Türkiye’de polisiye kitaplara olan ilgi her geçen gün artıyor. Bir dönem “Polisiye edebiyat değildir” tartışmalarına yol açılan bu türde eser veren yazarlar bugün yalnızca Türk okurların değil, dünyanın birçok ülkesindeki okurların da ilgisini çekiyor. “Son yıllarda Türkiye’de polisiye edebiyat nasıl bir gelişim gösterdi, polisiyeye olan bu ilgi gelecek yıllarda da artmaya devam eder mi, yerli polisiye roman nasıl olmalı?” gibi konuları Türk polisiye edebiyatının usta kalemlerinden Celil Oker’le konuştuk.
İlk romanınız 1999 tarihli "Çıplak Ceset"in yayımlanmasından bugüne Türkiye'de polisiye edebiyat nasıl bir gelişim gösterdi?
Tren o zamandan beri yukarı doğru gidiyordu ama son 1–2 yılda iyice bir ivmelendi diye düşünüyorum. Çünkü bunu gösteren birkaç olgu var. Bir tanesi Labirent Yayınları diye bir yayınevi çalışmaya başladı ve yalnızca polisiye roman basıyor. Aşağı yukarı 30–40 yıl önce aynı şeyi yapan Akba Yayınları vardı onlar da sadece polisiye basardı. Yine Oğlak gibi, Metis gibi polisiyeye birazcık ağırlık veren yayınevleri vardı ama sırf bu işle meşgul olan yoktu. 2–3 yıl önce onlar çıktılar, hatırı sayılır bir listeleri de oldu. Herhalde okurları var ki hayatları devam ediyor. Üstelik onlar yeni yerli polisiye yazarların kitaplarına da ciddi bir şekilde yer vermeye başladılar. Oradan çıkan yerli kitapların ağırlıklı bölümü yeni yazarların ilk kitaplarıdır. Buna bağlı olarak Labirent Yayınları “221B” adında bir polisiye dergi çıkarmaya başladı. Onun ilk sayısını 10 bin bastılar ve bittiği için ikinci baskıya girdiler. Bir derginin ikinci baskıya girmesi az görünen bir şeydir.
Sizce 221B dergisi polisiye edebiyata nasıl bir katkı sağlar?
Birincisi onlar dergilerinde de sosyal medyada da çağrı yapıyorlar yani bu işle uğraşanlara açıklar. Eğer bu alanda çalışıyorsanız ki bunu sadece anlatı yazma anlamında değil, araştırma, eleştirme gibi bu konuyla ilgili yazı yazanlara da sesleniyorlar. Dolayısıyla bir alan varsa ve o alan size çağrı yapıyorsa siz de kafanızda o alanla ilgili bir şeyler düşünüyorsanız ama “Yazsam nereye göndereceğim?” diyorsanız o alan harika, olağanüstü bir şeydir. Nitekim bu ilk iki sayısında “okur hikâyesi” bölümü var, anlaşılan bu devam da edecek. Muhtemeldir ki o okur hikâyesi yayınlanan genç, yeni yazarlar belki devam edecekler. Alan açmak çok mühim bir şeydir bu yüzden onlara başarılar diliyorum.
Peki, polisiye türünün yükselişe geçmesindeki en büyük pay yayınevlerinin mi?
Tam yayınevleri mi bilmiyorum ama herhalde bir miktar ülkenin durumunu da inkâr etmemek lazım diye düşünüyorum. Her iyi roman okuduğumuzda romanın başında bozulan düzen sonunda bir kere daha yerine gelir, her şey yerine oturur. Romanı bitirdiğimizde "Ya, hayat o kadar manasız değil" gibi hislere kapılırız. Polisiyede o kaos-yeniden düzen meselesi çok daha görünür, çok daha algılanır düzeydedir. Biz de Türkiye olarak bir süredir hakiki bir kaosun içinde yaşıyoruz. Okurlar muhtemeldir ki kendilerinin tam olarak akıl erdiremedikleri ya da çıkış yolunu bulamadıkları kaotik durumdan hiç olmazsa belki kitaplar düzeyinde ruhen çıkmak istiyor olabilirler. Bunu neden söylüyorum çünkü bu dünya üzerindeki öteki polisiye akımların çıkışıyla da az çok paralellik taşıyor.
Türkiye'de polisiye türünün geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Okur sayısı, yazar sayısı daha da artar mı?
Artar tabii. Bunu şuradan biliyorum mesela son 5 yıl içinde sadece bana, sadece bana derken şunu önemle ifade etmek lazım ben kurumsal biri değilim yayınevim yok kimseye de kitap tavsiye etmem, sadece bana son 5 yıl içinde 15-20'ye varan "Hocam ben bir şey yazdım polisiye bir bakar mısınız? Olmuş mu? Olmamış mı?" diyen insan geldi. Onlarla konuşuyorum ama sadece hocalık niteliğinde konuşuyorum. Bu bana gelen, Labirent Yayınları’nın editörü Hüseyin'e (Çukur) sorarsanız ona her ay 30 tane dosya geliyor. Yine Hüseyin'e sorarsanız o 30 dosyadan 25 tanesi çöp, yani hiçbir şekilde dikkate alınmayacak şekilde son derece acemice yazılar. Ama onlardan geri kalan 5'i yayınlansa tamamdır. Bundan 15 yıl önce böyle bir durum yoktu.
Türkiye’de bu türde üretilen kitap sayısı artar demişken, yerli bir polisiye roman sizce nasıl olmalı?
Gerçeklik duygusunu zedelememeli. Yaptığım işteki birçok tercihimin temeli bu. Televizyona bakalım. Televizyonda polisiye kategorisindeki dizilerin kahramanları hakiki polisler, devletin polisleri. Devletin polisi olduğu noktada bir gerçeklik dozu problemi çıkıyor. Türk polisi zaten çok uzun bir süre pek öyle delille melille uğraşan, eğilimleri olan bir polis değildi. Son yıllarda değişti bu ama Türk polisinin geleneksel olarak zanlıdan delile giden bir yaklaşım vardı. Hangi türden delil olursa olsun isterse Sherlock Holmes gibi bir pertavsızla sigara küllerine baksın, isterse en modern teknikleri kullansın, polisiye dediğin hikâye zanlıdan değil, delilden başlar. Adamların geleneksel yaklaşımı bunun tersi. Tersi olan bir yere düz olanı yazmaya başladığınız zaman zaten gerçeklik duygusunu kaybeder. Ben bu yüzden Türkiye'de olmayan bir mesleğin temsilcisi özel dedektif uydurdum.
Türkiye'de yasal olarak özel dedektiflik kurumunun olmaması mı gerçekçiliği etkiliyor?
Tabii olsaydı ben yine muhtemelen aynı gerçeklik problemleri yüzünden benim kahramanımı yazamazdım. Çok haklısınız. Belki de bizim hakiki var olan özel dedektifler, benimkini gerçeklik açısından komik duruma düşürecek birtakım insanlar olurlardı.
Polisiye yazarı olarak siz nelerden besleniyorsunuz? Mesela hukuk, psikoloji, tıbbi bilgiler kısmında nelere başvurursunuz?
Şöyle bir durum var, eğer herhangi bir spesifik konuda bilgiye ihtiyacınız varsa gider birine sorarsınız. Romanlarımın birinde bir hapın yanlış kullanımı vardı. Bizim aile doktoruna gittim sordum dedim ki "Fiziki görünümleri açısından birbirine benzeyen ama birinin yerine öbürü alındığında kötü, ters etki yapacak ilaçlar var mı? Adları ne?" diye sordum o da bana söyledi. Bu tür durumlarda bilgiye ihtiyacınız varsa açar sorarsınız. Mesela çalışırken kadın giysileri gibi bilmediğim şeyler olduğunda bağırarak "Buna ne denir?" diye karıma soruyorum.
Polisiye roman yazmanın kuralları var mıdır?
“Polisiye roman yazmanın 10 kuralı” gibi şeyler yazanlar var. Bunların bazıları çok saygıdeğer şeyler. Mesela kuralın biri şu; "Anlatıcı asla katil çıkmamalıdır". Bu çok mantıklı bir kural çünkü romanlarda anlatıcı arada sırada katil çıkar diye bir rahatlık olsa, siz o zaman kitabın birinci satırından "Katil bu" diye hemen anlarsınız. İkincisi; “Yazar okurları kandırmamalı”. Bu ne demek; delil saklamak, bazı şeyleri sadece çözümleyicinin bilmesine izin vermek bu da zaten haksızlık. Bana göre bunlar gibi çok mantıklı bazı kurallar var. Ben de doğrusu okurla yazar arasındaki temel yazılı olmayan anlaşmaya uymaya, okuru kandırmamaya, haksızlık etmemeye, kahramanın bildiği her şeyi okurun da bilmesini sağlamaya dikkat ediyorum.
Polisiye türünde eser veren yazarlardan kimleri okursunuz?
Gençliğimde okuduğum çok sevdiğim yazarları tekrar tekrar okurum. Yeni çıkan Türk yazarların hemen hepsini okuyorum. Okumamın temel nedeni kimin ne yaptığından haberdar olmam lazım. Başkalarının uyguladığı durumları, yazdıklarını benim yapmamam lazım, bunun için haberdar olmak istiyorum.
Romanlarınızın başkarakteri dedektif Remzi Ünal'ın cep telefonu kullanmıyor olmasından yola çıkarak sormak istiyorum; teknolojinin polisiye romandaki yeri ne olmalıdır sizce?
O yazardan yazara değişir ama Remzi Ünal'ın cep telefonu kullanmamasının benimle ya da onun karakteriyle bir ilgisi yok. Bunun son derece dramatik tekniklerle ilgili bir gerekçesi var. Bunu çok bilerek yapıyorum o gerekçe de şu; bu cep telefonu dediğimiz alet son tahlilde bir rapor etme aletidir. Olayların kendisini yaşama aleti değildir. Oysa biz dramatik hikâyelerde, romanlarda olayların kendisine şahit olmak isteriz. Bu adamın o yüzden cep telefonu yok. Çünkü cep telefonu olsa normal bizim hayatımızda olduğu gibi çok çalması lazım. Çok çalınca da bu dramatik etkide zayıflama oluyor.
Avrupa ülkelerindeki polisiyeyle Türkiye’deki polisiyeyi nasıl karşılaştırırsınız?
Niteliği bir yana bırakalım, nicelik açısından çılgın bir fark var. Türkiye'nin bir yılda ürettiği polisiye edebiyat birimini Almanya bir ayda üretiyor. Kuzey ülkeleri de biraz öyle, İngiltere ve Amerika da öyle. Bir kere nicelik açısından maalesef boy ölçüşecek durumda değiliz. Yazarlarımız ve okurlarımız açısından Avrupa'ya göre kötü bir durumdayız demek gibi bir şey değil bu. Diyalektik bir şey, nicelik çok olduğu zaman kalabalık içinde öne çıkabilmek, sivrilmek için çok daha iyisini yapmak zorundasınız. O nicelik meselesi niteliğe dönüşüyor. Bizim yazarlarımızın üzerinde o nicelik baskısı yok. Yılda 150 değil bin 150 adet kitap çıkması lazım ki ona dayalı olarak bazı insanlar kalburun üstünde kalabilmek için daha nitelikli işler yapsınlar.