Gündüz Vassaf'ın köşe yazılarından - Uçmakdere III - oluşan Medeniyet, Kültür, Sanat adını verilen kitap okuyucuyu bir kere daha düşünmeye çağırıyor. Üç bölüm üzerine kategorize edilen yazıların ilki "Medeniyet" üzerine. Kitabın adı ve bölümleme çalışmaları kitabın editörlüğünü üstlenen Kıvanç Koçak'a ait. Tarihsel, toplumsal ve kültürel bir varlık olan insan, o "toplumsal" oluşunun getirdiği olumsuzlukları da bir bir yaşar. Vassaf'ın "Önsöz Yerine: Yeni Dünyaya Doğru" adını verdiği giriş yazısıyla başlayan kitabın en canlıcı paragrafı da burada konumlandırılmış. "Aralarındaki çıkar kavgaları, iç siyasette, uluslararası politikalarda çeşitli vesilelerle ifadesini bulurken, birbirlerini karalayan gelişmelerden bir şeyler öğrendiğimizi zannederken bile, hep karanlıkta bırakılan hep biziz. Hepimiz, egemenlerin, medyayı kullanarak, "bilgi" sızdırarak, yanlış, eksik, yalan bilgilendirilmesinin kurbanlarıyız. Kışkırttıkları tepkimizle satranç tahtasında başkalarının yönlendirdikleri piyonlar gibiyiz."(s.16)
İnsan, ne zaman piyon olmaya başladı? Evet, belki de günümüzde kendimize dönüp sormamız gereken soru da bu? Antikçağda Sokrates, Platon, Aristoteles'i meşgul eden o kavramlar hiç mi yerini bulmadı, insan ve evren nasıl bu kadar kötü evrildi. Erdem, iyi, devlet, güzel ve mutluluk kavramlarını ve bunların insanlarla olan ilişkisi üzerine tüm hayatlarını adayan filozoflar gene de ideal devleti kuramadılar. Platon'un Sicilya'ya (Siracusa'ya) bunun için, ideal devleti kurmak için gittiği söylenir. Ve tabii ideal devleti kurmak değil köle olarak döndüğü Sicilya. Platon, Devlet adlı kitabında ideal devletin nasıl olup nasıl işleyeceğini anlatır. Aristoteles etik üzerine üç kitap yazar. Nikomakhosa Etik, Eudomia Etik ve Ethika Megala. Bunar sadece etik değil aynı zamanda politika kitaplarıdır. Çünkü etik ve politika birbirinden ayrıl(a)maz.
Gündüz Vassaf'ın bu toplu yazıları bana "yeryüzünde haklı savaş var mıdır" gibi bir soruyu da aklıma getirdi. Tarih boyunca dinler ve çeşitli ülkeler tarafından değiştirerek kullanılan bu doktrin sanki insana, "ben biyoiktidarım sana istediğimi yaparım" gibi bir düşünceyi de hatırlatır. İlk bölümde "Medeniyet" adı altında toplanan yazılar çeşitli yer ve zamanlarda "hayata" dair yaşananları kapsamaktadır. "Gılgamış Düştü Deler" başlıklı yazı, dünyanın en eski destanı sayılan Gılgamış'ı bizlerle buluşturur. Gılgamış kendine "İnsanların günleri sayılı, başarıları esip giden hava gibidir" dese de aşağıdaki gibi seslenir:
"İlerle, korkma.
Düşersem adım kötüye çıkar,
Gılgamış düştü, derler
Yaman Humbaba'nın karşısında
Torunlarım bile utanç içinde yaşar." (s.45)
Gene aynı bölümde "O Trene Bineceğim Kesin" adlı bölümdeki yazı, turizmin, seyahat etme hakkının nasıl da demokratikleştiğine değiniyor. Turizm artık her ülkede en ince ayrıntısına kadar çeşitlendirilmiş durumda. "Sanat tarihi profesörlerinin rehberlik yaptığı turlar, yemek düşkünlerinin gözde bir lokantadan bir diğerine koşuşturulduğu 'gourmet' gezileri, savaş meraklılarına meydan muharebelerinin cereyan ettiği alanları ziyareti, çeşitli yabani çiçek türlerini gözleme, bilmem nerenin köyünde 'hakiki bir köylü' gibi yaşama ya da her türlü cinsel hazın tatminine yönelik seks turizmi. yok yok" (s. 51) Gerçekten de seyahatin bu kadar çeşitliliği az görülür. Bu sayfada benim için ilginç olan ABD'li şair Edna St. Vincent Mallay'ın seyahat tutkumuz için yazdığı şiirinden olan alıntı.
"Kalbim dostlarımla sımsıcak
Daha iyileriyle mümkün değil tanışmak
Lakin nereye giderse gitsin
O trene bineceğim kesin." (s.51)
Dizeler güzel, hele o trene binmek, nereye gideceğini bilmeden. Yalnız ilk dize, işte o beni tedirgin etmeye yetti. Aklıma Aristoteles ve/veya
Kant'ta söylediği atfedilen "dost" "dostluk" üzerine olan o cümleler geldi. Kant dostlarını yemeğe davet ettiğinde ilk cümlesi, "dostlarım, dost yok" olduğu söylenir. Aristoteles'e de, "dostlarımıza nasıl davranalım?" diye sorduklarında, "dostlarımız bize nasıl davransın istiyorsak öyle" demiş ve eklemiş "dost, iki ayrı bedende tek ruhtur". Bu cümlelerin ne kadar doğru olduğu bilinmez ama Platon da Lysis adlı eserinde bu şaibeli "dostluk" kavramını aporia olarak bırakmıyor mu?
İkinci bölüm "Kültür" adı altında toplanmış. Kültür belki de kullanılışı açısından sürekli tartışmalar doğuran bir kavram. İoanna Kuçuradi Uludağ Konuşmaları adını verdiği kitabında kültür kavramı üzerinde ayrıntılarıyla durur. "Kültür türünden bir kavramı belirlemek söz konusu olduğunda, bu amaç için bakılabilecek elverişli bir yer, bu terimin çeşitli bağlamlarındaki doğal -zorlanmamış- kullanılışıdır." diyerek giriş yapar. Ve bugün gelinen noktada bir değil iki ana kültür kavramıyla karşılaştığımızı söyler. a)taşıyıcısı-gerçekleştirici kişilerin olduğu kültür ile b) taşıyıcı grupların olduğu kültür. Bu bağlamda, bu gruptaki yazıları da kişi ve grup olarak ayırarak tekrar okumanın kültür kavramını pekiştirmemize neden olacaktır. "Ülkenizde Kaç Kişi Keman Çalar", "Jedi Şövalyeleri", "Çayın Kısa Tarihi", "Ozymandias", "Babil Kulesinin Yası" hep bu bölümde yer alan yazılar.
Benin en çok ilgimi çeken çayın tarihiydi. "Budizmi Çin'e götüren Bodhidharma, meditasyon esnasında düşüncelerinden arınıp Tanrı'ya ulaşmaya çalışırken uykuya dalmış. Kendine geldiğinde, nefsini kontrol edemediğine o denli öfkelenmiş ki, bir daha uyuyakalmamak için gözkapaklarını kesmiş. Gözkapaklarıysa, düştükleri yerde, çayı elde ettiğimiz bitkiye dönüşmüşler. Ve bugün Budist rahiplar meditasyon esnasında uyumamak için çay içerler. /.../ Kanton'da 'cha', Funkien'de 'te' denilen çay, uyanık kalmak için içildiği gibi yerine göre alkol niyetine de içiliyor. (s.131) Günümüzde çay kadar çayın yapılış şekli ve hatta nasıl bir çaydanlık kullanılacağı da ayrı bir önem taşır. Bu yüzden porselen demlikler şekilden şekile girerek modaya uymak zorunda kalır ama hep aynı konuda birleşilir; demlik porselen olacak ve tabii porselenin inceliği, zarafetinin de çaya ayrı bir anlam kattığıdır.
Kitabın üçüncü ve son bölümünde "Sanat" a dair yazılara yer verilmiş. "Leonardo'nun Güvercinleri", "Annem ve Baudelaire", "Shakespeare'nin Son Mektubu", "Gauguin'i Son Tablosu", "Kavram+Sanat" , "Don Giovanni" adlı başlıklar bunlardan bir kaçı. Postmodernizm ile birlikte sanat kavramımızın da alt üst olduğu kesin. Klasiklerden, İzlenimcilere, Kübizme ve günümüz modern sanata baktığımızda o da farklı bir anlam, ifade arayışı içine düşmüş. Sağlam bir desen temeli mi, ifade aracı olarak renk mi tartışması Klasik gelenek ile Fransız Akademik sanatında 17. yüzyıla kadar uzandığı söylenir. Belki de sanat kavramını en güzel ifade eden sözlerden biri de Baudelaire'inkidir, "her çağın kendi tavrı, kendi bakışı ve duruşu" vardır.
Her yazar gibi hayatlar benim de ilgimi çektiğinden kitapta Dana Hanım'ın yaşantısını okurken hayrete düşmekten kendimi alamadım. "Dana Hanım 1905-1998 yılları arsında Kumanova'da aynı sokakta, aynı evde yaşarken, ait olduğu ülkenin adı sekiz defa değişmiş: Osmanlı İmparatorluğu (1905-1912), Sırbistan Krallığı (1912-1915), Bulgaristan Krallığı (1915-1918), Sırp, Hırvat, Slovenya Krallığı (1918-1929), Yogoslav Krallığı (1929-1941), Bulgaristan Krallığı (1941-1944), Sosyalist Yugoslavya Cumhuriyeti (1944-1991)i Makedonya (1991-?). Dana Hanım aynı sokakta, aynı evde oturadursun her aitlikle yeni bir tarih, yeni şairler, dalkavuklar, üniformalar, marşlar, geçmişini dışlama, ezber laflarla içi boşaltılmış yeni ufuklara seferberlik...(...)Arkadaşımın anneannesi, farklı bayraklar altında adını da üç kez değiştirmeye mecbur edilmiş: Dana İvanovska, Dana İvanova, Dana Yovanoviç..." (s.310) Birden aklıma Platon'un Kratylos diyoloğu geldi. "Şey"lerle "öz"ler arasındaki ilişki zorunlu mu, keyfi mi? Ad önemli mi?
Medeniyet, Kültür, Sanat - Gündüz Vassaf
İletişim Yayınları, 2014, 316 Sayfa