“Bir yazarın muradı yazmayı istemekle değil yazarken bulduklarıyla anlam kazanır.” Abdullah Aren Çelik ile ilk kitabı İlerde Hep Yalnız üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik...
İlk kitabınız İleride Hep Yalnız'ı konuşmadan önce sizinle yeni tanışan okurlarımız için kendinizden biraz bahsedebilir misiniz?
Sanırım kendime dair anlatabileceğim, aklıma gelen pek bir şey yok. Romanın girişindeki biyografiyi sorduğunuz soruya cevap sayalım.
Peki yazma süreciniz nasıl başladı?
Hayata, yazarak temas etmek isteyen bir dünya algım var. İyi ya da değil; fakat sözcüklerle kendime ait bir dünya inşa etmeyi seviyorum. Yazarken fark ettiğim en önemli şey, bir yazarın muradı yazmayı istemekle değil yazarken bulduklarıyla anlam kazandığı olmuştur. Bunun farkına vardığım zaman bir yazar olabileceğime dair garip bir dürtü oluştu içimde.
Ne zaman fark ettiniz bunu?
Sanırım bunu fark etmem yedi yıl önceydi.
“Bir yazarın muradı yazmayı istemekle değil yazarken bulduklarıyla anlam kazanır” dediniz az önce. Bunu biraz açabilir misiniz?
Birçok insan yazmayı ister, fakat bu eylemi gerçekleştirebilenin sayısı oldukça azdır. Bunun nedeni yazarın, yazma denen eylemin nasıl ortaya çıktığını keşfetmiş olmasıdır. Zira yolun bilgisi, durup yolu düşünenin değil yola çıkanın gördükleridir. Burada şu soru sorulabilir belki, "yola revan olduktan sonra yolun bilgisi sözcüklere layıkıyla dökülür mü?". Bakın yolun bilgisi kadar, yolcunun meziyeti de o denli önemli oluyor burada. Yolun bilgisine vakıf olan bir yazarın bu noktadan sonra yapması gereken ilk şey, kendine ait bir kimlik edinmesidir. Bu kimliğe de üslup deniyor. Yazarın varoluşunu üzerine inşa ettiği bu kimlik, aynı zamanda onu takip eden ardıllarına yol boyu bıraktığı işaretlere dönüşüyor.
Size bu anlamda işaret bıraktığını düşündüğünüz yazar ya da yazarlar var mı?
Var. Hasan Ali Toptaş, Bilge Karasu, Murathan Mungan ilk aklıma gelenler.
Yazma ritüelleriniz var mı?
Olmaz olur mu? Yazmadan önce gözlerimi kapatıp en az bir saat düşünür, sonra da yazacağım şeyin hayalini kurarım. Hayalini kurduğum şeyleri yazamamışsam, mutlaka başımdan geçmiş gibi hikâyeleştirir ve etrafımdakilere anlatırım. Böylece hem hikâyem kaybolmaz hem de hikâyemdeki eksiklikler, anlattığım kişilerin sorduğu sorular yardımıyla tamamlanır. Pek tabii ki kapalı gözlerle hayal etme kısmı bu işin ritüeli olarak bir kenarda durur hep.
Hayallerde yapılan, yazarın yolculuğu mu diyelim buna?
Yazılmadıkça görülen her rüya, her hayal tamamlanmış sayılmaz. Dolayısıyla tam anlamıyla yolculuk denmez. Hafıza edinmek diyelim buna. Etrafımdakilere anlatmamın nedeni yazacaklarımı unutmamak, onlara bir şuur kazandırmak için. Yazar yola çıkarken yanına alacağı azıktır bu hayaller. Yolun bilgisiyle de bu hafıza bir biçim kazanır ve okunmaya değer bir metne dönüşür.
Şimdi hafiften romana geçelim derim. İleride Hep Yalnız nasıl bir roman?
İlerde Hep Yalnız, iki türlü okuma imkânı veren bir roman olduğunu söylemek mümkün. Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı, Calvino’nun Amerika Dersleri, Jorge Louis Borges’in neredeyse bütün yapıtları, Umberto Eco’nun Genç Bir Romancının İtirafları, Mario Vargal Llosa’nın Genç Bir Romancıya Mektuplar ve daha adını sayamadığım birçok edebiyatçının ana düşüncesi, yazınsal ürünlerdeki bu iki türlü okuma biçimine dairdir. Birinci okur grubu metnin yüzeyinde olup bitene kulak veren ve metni olduğu gibi okuyup işitendir. Diğeri ise bir arkeolog gibi bıkıp usanmadan metnin derinindeki anlamı bulup çıkaran gruptur. İlerde Hep Yalnız, bu minvalde bir okuma edimi sunduğunu söylemek mümkün. Zira her iki okur grubu için de keyifli bir okuma imkânı verdiğini söyleyebilirim. İkinci tür okuma için, okuru küstürmek gibi olmasın ama romanın varoluşçu bir kanaldan beslendiğini söyleyip mevzuyu kapatmış olalım.
lerde Hep Yalnız, sizin için neler ifade ediyor?
Yazmayı çok seviyorum. İlerde Hep Yalnız, yazıyla kurduğum bu aşk dolu ilişkiyi ifade ediyor.
Keşke bu kitabı ben yazmış olsaydım dediğiniz kitaplar var mı?
Olmaz olur mu? Yazılan her iyi metin benim için bir öğretmen olduğu kadar üstesinden gelinmesi gereken bir eşiktir de. İyi bir yazar olunacaksa şayet, aşılacak eşikler de konmalı bence. Her iyi yapıtın bir eşik olduğu düşünülürse eğer, her yazarın, “keşke bu eseri ben yazsaydım”, fikri de pek tabii ki daha bir anlam kazanıyor. Bunları söyledikten sonra bir liste yapmak ne kadar doğru olur bilmiyorum ama illa ki bir liste yapacak olursam, aklıma ilk gelenler şunlar; Carlos Fuentes’in Artemio Cruz’un Ölümü, Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’u, Josef Conrad’ın Karanlığın Yüreği, Chino Achebe’nin Parçalanma’sı, Juan Rulfo’nun Pedro Paroma’sı, Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u, John Fowles’ın Fransız Teğmenin Kadın’ı ve pek tabii ki adını sayamadığım birçok yazar ve eseri daha var listeye girebilecek olan.
Dünya edebiyatında sevdiğiniz tipler/karakterler/kahramanlar kimler?
Bütün anti kahramanları seviyorum.
Kimler mesela?
Anayurt Oteli’nin Zebercet’i, Tutunamayanlar’ın Selim’i, Birgün Tek Başına’nın Kenan’ı, Dostoyeski’nin Goladkin’i, Don Kişot’un Sanço Panza’sı birkaç örnek.
Romanda uyguladığınız teknik günümüz romanlarından bir parça farklı. Sizce okurlar buna nasıl bir tepki verecek?
Alışıldık kurguların dışında yazılan metinler okuru hep şaşırtır ve bir nebze de olsa anlamasını zorlaştırır. Fakat burada şuna dikkat etmek gerekiyor, yazar, yapıtını okurun beklentilerine uygun yazdığı zaman içine düşeceği yanılgıdır. Çünkü yazı masasına oturan yazar, yazdıklarını baskı altındayken özgürce kaleme alması mümkün değildir. Zira her yazar kendisi için yazmalı ardından dostlarıyla yazdıklarını paylaşmalıdır bence. Aksi halde yazar, başkasının bilgisiyle düşünür, başkasının düşündükleriyle de bir metin ortaya çıkarır. Bu da bana göre en büyük yanılgısıdır. Çünkü bir başkasının cebindeki parayla yapılan alış sonunda kötü bir verişle son bulur. Dolayısıyla bu noktada okurun, İlerde Hep Yalnız’a nasıl tepki vereceğini düşünmedim. Ama şunu içtenlikle söyleyebilirim; yazarken çok keyif aldım ve çok mutlu oldum. Okurun da en az benim kadar keyif alıp mutlu olmasını istemek dışında bir temennim olmazdı her halde.
Bu soru yeni tabirle biraz spoiler olacak ama bu dört karakterin edebiyat tarihinde başka romanlarda ya da öykülerde karşılıkları var mı?
Bence yazılan her edebi eserin ve o edebi eserde yaratılan karakterin bir başka metin ve metindeki karakterle akrabalık bağı vardır. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler isimli romanının girişindeki, “Size doğrusunu söyleyeyim, buğday tanesi toprağa düşüp ölmedikçe yalnız kalır. Ama ölürse çok ürün verir” sözü İncil’den bir alıntıdır. Bu söz, yazarın düşünsel arka planını işaret ettiği gibi romanın hangi metinlerle akrabalık kurduğunu da gösterir bize. Bir diğer örnek Thomas Hardy’nin Adsız Sansız Bir Jude isimli romanında karşımıza çıkar. Jud’un çektiği acılar karşısında söyledikleri, Tevrat’da geçen ve Eyüp peygamberin çektiği acıları işaret eder. Yapıtların çıkış noktaları ne kadar birbirine akrabalık gösterse de ortaya çıkan metin maharetli ellerde okuru bir başka yere götürdüğünü söylemek mümkün. Aksi halde bir taklitten öteye geçmezdi yazılanlar. Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’sunu bilmeyen yoktur. Aynı tema etrafında yazılan iki metin adı vermek isterim; fakat her iki metin de hem birbirlerinden hem de Robinson Crusoe’dan farklı bir yerden bakarlar. Bu metinlerden ilki J. M. Coetzee’nin Düşman romanı, diğeri de Michael Tourne’ın Cuma ya da Pasifik Arafı isimli eseridir. Her üç metin de birbirinin içinden çıkmış gibidir. Bu romanlar birlikte okunduğunda bambaşka eserler oldukları hissi uyandırdığı gibi birbirlerinden koptukları da rahatlıkla anlaşılabilir. Defoe, roman karekteri Robinson Crusoe’nun düştüğü adayı Robinsonu’un gözünden görürür ve okurla o gözün yardımıyla iletişim kurar. Coetzee, Robinson ve Cuma’nın yaşadığı adaya bir kadını düşürür ve ada hikâyesine bir kadın gözüyle bakmamızı sağlar. Tourne ise yine aynı adaya Cuma’nın gözünden bakarak anti kolonyalist bir bakış ile metnini kurar. Edebiyat tarihi buna benzer birçok örnekle doludur. Godard’ın da dediği gibi, “bir metni nereden aldığınız değil nereye götürdüğünüz önemlidir.”
Benim roman kişilerime gelince, yukarıdaki açıklamadan sonra İlerde Hep Yalnız'ın da akrabalık kurduğu metinler olduğunu siz de anlamışsınızdır. Feriduddin Attar’ın Kuş Dili hikâyesi benim de romanımın çıkış noktası oldu. Fakat iki metin arasında ortak tek bir nokta olduğunu söylemek mümkün; dışsal bir yolculun içsel bir yolculuk ile yer değiştirmesi ve özünü bulma çabasıdır o da.
Peki, roman karakterlerinizin bir devamı olacak mı?
İlerde Hep Yalnız, okura cevaplanmamış pek çok soru bırakıyor. Pek tabii ki cevap bekleyen sorular olduğu müddetçe yazılacak romanlar da olacaktır. Takdir edersiniz ki yazılan her roman, yaratılan roman karakteri (kişisi) demektir.
Türkiye'de romanın geldiği yer sizce nasıl?
Bu konuda çok ihtiyatlıyım. Bir de roman denen tür hakkında sahip olunan eksik bilgi bizi yanıltır gibime geliyor. “Türk romanının geldiği yer,” derken bir düzeyi kastediyorsunuz. Fakat bu “düzey-yer”i neye ya da kime göre ölçü alıp cevap vereceğimi bilmiyorum. Çünkü romanın kendisi tanım kabul etmeyen bir şey zaten. Roman, bir insanın söylediği yalanlar üzerine kurulu ve bir oyun aracı gibi geliyor bana. Dolayısıyla bu açıdan bakınca yalancı birini sevmek zor gibi geliyor. Ama bizi inandırdığı için de seviyoruz yazılan o yalanları. Bu noktada şu soru sorulabilir belki, Türk edebiyatında iyi yalancılar var mı? Hasan Ali Toptaş, Latife Tekin, Murathan Mungan, Orhan Pamuk son yıllarda tanıdığım en iyi yalancılar ya da Türk romanının “geldiği yer”den ziyade, Türk edebiyatının ihtiyacı olan ne diye bir soru sorulabilir belki. Bence Türk edebiyatında eksik olan deneysel romanın eksikliğidir. Bunun için pek tabii ki yazarları suçlamıyorum. Bu eksikliğin en önemli nedeni, bana göre, yayınevlerinin okur odaklı yazarı yönlendirmeye çalışmasıdır.
Türk romanında popülerlik ile sıradanlık arasındaki çizgide çıkan kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sıradan kitap sıradandır. Bütün popüler kitaplar için aynı şeyi söylemek ise haksızlık olur o kitaplara. Bence bu noktada asıl sorun popüler olmuş iyi bir yazarın, popülizm nedeniyle yazdıklarının kalitesini düşürmesidir. Sıradanlık denen şey burada devreye giriyor işte. İyi eserler vermiş bir yazarın popülerlik ya da başka kaygılarla yazdığı metinlerin edebi kalitesini düşürmesi hem yazarı hem de eserini sıradanlaştırır gibime geliyor.
Okumadan ölmeyin dediğiniz kitaplar var mı?
Bu sorunuza cevap verirsem şayet, herhalde upuzun bir liste çıkardı bundan. Ama yine de söylemeden geçemeyeceğim; Okumak birçok şeyin farkında olmak demektir. Okuma eyleminin kendisi zihne nakşedilmiş bir harita gibidir. Okuyan kaybolmaz o nedenle. Okuyan insanlar o harita yardımıyla yolunu bulur ve ölmeden önce önceliklerinin ne olduğunu bilirler, diyeyim.
Görseller: Hans Findling, Eliza Malkhasyan