Türler Arası En Güzel Yolculuklar’da ele aldığı farklı türdeki eserlere farklı pencerelerden yaklaşma imkânı sunan Neşe Aksakal, yeni inceleme kitabıTutunamayanlar Üzerine Yedi Ders’te ibreyi bu kez Türk edebiyatının üzerine en çok düşünülen yazarlarından birisine, Oğuz Atay’a çeviriyor. Neşe Aksakal ile yeni kitabı Tutunamayanlar Üzerine Yedi Ders, Oğuz Atay ve edebiyatı üzerine konuştuk.
Türler Arası En Güzel Yolculuklar’dan sonra Tutunamayanlar Üzerine Yedi Ders bizi genelden özele doğru birçok farklı yazar ve şairle buluşturuyor, tüm bu isimlere başka bir pencereden bakma şansı sunuyor. Peki bu uzun soluklu yolculuk sırasında sizin için önemli durak noktaları neler oldu?
Tespitiniz için teşekkür ederim. Farklı bir bakış açısı sunması yapmak isteğime ulaştığımı gösteriyor bence. Kitaptaki yapıtları seçme nedenim? Açıkçası öznel bir tutum diyebiliriz. Okuduklarım arasında beni etkileyen yapıtları derinlemesine incelemek istedim ama en önemlisi bu yapıtta böyle bir etkiyi yaratan nedir, sorusuna yanıt aramak oldu.
Türler Arası En Güzel Yolculuklar’da edebiyatımızda yeni gelişen bir yönelimden söz ettim: “Derin Doğacılık”. Bu benim adlandırmam. Latife Tekin’in doğanın içinde geçen, doğayı bir zihin gibi kullandığı Ormanda Ölüm Yokmuş romanını okuduktan sonra bu minvalde romanlar aramaya başladım. Murathan Mungan’ın Şairin Romanı, Faruk Duman’ın Köpekler İçin Gece Müziği gibi birkaç roman da ortak özellikler taşıyordu, ardından diğer romanlar geldi. Demem o ki bir kitap diğer kitapların yolunu da açabiliyor.
Tutunamayanlar, Türk edebiyatının üzerine en çok düşünülüp tartışılan, gerek akademik gerekse güncel okur bağlamında bir hayli irdelenen kitaplarından biri. Buna rağmen hâlâ bizi üzerine düşünmeye iten birçok farklı perspektifi de içerisinde barındırıyor. Tutunamayanlar Üzerine Yedi Ders de bunun en güzel örneklerinden biri. Peki sizi Atay ve Tutunamayanlarüzerine düşünmeye yönlendiren ne oldu?
Evet, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanı çok satan, üzerine çok şey söylenen bir kitap. Ben Türk edebiyatındaki mihenk taşı romanlar üzerine yazılmış eleştirel kitapların olmasını istiyorum, bu alanda bir eksiklik var bence. Örneğin Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi, göçerlikten yerleşik yaşama geçişi romanlaştırır ve roman son sayfada sanayi devrimine kapılarını açar. Bu roman üzerine yazılmış bir kitap güzel olmaz mıydı? İnce Memed üzerine; taşrayı, taşralıyı çok iyi tanıyan Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanı üzerine; insanın davranışlarının temelinde soyaçekimin yerini de vurgulayan Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’su üzerine. Ya da Falih Rıfkı Atay’ın –bu romanı çok ilginç bulurum- Roman adlı romanı üzerine bir kitap. En çok da Tutunamayanlar üzerine yazmamı böyle bir gereksinim doğurdu diyebilirim. Fakat şöyle bir şey de anlatabilirim.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanı üzerine adımı yazmıştım kaybolmasın diye. Sonra o yıllarda Türk Dili ve Edebiyatı’nda okuyan kardeşimin öğrenci evindeki kütüphanesinde gördüm kitabımı. Benim adımdan sonra “…’dan kardeşime sevgilerimle…” yazarak kitabımı kamulaştırmıştı. Cümlelerin altı çizilmiş, örneğin Selim Işık’ın bir sözünün yanına “ben de, ben de” yazılmış, kenarlara “aynısı”, “tabii ki”, “Çok güzel ya…” gibi notlar düşülmüştü. Her şey romanın başkarakteriyle bu okuru bileştiren neydi, sorusuyla başladı. Sonrasında bu soruya niçin, nasıl soruları da eklenince romanı baştan sona incelemem gerekti ve bu roman aslında tam olarak ne diyor, bunu araştırmaya başladım. Neden başucu kitabı ya da neden yarım bırakılan bir roman? Sonraki yıllarda Tutunamayanlar’ı üniversitedeki derslerimde okuttum. Sonunda bu inceleme ortaya çıktı.
Oğuz Atay, daha bu ilk romanıyla Türk edebiyatına yepyeni bir soluk getirmiştir. Öyle ki yıllar içerisinde etkisi daha da artmış, peşinden birçok yazarı da sürüklemiştir. Peki Atay’ın en belirgin yazın karakteri neydi, nasıl bu kadar büyük bir patlama yapabildi?
Tutunamayanlar biliyorsunuz 1972 yılında Ankara’da basılıyor. O yıllarda 1970-80 arasında Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi romanlar ağırlıklı olarak yazılıyordu. Köy ve köylü sorunları, göç, romanların konusu olmaya devam ediyordu; bir de 27 Mayıs, 12 Mart olayları romanlara konu olarak girmeye başlamıştı. Kimler vardı bunların arasında? Abbas Sayar, Ümit Kaftancıoğlu, Erdal Öz, Vedat Türkali, Füruzan vb. Bu yönelimlerin dışındaydı Tutunamayanlar, şimdiki -o döneme göre yakın gelecekteki- bir olguya dikkat çekiyordu. Liberal aydının doğuş sancılarını anlatıyor roman, bunu yaparken romanın yapısı da, kurgusu da bu sancılanmadan nasibini alıyor. Albert Camus’nün dediği gibi “Biçem de mayasılı gizler çoğu zaman.” Yani Tutunamayanlar algılanan dünyanın zihinsel yansımasını verdi diyebiliriz.
Tutunamayanlar’ın “roman denilen klasik türün bütün öğelerini sarsmayı hedeflediği”ni belirtiyorsunuz. Bu aslında çok büyük bir iddia. Peki nedir bu öğeler ve Atay bunu nasıl başarmıştır?
Bu roman, roman denilen klasik türün bütün öğelerini sarsmayı hedeflediği için yenilik sunuyor bize. Bu da zaten postmodern romanların bir özelliği olarak karşımıza çıkan bir durum. En basitinden bizi peşinden sürükleyen bir olay ya da olaylar zinciri yok romanda. Turgut Özben arkadaşı Selim Işık’ın neden öldüğünü araştırıyor, bunu da hangi yolla yapıyor; evine gidiyor, odasında Selim’in yaşadığı bu yerde, kısa bir zaman geçiriyor, sonra kız arkadaşı Günseli ile ve diğer arkadaşları ile konuşuyor; o kadar. Sonrası roman içinde roman oyunuyla kurgulanıyor. Bu da klasik roman türünün sınırlarını aşıyor. Diğer tarafta karakterler birer devinim karakteri, durgunlar, eylem içinde yer almıyorlar, bir sonucu hazırlamıyorlar, çatışma içinde bulunmuyorlar, onların var oldukları bile tartışılabilir. Kim başkarakter belli değil örneğin; Selim Işık mı -o zaten bir ölü-, Turgut Özben mi, o da olamaz, roman daha çok Selim’in yazdıklarından (şarkılardan, günlüklerden, makalelerden) oluşuyor. Yardımcı karakterler de yok gibi. Ben bu yüzden “devinim karakterleri” yanında bir de “tanık karakter” diye bir adlandırmaya gittim. Tanık karakterler, romanda kısa bir süreliğine var oluyorlar, bir olayı aydınlatmak için sorulan sorulara yanıt veriyorlar, sonra romanın örgüsü içinde yer almıyorlar. Diğer taraftan üst kurgusal yaşamöyküsü (üst kurgusal biyografi) gibi bir roman. Yazar bir ara romanın içinde yaşamöyküsü anlatmaya koyuluyor, fakat –o zamanlar Olric yoktu- Olric’in olmadığı zamanlar roman somut zeminlerde ilerlerken Olric ortaya çıktıktan sonra zihninde geçmeye başlıyor, bulanık bir zaman ve uzamın içine çekiliyor okur.
Bir şey daha söyleyeyim: Roman, anlatımına, slogan tarzı söylediği aforizmalara –ben bu tarz kullanımlara “öncüsözler” diyorum- çok şey borçlu. Bugün sosyal medyada da en çok öncüsöz alıntılanan roman Tutunamayanlar olsa gerek. Romandan çok bir düşünce kitabı gibi.
Günlük, roman, öykü, biyografik-roman… Oğuz Atay kısa ömrüne ve yazın serüvenine farklı türlerde farklı eserler sığdırmış özel bir yazar. Peki kalem oynattığı tüm bu türler üzerinden Atay’a bakıldığında karşımıza nasıl bir yazar profili çıkıyor?
Tabii tüm türleri romanda karıştıran ya da romanın sınırlarını açan, yapısını alt üst eden bir yazar Oğuz Atay, postmodern bir yazar, bir kaçış alanı olarak dili, dilin alaysamalı (ironik) tarafını kullanan bir yazar.
Virginia Woolf, James Joyce, Thomas Mann gibi yazarlar nasıl ki son modernistler olarak postmodern romanın tohumlarını attılarsa Oğuz Atay da Türk edebiyatında hem konusu hem işleyiş biçimi olarak postmodern romanın bilinçli ve etraflı olarak ilk örneklerini vermiştir. Bilinçli ve etraflı diyorum çünkü örneğin Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel bir Bakış’ta Ahmet Mithat Efendi’nin Müşâhedât adlı romanını romanın yazılışını romanın konusu hâline getirmesi bakımından postmodern olarak işaretler. İnsan gerçeğini aracısız vermek amacıyla yeni bir teknik olarak bilinçakışı tekniğinin ilk olgun örneğini vermiş bir yazardır. Ama yine de olgun diyorum çünkü, Yakup Kadri’nin Hep O Şarkı adlı bir romanı vardır, 1956 yılına ait. Orada da Tutunamayanlar’dan önce kullanılır bu teknik. Yine 1959 yılında yayımlanan Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanında da bu tekniğin kullanıldığını unutmayalım. Bunlar belki hazırlayıcı örneklerdir diyebiliriz.
Okurun belli bir yoruma ulaşmasını zorlaştıran, metnin okumalarını çoğaltacak okurlar arayan, oyuncu bir yazardır Oğuz Atay.
Tutunamayanlar Üzerine Yedi Ders’te Atay ve Tutunamayanlar’a birçok farklı açıdan yaklaşıyorsunuz. Peki bu 7 “derslik” şemayı nasıl ortaya çıkardınız?
Bu roman üzerine çok uzun bir süre çalıştım, romanı defalarca okudum, üzerine yazılmış makaleleri, yazıları, kitapları okudum; sonrasında tam üç yıl yazma aşaması sürdü. Hummalı bir çalışmaydı, bir bu kadar metni de attım diyebilirim. Önyargılarımı ve okuduklarımdaki tespitleri bir kenara bırakarak yeni şeyler tespit etmeye çalıştım. Bilgiler depolandıktan sonra yapıtın yorumlanmasına geçerken yedi ana başlık ortaya çıktı. Şema olarak ortaya çıkarmak anlamada ya da derine inmede yardımcı oldu. Romanı incelerken her dersin içinde ayrıca şemalar vardı; örneğin iç içe geçmiş olan bu roman anlatıcılarını, ortak alanlarını, yan alanlarını işaretleyen daireler gibi fakat editör bunları pek gerekli görmedi. Hâliyle eleştirel denemelerdi bunlar. Son şekli böyle oldu.
Roland Barthes’ın The Death of the Author’ın dan beri (1967) “okur” ile “yazar” arasındaki ilişkide ciddi değişiklikler meydana geldi. Tutunamayanlar ise 1972’de yayımlandı. Bu iki tarih arasındaki yakınlık çok önemli. Özellikle yazarın metin içerisinde konumlandığı nokta, okurun pozisyonu, farklı okuma deneyimleri düşünüldüğünde. Bense burada dikkati yazara çekmek istiyorum. Atay için “okur”un karşılığı nedir? O, nasıl bir okur kitlesine hitap etmeyi arzuladı, kimin için yazdı?
Oğuz Atay, “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diye okuyucusunu aramıştı “Demiryolu Hikâyecileri” adlı öyküsünün sonunda. Bu arayışa Tutunamayanlar romanında devam eder. Bir “lüks okur”dan söz eder yazar. Lüks okur profili de çizer romanda. Selim Işık modeli. Selim Işık okur olarak kitapları tam olarak bitiremez, önsözlere takılıp kalır, yazarın hayatına dalar, olayların gerçek olup olmadığını merak eder, ailesine kadar iner, onun yanından ayrılmaz; bu bir lükstür, şoförün yanında olmayı sever yani fakat bu durum onu rahatsız eder. Tabii bu okur olarak da bir tutunamayışı gösterir. Kitabımda bundan söz etmiştim, bence onun lüks okur diye tespit ettiği şey, Eco’nun da üstünde durduğu saf okurdur, yani biraz çocuksu, biraz masum okur; romandaki “ben” diye seslenen kurgu karakterini yazar zanneden okur, yaşam öykülerine takılan okur; metni yorumlayamayan okur. Bu da sanırsam en çok karşılaştığımız okur türüdür. Okur olarak da tutunamayan okuru örneklememiz de acı. Ben üniversitede bir sunum dinlemiştim, akademik bir çalışma, Tutunamayanlar üzerineydi, ama çalışma Oğuz Atay’ın hayatı, Tutunamayanlar hakkında söyledikleri ve ilginç anıları ötesine geçmemişti. Çok şaşırtıcıydı, çünkü roman zaten bu okur tipini alaya alıyor. Oğuz Atay’ın okuru, yazarla iş birliği yapabilen, onun oyunlarını çözebilen, dağınıklığa rağmen anlamı toparlayabilen, sorunsallarını ortaya koyabilen “örnek” ya da “ideal” bir okur olsa gerek.
“Kaybolma” meselesinin Tutunamayanlar’da ne denli önemli olduğuna eserinizde dikkat çekiyorsunuz. Aslında bu genel olarak Atay edebiyatı için de özel bir mesele. Peki, Atay’ın eserlerinde “kaybolma” neden bu kadar önemli? Kaybolan onca şey, tüm olanların ardından bulunabilmiş, yerine konulabilmiş midir?
Birinci derste “İzlekler” başlığında “kayboluş” izleğine yer verdim. Burada kayboluş izleğinin romanın konusuna olduğu gibi tekniğine de sindiğini ve romanın kurgu (dil, teknik, anlatıcı) açısından bakıldığında klasik roman sınırlarından uzaklaştığını söyledim. Yani Oğuz Atay, klasik roman türünün gelecekte kaybolacağını işaretlemiş ve buna bir örnek vermiştir romanıyla. Ayrıca Ahmet Murat’ın Edebiyat Söyleşileri programına katılmıştım geçenlerde, Ahmet Murat kayboluş izleği üzerine yaptığım tespiti yeni ve özgün bir okuma olarak değerlendirmişti. Şöyle yazmıştım: “…kayboluş izleği Doğu’nun en ünlü mesnevisi Leyla ve Mecnun’u örnekler.” Neden? Romanda Turgut Özben’in bilinmeyen bir yolda bir arayışı başlar, gerçeklikten uzaklaşılır, zamandan, uzamdan arınmış bir atmosferin içine girilir. Selim de sonunda arayışını tamamlamış ve ölümü seçmiştir. Selim’in kendisine tutunacak bir öğreti bırakmayan, kültürel atmosfer açısından çorak olarak gördüğü yaşadığı yer, iklimi ve doğası olmayan bir yok yeri, çöl uzamı gibidir.
Can sıkıntısı, birçok sanatçı için dikkat çeken motivasyon kaynaklarından birisi. Jacques Rancière gibi bu konuya farklı yaklaşan filozoflar, yazarlar da var üstelik. Tutunamayanlar’da da Turgut Özben ile Selim Işık’ın dostluklarında, kendi kendilerine icat ettikleri oyunlarda bu açıkça görünür. Peki, can sıkıntısı Atay’da nasıl yaratıcılığı besleyen bir unsura dönüştü?
“Turgut’un canı sıkılıyordu o gün”, diye başlayan paragraf, romanda can sıkıntısından söz edilen ilk paragraftır. Can sıkıntısı Selim’in önemli bir derdi olarak gösterilir. Selim derslerde, kantinde arkadaşlarının arasında, kız arkadaşının yanında, iş yerinde sürekli can sıkıntısı çeker. Hatta bir gün “can sıkıntısıyla dinleniyorum ancak” der. Büyük kentlerde yaşayan “küçük kentsoylular”ı, taşralaşan aydınları can sıkıntısı çeken kişiler olarak işaretler roman.
Memurların dolayısıyla memurlaşmanın anlatıldığı bölümlerde can sıkıntısı yaşanmaktadır; bu bir taşralılaşma sıkıntısı olarak okunabilir. Küçük kentsoylu sınıfın yaşantısı üzerinden bu anamalcı düzenin durmadan can sıkıntısını üretime soktuğu anlatılır. Turgut Özben de can sıkıntısı özel ve kamusal uzamlarda gerçekleşir, evde, salonda can sıkıntısı seansları düzenlenir adeta, yatak odasında karısının yanındayken ateşli can sıkıntısı duygusunu yaşar; ona göre evler küçük kentsoyluların can sıkıcı gösteri uzamlarıdır. Turgut, büyük salonlarda yenilen küçük burjuva kahvaltılarında, arkadaşlarının arasında can sıkıntısı duygusunu yaşar.
Can sıkıntısının yaratıcılığa dönüşme noktasını sormuşsunuz; bu açıdan bakarsak Selim ve Turgut can sıkıntısını üretime dönüştürmeye çalışıyorlar. Can sıkıntısını gidermek için oyunlar oynuyorlar, sıkılmaca oyununun içinde “roman yazma” denemesine girişiyorlar. Romanın türüne ve üslubuna karar veremiyorlar ama, sonra oyun içinde oyunlara girişiyorlar. Ortaya bir ürün çıkmıyor ama. Bu üretim aşaması romana yansıyor. Tutunamayanlar romanına da Selim’i anlatan bir biyografik roman havası veriliyor ama araya şiir biçiminde otobiyografi de yerleştiriliyor, sonra günlükler devreye giriyor, hatta Metin Kutbay, Selim ve Zeliha üçgenindeki aşk ilişkisini anlatan bir tiyatro metni de var romanda. Maceracı zihinlerin oyunlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bunun dışında romanda bence Schopenhauer’un can sıkıntısına yaklaşımına benzer bir şey can sıkıntısı; “yaşamın boşluğu hissinden başka bir şey değil.”
Eserinizde çizdiğiniz karakter şeması birçok bakımdan oldukça dikkat çekici. “Koruyucu (folyo)”, “devinim” ve “tanık” karakterler birçok açıdan okura farklı bir okuma deneyimi ve perspektif vadediyor. Peki bu karakter şemasını nasıl meydana getirdiniz ve bu yeni sınıflandırma, bize Tutunanayanlar’a dair nasıl bir pencere aralar?
Bu kitabımda yapıt odaklı bir inceleme yolunu tutum, incelenen yapıtın anlamını, neden önemli olduğunu ortaya çıkarmak bir yana, bu anlamın hazırlanmasındaki kuralları ve zorunlulukları da ortaya çıkardım; bu da sınıflandırmalar yapmamı sağladı. Tutunamayanlar, bildiğiniz gibi “Bir roman okudum hayatım değişti,” gibi bir yerlere konulan bir roman, çok fazla hayranı bulunan ve çok okunan ama bir o kadar da yarım bırakılan ya da alınıp okunmayı bekleyen bir roman. Ben romana karşı duygusal bir bağlılık hissetmeden mercek altına aldım romanı. Tutunamayanlar; kurgusu, dili, anlatımı bakımından bana oldukça çok yenilik sundu. Örneğin “sunucu anlatıcı”, “tanık karakterler”, “devinim karakterleri”, “koşut uzamlı anlatım”, “çıplak metin”, “üç boyutlu sözcükler” ve “derişik cümleler” kullanımlarına varıncaya dek pek çok ilginç başlıklara giriş yapmamı mümkün kıldı. Bunlar da kendi kavramlarım. Roman pek çok yenilik sunduğu için bu kavram adlarını ortaya çıkarmamda iyi bir başlangıç oldu.
“Sorunsallar”, aslında bugün dahi bize birçok şey söyleyen özel bir bölüm. Her dönemin, her yazarın/düşünürün kendine ve çağına dair farklı sorunsalları, odak noktaları var şüphesiz. Peki, söz konusu sorunsallar Atay edebiyatını nasıl biçimlendirdi?
Biz de masum okur gibi karıştırmayalım ve romandaki sorunsalları Selim Işık üzerinden tespitlediğimizi söyleyelim. Selim üniversiteyi bitirmiş yirmi sekiz yaşında genç bir mühendis, şehirde yaşıyor ve içinde bulunduğu toplumun kültürünü çözümlemeye çalışıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde kendini köksüz ve güçsüz hissediyor. Bazı sorunsalları sıralayayım: Türklük, Cumhuriyetin abartarak aktardığı bir duygudur. Türk tarihi yüceltilmiş bir tarihtir. Cumhuriyet gibi ulus-devletçi iktidarlarda birey özgür ve mutlu olamaz. Dil, devletin ve iktidarın gücüdür. Tarih kurmacadan ibarettir. Osmanlı kendi kendini yok etmiştir. Din, bir toplumsal örgütlenme aracıdır, peygamberler güçlerini kullanarak zengin olmuş tüccarlardır vb.