“Bir tek sözcükle gökyüzü korkunçtu. Ve onunla birlikte her şey." Ferit Edgü (Tezer Özlü'ye Mektup)
Tezer Özlü'nün ölüm yıldönümü'nde, ona denizden, ağaçlardan, taşrayı andıran evlerden, kendini güçlü duyduğu Arnavutköy'den, sonsuz uzanışı Aşiyan'a yol alan bir merhaba yazısıdır bu. Ocak'ta, Cemal Süreya'nın başucuna bıraktığım bir dal sigara, Aşiyan'da acıların yeterinden bir kartpostala dönüştü.
Yaşam koşullarından, ölümsüz özlerden, çağını yansıtmaktan ve 'dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultu'sundan kopmazlığıyla Özlü, okurlarına kendine dönen bir dünya sundu. Yazdıklarıyla bireyin içsel dramını evrensele iliklerken, bir monolog dizisinin yanına toplum diyalogunu da kazandırdı. Bu kazanım okuru aktif noktaya iterken, yazarı da gözlerini kapadığında görebileceği bir okura çevirdi.
Hayatı boyunca sarı güller, kır çiçekleri ve kartpostallar taşıdı ceplerinde. Bir trenin penceresinde uçları açık olan hayatını, özlem durumunda yaşamanın sözcüklerini haykırdı. Tezer'in treni Prag'da Kafka'yı, Trieste'de Itelo Svevo'yu, Torino'da Pavese'yi ağırladı. 7 bin kilometre yol alan bu trenin daimi yolcuları Kafka, Svevo, Pavese oldu. Buğday tarlaları içinden “Eski Bahçe, Eski Sevgi”deki huzur arayışlı çocuk, 1987'de yayımlanan “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı kitabıyla “buzda bir balık” yolculuğuna başladı. Özlü, gitmenin, kalmak zorunda olmamanın ve bırakılmışlığın tadını aynı gün doğduğu Pavese'yle tattı. Pavese'yle yaptığı yolculukta en çarpıcı nokta “Edebiyatın içindeki yaşam mı? Yaşamın içindeki edebiyat mı?” sorusuna bulduğu cevabı oldu. “Bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım” dediğinde içinde kanayıp duran dünyada okurunun bir gün A. Modigliani izinde Livorno'ya, C. McCandless izinde Alaska'ya gideceğini biliyor muydu? Biliyordu, sevmesi sevilmeyi istediği biçimdeydi. Gökyüzünün yollarında sınırsızlık duygusunu içinde taşırken yollarda bulduğu taşları cebine atan, taşın taş oluşunu duyan, geri attığı taşları eğilip alan ve istasyonları hep seven sevgili Özlü'yü aklıma düşüren hep 'tren rayları' olmuştur. Tanju Duru'nun 'Raylar Boyunca' şarkısında “gidiyor tren” dediği kadar var. Gerçekten de gidiyor tren. Tezer Özlü, denize sırtına dönen yaşamı, bitti biteceklerin çoğaldığıyla yani Kafka ile güncellerdi. Yaşamın acınacak en büyük umudunu, hani “Güzel yaşam burada. Taksim Alanı'nda” dediğini raylarda aramamıştır. Raylarda aradığını şöyle özetler: “Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı, uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için.”…
Tezer Özlü'nün treni anlatılarının bir parçası olduğu kadar yaşamın ölümü, ölümün yaşamı doğurduğu izlekleri taşır. Kendi sınırsızlığını, yaptığı yolculukların sınırsızlığında bulan Özlü için Ece
Ayhan “Ben bazen Tezer Özlü ile Nilgün Marmara'yı birbirine karıştırırım. Sahi, Nilgün Marmara ile Tezer Özlü yaşadı mı?” sorusunu sorar. Yaşadılar mı? Ece Ayhan "128 Nilgün Marmara" yazısında N. Marmara'yı büyük kanatları yüzünden uçamayan albatros deniz kuşuna benzettiğini yazmıştı. Tezer Özlü'yü tüm ömrünü uçarak geçiren, tüm canlılardan kaçmaya çalışan Ebabil kuşuna benzetiyorum. “Guguk Kuşu” filmini terk edişinin gözlerime Ebabil'i düşürdüğünü söyleyebilirim. Elias Canetti'nin "artık hiç kimseyi ve hiçbir şeyi gözden kaçıramayacak kadar yalnız kalmak" dediği yerden kalkıp Özlü'ye vardığımızda "Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. (…) Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim" deyişi yaşamından öte yana bize de ayna tutuyor.
Tezer Özlü, öykülerini, anılarını, mektuplarını kendi kurduğu dünyasına sığdırdı. 43 seneye bu yolculuğu sığdırmanın zorluğunu yol edinerekten, Tezer Özlü'den bize kalan, yazarın izini süren, ellerinden tutan bir şeyler olmalıdır. Edip Cansever, 1963'te Yeni İnsan dergisinde yayımlanan yazılarında geçmişte yazılan yazınları anlama noktasında daha az bir çaba harcandığına değinmişti. Kalıplaştırarak okumalar yapmanın yazından uzaklaşmak noktasına gelebileceğine vurgu yapmıştı. Sözgelimi, “Türk edebiyatının lirik prensesi”, “Türk edebiyatının nostaljik prensesi” gibi kalıplarla yazıya açılmamak okuru Özlü'ye yakınlaşma noktasına getirecektir. Tezer Özlü'yü okurken, ilk akla gelen imgelerden, kalıplardan, gündelik sözlerin alışkanlığından uzaklaşmayı öneriyorum. Çok sevdiği Los Paraguayos grubunun ezgilerini dinleyip, Özlü'ye bir kartpostal yazmanızı da... İstanbul Boğazı kıyısında, çınar ağacı altında yahut Aşiyan'da.
***
Tezer Özlü, 1943'te Simav'da doğdu. İlk öyküsü “Fortuna”, Yeni İnsan dergisinde 1963 yılında yayımlandı. 1978 yılında ise ilk öykü kitabı Eski Bahçe yayımlandı. 1954'ten 1971'e dek yazdığı öyküleri içeren “Çocukluğun Soğuk Geceleri” 1980 yılında yayımlandı. “Bir İntihar'ın İzinde” adlı dosyası Marburg Kent Edebiyat Ödülü'nü aldı, bu kitap Türkçde 1984 yılında “Yaşamın Sonuna Yolculuk” adıyla yayınlandı. Ölümünden sonra düzyazıları ve notları, “Kalanlar” (1990) adlı kitapta toplandı. 1995'te Leyla Erbil'e yazdığı mektuplar, 2010 yılında ise Ferit Edgü'yle birbirlerine yazdıkları mektuplar kitaplaştırıldı. Dergilere yazdığı eleştiriler ve yazılarından oluşan “Yeryüzüne Dayanabilmek İçin” (2014) kitabı geçtiğimiz ay raflarda yerini aldı.