?
O karakterler bizim iç dünyamızda varlar ama onlar yazara bir şeyler anlatmaya başladıklarında, yazar önceden ezber ettiği doğruları eğer o karaktere empoze etmezse, o karakter tıpkı bir evlat gibi bağımsızlaşabiliyor. Nasıl çocuğumuzu doğuruyor ama onun tüm yaşamına hükmedemiyor, seçimlerini belirleyemiyorsak burada da aynı şey geçerli. O bağımsızlaşma aslında çok kıymetli bir şey. Romancının karakterleri kendisinden bağımsızlaştığı zaman, yaratıcı bir şey çıkıyor ortaya. Dolayısıyla ben o karaketrlerin ayrı birer kimlik kazandığını düşünüyorum. Tabii ki benim içimden çıkıyorlar, benim içimde hâkim olamadığım, bilmediğim bir sürü öteki var. Ve o ötekilerin bileşiminden çıkıyor o karakter. Ben ona saygı gösterip, serbest bıraktığımda, bilincimin hâkim olamadığı yerlerinden hikâye gelişmiş oluyor. Biz kendimizle ilgili her şeyi bildiğimizi sanıyoruz, beynimizin her alanına hâkim olduğumuzu… Ama aslında değiliz. Ben şimdi yazdığım romanın karakteri üzerine iki yıldır çalışıyorum. Ona bir hikâye kuruyorum, ailesini düşünüyorum, beş kuşak öncesine giderek kurguluyorum. Sonra yazmaya başladığımda, o karakterin bir hatırasını sanki benim hatırammış gibi hatırlayarak yazabiliyorum. Niye? Çünkü ben o karakteri oluşturdum. O, başka birisi artık.
Görseller: Eiko Ojala