Bir nehir akıp giderken içinde sürüklenen sadece su tanecikleri değildir; anılar da akar gider onunla birlikte. Norbert Scheuer’in Uğultu isimli romanı da bu nehrin içinde biriken anıları su üstüne çıkartırken geçmişimizden ne kadar kaçmaya çalışırsak çalışalım anılarımızın da bilinçaltımızda bizimle birlikte durmadan sürüklendiğini gösteriyor.
Norbert Scheuer’in Alman Edebiyat Ödülü’nün yayımladığı kısa listeye girmeyi başaran kitabı Uğultu, 45 yaşındaki Leo Arimond’un uzun süre aradan sonra doğduğu şehre geri dönüşünü ve orada geçirdiği iki günü anlatıyor. Doğrusal bir çizgide akmayan bu roman, ana karakterin geçmişe dönüşlerini, anılarını, kendisine ve ailesine dair sorgulamalarını anlatırken okuru da nehrin üzerinden onlarla birlikte sürüklüyor.
Romanı incelemeye geçmeden önce biraz da yazardan bahsetmek yerinde olacak. Hayatına elektrikçi olarak başlayan Scheuer, liseyi dışarından bitiriyor, daha sonra da fizik ve felsefe eğitimi alarak öğrenim hayatını tamamlıyor. Euskirchen Kültür Ödülü, Koblenz Edebiyat Ödülü, Eifel Edebiyat Ödülü, Rhineland-Palatinate Yılın Ödülü Yarışması’nda Özel Juri Ödülü, Martha-Saalfeld Ödülü, Ingeborg Bachmann Yarışması’nda Üçüncülük Ödülü, Georg K. Glaser Ödülü, Duesseldorf Edebiyat Ödülü ve Rhenish Siegburg Edebiyat Ödülü gibi birçok ödülün sahibi olan Scheuer, edebiyat dünyasında oldukça önemli bir isim hâline geliyor. Uğultu isimli eseri ise Orhan Pamuk’un Kar isimli romanının da daha önceden seçildiği, Köln ve çevresinde düzenlenen “Şehir için Bir Kitap” projesi için seçiliyor, Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde ön baskı yapıyor ve Scheuer’e Duesseldorf Tasarruf Bankası’nın verdiği d.lit Edebiyat Ödülü’nü kazandırıyor.
Hikâye, karakterlerin geçmişleri üzerinden şekilleniyor, özellikle de ana karakter Leo’nun. Ağabeyi Hermann’ın iyi olmadığını ve kendisini odasına kapattığını öğrenir öğrenmez çok uzun bir aradan sonra doğduğu şehre geri dönüyor Leo. Söylemlerine baktığımızda ailesiyle olan bağlarının aslında kopuk olduğunu görüyoruz. Tek önem verdiği ve bağ kurduğu insanın, ailesinden olmayan Alma olduğunu söyleyebiliriz. Roman boyunca diğer kişilerin söylediklerini genellikle kendisi aktarırken, misafirhanede yardımcı olarak çalışan ve hem Leo’nun hem de ağabeyinin ilk cinsel deneyimlerini yaşadıkları Alma’nın söylediklerinin tırnak içerisinde verilmesi, ona diğer kişilerden daha çok önem verdiğini gösteriyor. Leo’nun ismini de roman boyunca ilk defa Alma’nın ağzından duyuyoruz. Ailesine dair haberleri ise ağabeyinin gönderdiği kasetlerden alıyor. Onunla farklı dünyalarda yaşadıklarına inandığı için orada bulunuşunun ona bir yardımı dokunmayacağını düşünüp geri dönmek istiyor, iş hayatını ağabeyinin durumundan daha önemli görüyor. Kız kardeşleriyle de olan bağı bundan farksız değil. İsimlerini neredeyse hikâyenin ortasında öğreniyoruz ve onlardan bahsederken “büyüğü”, “küçüğü” olarak bahsediyor. Annesinin ikinci bir kalp krizi sonucu yaşlılar yurduna kaldırıldığını, ağabeyinin gönderdiği kasetlerin birinden öğreniyor. Babasının biyolojik babası olmadığını öğrendiği zamandan itibaren onunla ilişkisi de kopuyor, anlattıklarını ciddiye almıyor, ölümü bile onu çok etkilemiyor. Evden ayrıldıktan sonra ise ailesine para göndererek vicdanını rahatlatmaya çalışıyor, aynı zamanda da ailesinin ona “bulaşmamasını” sağlıyor.
Bütün bu örnekler geçmişten gelen sorunlarının bir göstergesi aslında. Her ne kadar kaçmaya çalışsa da bilinçaltında var olmaya devam eden anıları Leo’yu rahat bırakmıyor. Şimdiki zaman içinde, bir gün önce neler olduğuna, neler yaşandığına dair anlatısı, flashback’lerle durmadan kesiliyor. “Dün”den bahsederken bile şimdiki zaman kalıbını kullanan yazar, kullandığı dille de Leo’nun geçmişiyle olan sıkıntısına dikkat çekmek ister gibi. Nehrin ortasında dururken, anlatısını yarıda keserek, serbest çağrışımlarla geçmişe kesik kesik dönüyor. Üç katmanlı bir zamanda ilerliyor gibi düşünebiliriz hikâyeyi. Şimdiki zamanda, çocukluğuna dair anılar Leo’nun aklında canlanırken, onların içinden de babasının, ağabeyinin ve Reese’nin geçmişe dair anlattıklarını hatırlıyor. Bütün bu detayları unutmuş olduğunu düşünen Leo, nehrin sularıyla beraber ona doğru sürüklenen anılarını hatırladıkça şaşırıyor ve geçmişinin izinden gitmeye başlıyor.
Eifel’de misafirhane işleten bir aile. Eski sevgilisi ölen ve ondan sonra kendini toparlayamayan, kendini tek gecelik ilişkilere adayan, sevgiden yoksun bir anne. Okumayı seven, nehirlerle ve balıklarla ilgili neredeyse her şeyi bilen ama yapamadıklarını büyük oğlu Hermann üzerinden gerçekleştirmeye çalışan, eşinin aldatmalarına dayanamadığı için genellikle sarhoş gezen bir üvey baba. Babası gibi balık tutmayı, okumayı, yem hazırlamayı çok seven fakat okul hayatında başarısız olan bir ağabey. Kendini bu aileden soyutlanmış hisseden erkek kardeş. Aileyle bağları kopmuş olan iki kız kardeş. Ve bir nehir, Uğultu. Yıllar önce üzerine baraj inşa ediliyor, tarımın yaygınlaştığı dönemler. Yerel halka yardım ediyor nehir. Fakat tarımın önemini yitirmesiyle artık bir yarar sağlamıyor, bölgeye gelenlerin sayısı da giderek azalıyor. Ama şöyle bir cümle geçiyor kitapta, “Babamın da söylediğine göre nehir, gerçekten bize ait olan tek şeydi, her zaman mirasımız kalacaktı.” Leo eve döndüğünden beri ona kalan, ona ait olan mirası, nehrin içine çökmüş geçmişini ve ailesini yeniden nehrin içinde buluyor. Babasının balıkçılıkla ilgili anlattığı ve ona öğretmeye çalıştığı her detayı hatırlamaya başlıyor. O zamanlar ilgilenmediği bütün detaylar, nehrin içinde yeniden aklına geliyor ve belki de kendisini babasına kanıtlamak için ya da pişmanlık duyduğu için ondan öğrendiği taktiklerle balık tutmaya çalışıyor. Hatırladığı sadece bunlardan ibaret değil; çocukluğuna dair bütün anılar, içinde durduğu suyla beraber zihninde yeniden, yavaş yavaş yer ediyor. Aslında balık değil, geçmişini arıyor nehirde. Balık tutmayı başaramayınca üzüntü duyuyor ve asla iyi bir balıkçı olamayacağını anlıyor. Cesareti kırıldığı için de evine geri dönmek istediğini düşünüyor. Ama ne yazık ki “evi” dediği yer neresi, onu bilmiyor. Ağabeyiyle hayatlarını, küçükken, misafirhaneye gelen sarhoşların anlattıklarından öğreniyor, kalanını ise uyduruyorlar. Fakat daha sonra, bugüne kadar ötelemeye çalıştığı geçmişiyle yüz yüze geldiği için hatırlamaya başladığı anılar onda bir kavrayış oluşturuyor ve parçalanmış benliğini geçmişiyle beraber yerine oturtuyor.
Fakat kitapta, geçmişiyle sıkıntıları olan tek kişi Leo değil. Bahsi geçen karakterlerin hemen hemen hepsi geçmişleriyle ilgili problemleri var. Annesi, eski sevgilisi Valentin’in ölümü üzerine bir daha toparlanamıyor ve geçmişinin izlerinden kurtulamadığı için tek gecelik ilişkiler yaşayarak bunu kapatmaya çalışıyor. Çocuklarına öğrettiği tek şey, sevmemeleri gerektiği. Üvey baba ise barda durmadan geçmişten bahsediyor ve geçmişte yaşamış “eski” balığı bulmaya çalışıyor. Leo, evi terk ettikten sonra ağabeyinin ve babasının geçmişi tartıştıklarından bahsediyor. Kız kardeşleri, Hermann’ın odasından çıkmasını beklerken çocuklarına dair anıları anlatıyorlar. Reese Teyze ise bir yandan örgü örerken bir yandan da etrafındakilere bulundukları bölgenin geçmişiyle ilgili hikâyeler anlatıyor; Uğultu’nun ve tren hattının inşasından, değirmenin, misafirhanenin ve kilisenin nasıl kurulduğundan bahsediyor. Alma ise gitmek istediği ve gidebilme şansı olduğu hâlde gidememiş, hâlâ misafirhanede çalışmaya devam eden biri. Sıklıkla misafirhaneye gelen Zenhar’ın ise zamanla ilgili bir problemi var. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği birbirinden ayırt edemediği için zihni parçalara bölünmüş, ama hâlâ geçmişten gelen anıları anlatmaya devam ediyor etrafındakilere.
Romanın alt başlığı ise Ichthys’in Peşinde. Hem baba hem de Hermann bu efsanevi, büyük ve yaşlı balığın peşindeler. Baba, özellikle hayatının son dönemlerinde, kendini bu balığı aramaya adıyor ve hep ondan bahsediyor. Bu takıntı Hermann’a da geçiyor. O da kendisini odasına kapamadan önce sürekli Ichthys’den bahsetmeye başlıyor ve garip davranışlarda bulunuyor. Hermann, odasında çıplak ve dudakları balık ağzı şeklinde boyanmış bir şekilde bulunuyor.
Ichthys, Yunanca “balık” anlamına gelir. Kesişen iki yay parçasından oluşan bir sembolün ismidir. İlk Hristiyanlar tarafından kullanılan bir sembol olan bu balık ayrıca, su altında kalan ve elde edilmesi gereken gerçeğin sembolü olarak da kullanılır. Bu bağlamda incelediğimizde Hermann ve babasının nehrin içinde kalmış gerçek bilginin peşinde olduklarını söyleyebiliriz. Fakat biri bu gerçeğin uğrunda hayatını kaybetmiş, diğeri ise hastaneye kaldırılmak zorunda kalmıştır. Roman boyunca Leo’nun ise bu balığı gördüğü –gördüğünü sandığı- üç an var. İlk olarak donmuş nehrin içine düştüğünde görüyor bu yaşlı balığı. Ölmek üzere mi yoksa bilinci açık mı bunu ayırt edemiyor, hissettiği tek şey mutluluk. O an balığı gördüğünü düşünüyor. İkincisi, toz silosunun içine düştüğünde ve öleceğini düşündüğü anda gerçekleşiyor. Sonuncusunu ise, kitabın sonunda, nehrin içinde sarhoş bir şekilde dururken görüyor. Oltasının ucuna takılıyor balık, onu yakalamaya çalışırken kendisini ağabeyiyle birlikte çocukluğunu geçirdiği odada, yatakta yatarken buluyor. Unuttuğu, ötelediği geçmişini nehrin akıntısıyla birlikte yeniden bulurken, aradığı gerçeğe yeniden kavuşurken kolları açık bir şekilde nehrin üstünde akıntıyla birlikte sürükleniyor.
Not: Kapak Görseli Eren Arık'a aittir. www.erenarik.com