Zengin bir edebiyat arşivinin kapağını arayalacağımız yeni bir seriye başlıyoruz: Sandık. Belirli zaman aralıklarında okurlarımızla eski yayınlardan bazı bölümleri paylaşacağız. Serinin ilki 1952 yılına ait Varlık dergisinde yer alan Turgut Uyar söyleşisi.
Varlık arşivini baştan sona okuyarak taramak çetin iş ama bu, zamanın ruhunu anlamak söz konusu olduğunda kendimi alamadığım bir sürece dönüştü. 1952’nin sayılarını tararken, Turgut Uyar’ın onunla ilgili yapılan yayınlarda daha önce yer almamış bir söyleşisine rastladım (hatam varsa lütfen düzeltin). Tarihi itibariyle hayli ilgimi çekmişti bu söyleşi, zira Uyar bu esnada 25 yaşında olmalıydı. Yani 1947'de "Yâd" adlı şiiri Yedigün'de yayımlanmadan,1948'de Kaynak dergisinin şiir yarışmasında "Arz-ı Hal" adlı şiiriyle yarışmada ikinci olmadan ve ilk kitabı 1950'de Arz-ı Hal ve Akşam Üzeri Türküsü (Kaynak Yayınları) adıyla çıkmadan evvel, henüz şiir yazan oldukça genç bir sanatçıyken. Söyleşiyi yapan kişi kimdi? Bilmiyorum, bu bilgi verilmemiş. Derginin özellikle 30, 40 ve 50’li yıllarda metin sahiplerini, kaynakları ve referansları gösterme becerisi oldukça az. Ama bu söyleşiyi her kim yaptıysa ona teşekkür etmeliyiz diye düşünüyorum. Zira bu söyleşi, çoğumuzun pek sevdiği şairin iç dünyasına bakmamıza olanak veren saf bir konuşma olması, onun roman yazdığını ve bundan nasıl vazgeçtiğini anlamamızı sağlaması, nasıl şiir yazdığıyla ilgili (erken dönemine ait olsa da) bir fikir sunması açısından önemli. Son olarak, metnin dergide basıldığı haline sadık kalarak aktarıldığını eklemek isterim. İyi okumalar.
Edebiyata karşı İlk alakanız ne zaman ve nasıl başladı?
Edebiyata duyduğum ilginin bir başlangıç tarihini hatırlamıyorum. Çocuktum. Arzu ile Kamber’i Aşık Garip’i, Kerem ile Aslı’yı filan kurdum. Isınırdım. Tarifi imkansız bir haz duyardım. Aldı Kerem, aldı Aslı, aldı Kurukafa…Biraz da onların macerasına karışıyormuşum gibi gelirdi bana.
Daha ilkokulda vezin ve kafiyeden haberim olmadığı çağlarda manzumeler yazardım. Sonra ortaokul ve lise devresinde boyuna yazdım. Günde üç beş şiir, haftada, onbeş günde bir roman yazıyordum. Ama ne şiirler, ama ne romanlar. Bazan bir romanı bitirmeden sıkılır öbürüne başlardım. Sonra ikisini birden yazardım. Bu yüzden o güzelim romanların çoğu yarım kaldı. Roman (yazarken sıkılırdım. Şiire daha başka bir tutkunluğum, sadıklığım, saygım vardı.
Bereket versin o devirlerde -Şimdi hayırla yâdettiğim arkadaş- bana Alain Fournier’nin o güzelim Adsız Köşk ünü verdi. Sonra Dostoyevski sonra bir de Balzac okudum da gücüm kesildi. İsteğim kalmadı roman yazmakta. Bu suretle bugünün Türk romancıları da benim rekabetimden kurtulmuş oldular. Dua etsinler Adsız Köşke, Netoçka Nezvanova’ya; Eugenie Grandet’ye…
Ama şiiri bırakamadım. Liseyi bitireceğim yıl, Hayyam, Nedim, Y. Kemal; T. Fikret, Hamit ve Haşim beni kıskıvrak tutmuşlardı. Taklit ettiğimi bile bile, onlara, özenerek, bildiğim ve becerdiğim kadar, terkipli filân gazeller mazeller yazardım. Hatta Makbere -Mezar- adiyle bir nazire bile yazmıştım.
Bunula beraber ancak avunurdum. Yazdıklarımdan bir sıkıntı duyardım. Onlar beni neşelendirmek, bana insanın bir şiiri bitirdikten sonra duyduğu ruh tazeliğini, o güzel ferahlığı vermek şöyle dursun, eski yazı kitaplar gibi sıkardı beni. Onları bir daha okumaya kendim bile katlanamazdım.
Sonra günümüzün şiirlerini okudum da sevindim. Oh dünya varmış dedim. Yıl 1946 idi.
Çalışkan bir talebe miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden hoşlanmazdınız? Talebelik hayatınıza ait bir hâtıranızı anlatır mısınız?
Hiçbir zaman çalışkan bir talebe olmadım. Ama hiç de sınıfta kalmadı. O kadar arzuladığım halde sıkılır, bir türlü çalışamazdım. Derslerin ayrıntısız hepsi beni sıkardı. Hiç birini sevmezdim. Hele cebir; hele geometri, hele fizik. Dışarda bahar olurdu. Çocukların gülüşe bağrışa oynadıkları duyulurdu. Sokaktan kızlar geçerdi, kadınlar geçerdi. Siz de 18-19 yaşlarında idiniz. Kuru fasulye, bulgur pilâvı ve üzüm hoşafından ibaret tıkabasa bir öğle yemeğinin üzerine, efendim üç bilinmiyenli bir denklemin hallini(?) veya Kirgef kanununu; dokuz nota teoreminin ispatını kara tahtadan yarı uyur yarı uyanık takip ederdiniz.
Edebiyat dersini biraz severdim. Fransızcayı da. Fakat sene başında kitapları alır almaz, edebiyat kitabını baştan sona bir okurdum. Tabiatıyla artık dersin benim için hiçbir çekiciliği, büyüsü kalmazdı. Hocalarımız’da kitapta yazılı olandan başka bir şey anlatmazlardı.
Hâtıralarım öyle çok ki. O zaman bir arkadaşım vardı. Şimdi de arkadaşım ya. Cevat Akgönül. Beraberce Zolayı okurduk hikâye yazardık. Balzac’ı okur, imrenir gene yazardık. Günler aramızda kurduğumuz tek taraflı dünya içinde geçerdi. Birgün gelip de yazacağımız kitaplar karşısında Flaubert’in yahut Stendhal’ın bile zavallı kalacağını kurardık.
Akşam karavanasından sonra yemekhanenin duvarına yaslanarak cigaraları yaktık mıydı.. Ha, Cevat…
Hey gidi çocukluk.
Nasıl yazarsınız? Mevzularınızı arar mısınız ve sırf yazmak ihtiyacıyla masa başına geçtiğiniz olur mu?
Yazmak ihtiyaciyle masa başına veya başka bir yere oturduğum olur. Fakat böyle hallerde daima ellerim böğrümde kalkarım, inadına hiçbir şey yazamam. Hele yazmak istediğim bir şiir olursa. Bir şiiri yazdıktan sonra uzun zaman başka bir şey yazamazsam belli belirsiz bir huzursuzluk duyarım. Sonra birden gelen bir iki mısra etrafında döneni ya tamamlarım yahut kalır.
Mektepten kalma bir alışkanlık olacak. Şiir yazacağım zaman, bir kabahat yapıyormuşum gibi gizli, hemen daracık vakitte, suç üstünde yakalanacakmışçasına çabuk davranmamı gerektirecek şartlar ararım.
İşimi biran evvel ve en iyi şekilde (zira sonra kolay kolay düzeltmem) bitirmeye zorlayacak sebepler bulunalı.
En çok hangi yazarları okudunuz, hangilerinin tesiri altında kaldınız?
Zaman zaman sevdiğim yazarlar oldu. Balzac’ı ve M. Gorki’yi hep sevdim. Bir de Isratinin(?) hayat macerasına ve duygularına imrenirim.
Kimin tesiri altında kaldığımı bilemem. Bilsem kalmamaya çalışırdım. Ama ben de illâki birinin tesiri varsa bunu günümüz Türk şairleri içinde aramak gerekir.
Edebiyat sahasında yeni bir şey hazırlıyor musunuz, yeni projeleriniz var mı?
Yeni hiçbir şey hazırlamıyorum demem bile fazla. Sanki eskiden hazırlarmışım yahut daha sonra hazırlayacakmışım gibi. Hani -yevmi cedit, rızkı cedit- mi derler bir söz vardır. İşte öyle.
Hem hazırlamak istesem de kendi çalışmalarıma ayırabileceğim vaktim o kadar az ve dolu ki.
İlk yazılarınızla şimdikiler arasında ne gibi farklar görüyorsunuz? Edebi telakkileriniz zamanla nasıl değişikliklere uğradı?
İlk yazılarımla bugünküler arasında bir değişiklik elbet vardır. Ama ben kestiremiyorum. Benim farkettiğim değişiklik daha ziyade o zamanki yazıları yazan ben ile, şimdikleri yazan ben arasındadır. Hoş belki ikisi de aynı kapıya çıkar ya. Ben ilk zamanlar, yazdıklarımın daime -En güzel- olduğunu kurardım. Bilmemekten gelen o hoş karanlık içinde kendime sonsuz bir güvenim vardı. Sonra sonra Hanya’yı Konya’yı anladım tabii.
Bir şairin, bir yazarın, şekil de konu bakımından daimi bir değişme içinde bulunmasının hayırlı olacağını sanıyorum.
Bugünkü edebiyatımız hakkındaki hükmünüz?
Bilmem bana bugünkü edebiyatımız hakkında hüküm vermek düşer mi? Yalnız heyecansız söyliyebilirim ki, edebiyatımızın her dalda, en güzel en verimli çağlarından birinin arifesinde olduğuna inanıyorum.
Yine inanıyorum ki, S. Faikin, C. Sıtkının, F. H. Dağlarcanın, Oktay Akbalın, Orhan Velinin ve birçok genç şair ve yazarımızın bize şiirden hikâyeden, romandan, insandan ve insan kederinden en güzel haberleri getirdikleri zamandayız.
Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?
Edebiyatımız herhalde hiçbir devirde eşine rastlanmamış bir büyük bir geniş, adeta tertipli diyebileceğim, bir nankörlük: ve alakasızlıkla, bir hor görme ile karşı karşıyadır.
Sanatçı da nihayet bir insandır, üstelik evliya değildir. Uzun çileler bahasına birşeyler yazıyorsa okunsun diyedir. Eh okunmayan, daha türkçesi ilgi görmeyen yazar ya kendi karanlığında boğulacak yahut küsecektir.
Gelişmeye imkân ve hız verecek tek âmilin ilgi ve teşvik olduğuna inanmaktayım. Halkımızın, bilhassa halk üzerinde sözü geçecek okumuşlarımızın, çoğunun o kadar sakat, o kadar kısır, o kadar bayatlamış sanat zevk ve anlayışları var ki, şaşırıyorum. Bu halin sebebini yarı yarıya hatta yandan çok, liselerimizdeki edebiyat öğretiminin kötülüğünde buluyorum.
Arasıra İnebildiğim yakın bir şehrin çarşısında bulunan tek kitapçının vitrinlerindeki o güzel eserlerden hiçbirinin, komşu tuhafiye mağazasının vitrinlerindeki kravat veya çoraplar kadar alâka çekmediğini, hatta seyirci bile bulamadığını hüzünle görüyorum.
Varlık, Ağustos 1952 – Sayı 386
"Paylaşılan söyleşide hiçbir değişiklik yapılmamıştır."