Her Temas İz Bırakır (2006), Son Hafriyat (2008), Erken Kaybedenler (2009), Hikâyem Paramparça (2012), Deliduman (2014) ve diziye de uyarlanan Behzat Ç. kitaplarının yazarı olan, aynı zamanda pek çok yayında de yazan Emrah Serbes 26 Temmuz 2015 tarihinde Twitter’dan paylaştığı bir tweetle yazarlığı bıraktığını, 2 sene sadece boksla ilgileneceğini açıkladı. Yaptığı bu açıklama kimi çevrelerce eleştiri yağmuruna tutulurken kimilerince desteklendi. Emrah Serbes “hayatının anlamı” olarak tanımladığı yazarlığı bırakırken çok sayıda tepki aldı. Bunun üzerine yazdığı twitter mesajında, “Ben hayatımın anlamı olan şeyi bıraktım, birini yargılamak ne kadar kolay hiç düşündünüz mü?” diyen Serbes, bir de boks antrenmanından bir fotoğraf paylaştı.
Bilindiği gibi Ernest Hemingway ve Charles Bukowski gibi ünlü yazarlar da boksla ilgilenmişlerdi. “Yazdıklarım hiçbir şey, boksum ise her şey” sözü de Amerikalı ünlü yazar Hemingway'e ait.
Biz de Artful Living olarak yazar ve şairlere Emrah Serbes'in bu açıklamasının ardından, “Yazarlık bırakılabilir mi?” sorusunu yönelttik. Aldığımız yanıtları yayımlıyoruz.
Bartleby Sendromu
Yusuf Çopur (Yazar)
Edebiyatta bu 'tavra' Bartleby' sendromu deniliyor. Bartleby adını taşıyan öykü kişisiyle ‘Bartleby sendromu’nun isim babası Hermann Melville'dir. Bartleby sendromu, herhangi bir sebeple yazmayı bırakan, yazarlık hayatının zirvesindeyken susmayı tercih eden yazarları nitelemek için kullanılıyor.
Dünya edebiyatına baktığımızda Salinger, "Sarhoş Gemi" şairi Arthur Rimbaud, Güney Amerikalı Juan Rulfo, Oscar Wilde, Henry Roth akla ilk gelen Bartleby'ler. Bu kişilerin yazmayı bırakma nedenlerine bakıldığında kimi seyhatları, maceraları yazmaya tercih etmiş (A.Rimbaud) kimi amcasının ölümüyle yazmayı bırakmış (J.Rulfo), kimiyse “Yaşamı tanımadan önce yazıyordum; şimdi yaşamın anlamını bildiğim için yazacak bir şeyim yok.”diyerek yazma eylemine son vermiş.
Bizim edebiyatımızda yazmayı kökten reddeden bir Bartleby hatırlamıyorum. Görünmeyi reddedenleri saymıyorum elbette. Çünkü o daha farklı bir tavır.
Her insan gibi elbette bir yazar da kendi mesleğini kökten reddedip farklı bir uğraş(sızlık)la hayatına devam edebilir. Bu bir tercihtir. Hiçbir tercihi (mesleği), o tercihin (mesleğin) gereği olarak gerçekleştirilen eylemi vazgeçilmez ve kutsal görmüyorum.
Yazma Eylemini Bıraksam Bile Kafamda Yazmaya Devam Ederim...
Algan Sezgintüredi (Yazar)
Hayatı pokere benzetebilir miyiz? Benzetebiliriz. Ama sadece benzetebiliriz. ‘Kapalı’ pokerde dağıtılan eli dört karta kadar değiştirme şansınız vardır. ‘Açık’ pokerdeyse önünüze açılan her karta göre, adım adım hareket edersiniz. Kapalıda değiştiremediğiniz kartla açık pokerde önünüze kapalı konan ve sonraki seçimlerinizi belirleyen ilk kartı, genetikten coğrafyaya, doğumla gelenlere benzetebiliriz. Diğerleri, sonunun ne olacağını kesin bilmediğiniz ama ihtimalleri aşağı yukarı bildiğiniz seçimlerinizdir. Hayatımızı, nasıl yaşadığımızı genelde bu seçimler belirler.
Yazmak bir seçim midir yoksa en baştan gelenlerden midir? Bence kavramın kendisi, bugün ülkemiz kültüründe pek farklı algılansa da ‘sanatçı’ denen şahsın içinde bulunan ‘şey’, bir seçim değildir. Malum merhumun deyişiyle bu tip ‘şeyler’ ‘varsa vardır, yoksa yoktur.’ Belki bir dürtüdür; belki dışarı çıkmazsa iflah olmayacak bir kaşıntıdır. Ama evet, varsa vardır.
Ancak yazmak yahut çizmek yahut bestelemek ya da diğer herhangi bir sanat dürtüsünü mü yoksa kaşıntısını mı demeli, eyleme dönüştürmek seçim olabilir. Seçim olabiliyorsa yazmamak veya ‘yazmayı bırakmak’ da seçim olabilir. Eylemin kendisinden, fille, somuta dökülmesinden bahsediyorum ama. Yoksa yazmak, çizmek, vesaire varsa kafanın içinde hep vardır. Gerisi kişinin seçimleridir. Seçimini nasıl ve neden yaptığının binlerce cevabı olabilir. Seçimini duyurmasının da binlerce cevabı olabilir.
Beethoven’in sağır olduktan sonra da beste yapmaya devam etmesi ya da Rimbaud’nun yirmisinde şiiri tümden bırakması birer seçimdir. Sağ olsunlar, sadık okurlarımdan bazıları yeni romanımın ne zaman çıkacağını soruyorlar. Yazmayı bırakmayı seçersem bekleyenlere duyurmayı da, duyurmayıp sessizce çekilmeyi de seçebilirim. Başka bir yazar, aynı duyuruyu bambaşka amaçlarla yapabilir. Ama sonuçta yazmayı, yazma eylemini bıraksam bile kafamda yazmaya devam edeceğimi biliyorum. Dolayısıyla eylemin değil, adını koymaktan aciz olduğum ‘şeyin’ bırakılamayacağı kanısındayım.
Hangi Tinsel Durumun Kararıdır?
Atilla Birkiye (Yazar)
Doğrusu çok büyük bir cesaret “yazmayı bırakmak”! Kolay kolay rastlanılmayan biçiminden. Söz konusu gerçek bir yazarsa, edebiyatla, et ile tırnak gibiyse, yazmak bir yaşam biçimiyse, yaşam estetiğiyse, bırakmak için büyük bir cesaret gerekmez mi?
Örnekler var, az da olsa. Ancak bu örneklerin ardındakiler, o kararı verdirten nedenler ne/neler? Büyük acılar mı, zaten hep çekilmiyor mu? Yeryüzündeki haksızlık, küreyi kana boyayan ölümler/öldürmeler mi? Zaten bu küre böylesine bir tarih üzerine kurulmadı mı? Bu bağlamda Selçuk Baran hep merak konumdur, hep merak etmişimdir; hem de iyi bir yazarın, yarına kalabilecek bir yazarın (ki kalmıştır) böylesine kararı, hangi tinsel durumun kararıdır? Hangi içten duyumsanan nedenlerin yol açmasıdır?
Öte yandan, yazmak ile yayınlamak’ı ayırmayacak mıyız? “Artık yazmayacağım” diyen, acaba artık yayınlamayacağını mı, imliyor? Ya da hani yalnızca kendi için, küçük defterlerine gizli gizli (kendisinden bile saklı) yazmıyor mu? Bir ömrü yazmakla geçirmiş bir yazar nasıl becerir de yazmayı bırakabilir? Yukarıdakilere doymuşluğu da mı ekleyeceğiz? O da aklımıza geliyor ama “acı çekmek” daha ağır basıyor olmalı. Bir de, şu medya çağında “bu kararı” ilân etmemek, daha büyük bir cesareti gerektirmiyor mu? Ve de alçakgönüllülüğü!
Yazma heveslilerinden söz etmiyorum, gerçek bir yazardan söz ediyorum; dediğim gibi, hani edebiyatı bir yaşam estetiği bellemiş: kendi adıma hiç sahip olmadığım-olamayacağım, övülesi bir cesarete “sahip” olan!
Sonucumuz Sebebimizdir!
Sibel Oral (Yazar)
Yazmak bırakılır..mı? Tabii ki bu sorunun cevabını düşününce aklıma Bartleby Sendromu geliyor. Dünya edebiyatında bu sendroma tutulup yazmayı bırakan, yazmaya küsen birçok isim var. Yine Bartleby Sendromu mudur tam bilmiyorum ama birkaç yıl öncesinde Philip Roth yazmayı bıraktığını bir söyleşide açıklamıştı. Türkiye edebiyatında da örnekleri var. Selçuk Baran mesela ve hatta bence Peride Celal de... "Unutulmak" için yazmayı bırakanlar olduğu gibi "hatırlanmak" için yazmayı bırakmayı düşünenler de var...
Yazmak elbette bırakılabilir ama edebiyatta bir derdi olan, dünyayla derdi olan bir yazarın yazmayı bırakmasının nedenini merak ederim asıl... Bu bir küskünlük müdür? Yine Selçuk Baran, Peride Celal ve hatta Nezihe Meriç gibi yazarlarımızın "küstüğünü" ve yazarlığı öyle bıraktığını düşünürüm.
Mesele hatırlanmak mıdır yoksa unutulmayı istemek midir?
O halde meseleye geri döneyim; hangi yazarın hangi sebeple yazmayı bıraktığı önemli benim için. Bugünkü kuşaktan Ayhan Geçgin'in yazmayı bıraktığını öğrensem (ki bıraksa bunu asla açıklamaz) çok üzülürüm ama yazmayı bırakma sebebine ve kalan yazısına sarılır, sahip çıkarım. Yazar, derdi olandır; kendiyle, her alandaki iktidar güçleriyle, dille, insanla, memleketle, zulüm görenle, mağdur olanla, muktedirle derdi olandır. Tüm bunlarla sahiden derdi olan ve hayatındaki "mana"yı edebiyatla, yazmakla tanımlayan yazar... Yazmayı bırakır mı?
Yazmak elbette bırakılabilir, bunu hangi yazarın hangi sebeple yaptığı elbette önemli. Daha doğrusu şöyle: Yazar denen özne hangi gerekçelerle yazıyorsa bana kalırsa aynı gerekçelerle de yazmayı bırakır, bırakabilir. Sözgelimi yazarımız daha çok "şöhret" olayım diye yazıyor ve yazıya böyle bir damardan bulaşıyorsa, tam da aynı sebeple daha çok "şöhret" olayım, ismim daha çok zikredilsin diye de yazmayı bırakır, bırakabilir. Yazmaya başlama sebebiniz, yazıyı bırakma sebebinizdir aynı zamanda.
Çünkü ve evet, sonucunuz sebebinizdir!
Yazmayı Bırakmak
Bâki Ayhan T. (Şair)
Yazmak bir çeşit varoluştur. Bir insanın yazıp çizmeye başlaması genellikle belli bir tercihin sonucu olmayıp ‘kişinin kendini yazarken bulması’ şeklinde gerçekleşir. Yine genellikle, okumayla birlikte çok küçük yaşlarda başlayan bir süreçtir yazmak. Süreç, yazanın hayatıyla iç içe geçmiş hatta hayatın anlamına dönüşmüştür. Dolayısıyla yazmaya başlamakla yazmayı bırakmak arasındaki çizgi, planlı programlı olmayıp doğal ve varoluşsal ve bir çizgidir.
Sait Faik’in, genellikle, “yazmasam ölecektim, yazmasam çıldıracaktım” filan şeklinde çoğunlukla yanlış alıntılanan bir ifadesi vardır. Doğrusu şudur: ‘Yazmasam deli olacaktım!” Bu ifade, “Haritada Bir Nokta” hikâyesinin son cümlesidir ve genellikle yanlış yorumlandığı şekliyle Sait Faik’in “yazma tutkusunu, yazmaya bağlılığını” değil, yazarın tanık olduğu haksızlıklara, adaletsizliklere karşı mutlaka yazması gerektiğini vurgulama amaçlıdır. Ezbere yaklaşmayıp hikâyenin tamamı okunduğunda bunu anlamak kolaylaşır. Dolayısıyla, sorunların yaşandığı yerlerde yazarlar yazmaktan uzaklaşmayı değil, tam tersine ısrarla yazmayı seçmelidir.
Bu bağlamda; yazmayı bıraktığını açıklayan ve bunu gerekçelendiren Emrah Serbes, Karin Karakaşlı gibi imzaların görüşlerine saygı duymakla birlikte ben, hakiki yazarların “yazmasam deli olacaktım” diye düşünen Sait Faikgillerden olması gerektiğine inanırım. Ülkede veya dünyada olup bitenler yazarda hoşnutsuzluk yaratsa, yazarı canından bezdirse de yazmak onun vazgeçemeyeceği bir yaşama biçimidir. Dostoyevski, Steinbeck, Flaubert, Dickens, Orhan Kemal, Oğuz Atay, Edip Cansever, Turgut Uyar, Hemingway… Hangisi memnundu dünyada olup bitenlerden?
Yazmak Bırakılır mı?..
Mehtap Altan (Yazar)
“Yazmasam deli olacaktım.” Yazmaktan vazgeçtiği bir dönemde Sait Faik’in sarfettiği bu kelâmı hatırlatarak başlamak isterim.
“Yazmak bırakılır mı?” süalinin bendeki yansımasına. Yazmak; yaşamak cehennemindeki yağmur yürekli kahramanım benim. Ki ben yarası olmayanın ya da dünyanın derdi ile dertlenmeyenin, yazabileceğini düşünmüyorum! Zira her şeyin sahibi olan yaratıcının insanlığa sunduğu birkaç anahtardan biridir yazma yeteneği. Paslanmış ruhların, kirli emelleriyle karanlığın rotasını çizenlerin ya da türküsü susturulmaya çalışılan anların; şahdamarına sıkılan umut ışığıdır aslında “yazmak eylemi!”
Siz hiç bir yazarın ya da şairin bir savaşı başlattığını ya da bir vahşete ön ayak olduğunu duydunuz mu? Derdi olan şair ve yazarların varlığı şifadır aslında reçetesini yitirmiş insanlığa. Dolayısıyla bir yazarın “yazmayı bırakıyorum!” deme lüksü yoktur, olmamalıdır. Ama öyle anlar vardır ki ya çıkmazın bohçasındaki renklere hapsolur yazarın soluğu ya da keşfini bitirmiş bir ruhun “bitti” çığlığına kapılmanın adı olur. Ve bu metafor onun “yazmayı bırakıyorum!” nakaratını doğurur.
Emrah Serbes “Yazarlığı bıraktım. Her gün çocukların öldürüldüğü bu ülkede ne yazabilirim.” Dediğinde de aslında koca bir kırgınlığın resmini çizmiş hayatın kara tahtasına. Çocukken en çok kırıldığımızda ve küstüğümüzde çekilmez miydik bir köşeye. Ve duvar dipleri çocuk kalbimizin en güçlü sığınakları değil miydi? Belki de bir yazarın küsme şeklidir “yazmayı bıraktım!” demek. Ama ben yine de diyorum ki; her gün öldürülen çocuklar varsa yeniden doğan çocuklar da olacak! Ve o çocukların uçurtmalarına ev sahipliği yapacak bir gökyüzünü ancak yazarların umutla beslediği cümleler emzirecek.
Sahi “Yazmayı bırakıyorum…” deyince bırakabilir mi bir yazar? İşte bu imkânsız… Yazmaya on küsür yıl ara veren biri olarak bu duyguyu sanırım en iyi bilenlerdenim. İçinize koca bir kuyu açıyor kelimeleriniz ve gönüllü atlıyorlar o kuyuya. Siz yıllarca o kelimelerin öldüğünü ya da uyuduğunu düşünüyorsunuz! Hatta derin bir naftalin kokusu geliyor bazen içinizden. Çünkü o kuyu bir bakıma çeyiz sandığınız oluyor. Kilidini gönüllü kaybettiğiniz ve hiç açmayacağınızı düşündüğünüz bir sandık!
Yazmak sancısı bir kere düşmeye görsün bir insanın od ile inşa edilmiş yüreğine. Külüne sürekli köz taşıyan derviş olursunuz artık. Bıraktım dediğiniz yerde ise ya susar ateşini içersiniz hayatın ya da bir yağmurun efsunkâr bereketi olursunuz kelime kelime…
İnsan Salt Yazabiliyor Diye Yazmak Zorunda Değil!
Birgül Oğuz (Yazar)
İnsan yazmayı bırakabilir. İnsan yazmaya başlayabilir de. Üretmenin, dünyaya yerleşmenin ve dünyaya karşılık vermenin tek yolu elbette yazmak değil. Ve bir insan salt yazabiliyor diye yazmak zorunda değil. Yazarların, her insan gibi, yazabilmek dışında yapabileceği pek çok şey var: Üretmenin, dünyaya yerleşmenin ve dünyaya karşılık vermenin türlü yolu var. Ama bunu bırakalım tek tek herkes kendisi düşünsün.
Elbette sevdiğim bir yazarın ölmesi bir okur olarak beni ne kadar üzüyorsa, sevdiğim bir yazarın yazmayı bırakması da beni -o kadar olmasa da- üzer (En azından ölmemiştir o, yazmayı bırakmıştır yalnızca). Ama üzer yalnızca. Öfkelendirmez. Öfkemi, mesela, çocuk katiline saklarım. Çocuklar katlediliyor diye yazmayı bırakan birine değil. Yazmayı bıraktığı için beni üzen yazarın yazdığı her satır için ona çok teşekkür ederim. Yazılmış satırı silmeye zaten kimsenin gücü yetmez.
Bir yazar çocuklar öldürülüyor diye yazmak zorunda değil. Yazmamak zorunda da değil. Çocuklar öldürülmediği için –yani bu sayede- yazabilen birini ise hiç duymadım. Çocukların öldürülmediği bir zaman oldu mu dünyada, kalıbımı basarım olmadı. Ama konu bu değil.
Yazmaya Ara Veren Kişi Bunu Duyurmak Zorunda mı?
Nazlı Karabıyıkoğlu (Yazar)
Yazma eylemini terk etmekle, büründüğü yazarlık kimliğini terk etmek arasında belirgin bir fark olduğunu düşünüyorum. Yazı evreninden ayrılmak, içindeki yazma ateşini tamamen söndürmek, üretmek ve direnmek için var olduğunu ortaya koyan kişi için pek de olası değil benim için. Ara vermek burada daha doğru bir ifade şekli olabilir. Fakat burada asıl tartışmayı başlatan bahsi geçen yazarın kararını ifade etme şekli. Yazmaya ara veren kişi bunu illa ki duyurmalı mıdır? Zaten üst üste birkaç yıl ürün vermediğinde okur kitlesi bunu anlamayacak mıdır? Sosyal medya üzerinden gelecek yorumları bile bile (çünkü bahsi geçen yazar müthiş bir twitter fenomeni, gelecek basmakalıp yorumları tahmin etmemesi düşünülemez) kendi içinde verdiği kararı yine tartışmaları körükleyecek bir görselle cümle aleme duyurmak, verilen kararın ciddiyetinden uzaklaştırıyor bizi. Zaten bu sebeple oturup bunu tartışıyor ve üzerine yazıyoruz. Roland Barthes, neden yazdığı sorusuna, “Tanınmak, ödüllendirilmek, sevilmek, itiraz edilmek, doğrulanmak için” diye yanıt verirken bunun yanında birçok madde sıralar ve şöyle bitirir sözlerini: “Sıraladığım nedenlerle belirlenen çeşitliliğin ve çelişkilerin kaçınılmaz sonuç olarak ortaya koyduğu gibi, düşünceyi, putu, Biricik Saptama'nın, Neden'in fetişini başarısızlığa uğratmak, böylelikle, çoğulcu etkinliği, üst değeri, nedensellik, ereklilik, genellik olmaksızın metnin kendisini, olduğu gibi doğrulamak için." Bu açıdan baktığımızda yazmayı terk etmek, gerçekleşmesi imkansız bir eylem gibi görünüyor bana. Tartıştığımız konu minvalinde, tanınmak, ödüllendirilmek, sevilmek, itiraz edilmek ve doğrulanmak ihtiyacı - yazmadan ayrılışın ilanını daha görkemli kılmak adına- yazma eyleminin önüne geçmiş gibi görünüyor.
Yazarlık Bir 'Meslek' Olarak Bırakılabilir.
Alper Beşe (Yazar)
Yazarlığı bırakmak ve yazmayı bırakmak birbirinden farklı görünüyor. Burada belki yazarın ne demek olduğuna bakmak gerek. Bir kimseye yazar demek için onun yazdığı bir şeyin şu veya bu şekilde dolaşıma girmesi yeterli midir? Yoksa yazar olmak başka birtakım nitelikler mi gerektirir? Sartre’ın uzunca süre gündemde tuttuğu, “Yazar ne için yazar?” sorusu etrafında şekillenen tartışma bu alanda geniş hacimli bir literatür oluşturdu. Sartre’ın çizdiği portreden hareketle, yazmayı bırakmak, oluşmuş bir kimlik olan yazarlıktan sıyrılmak, belli şartlar altında mümkün. Böyle bir misyon yüklenmemiş birinin “yazarlığı bırakıyorum” açıklamasında karşımıza başka bir yazar kimliği çıkıyor: Piyasanın aktörlerinden biri olan yazar. “Yazarlığı bıraktığını açıklayan yazarın kitabının 48. baskısı” ifadesi piyasa koşullarında belli bir yere oturabilir. Oysa sözgelimi Kafka gibi Yahya Kemal gibi kitap yayımlamayı yazarlığın şartı saymayan bir görüşün varlığından da haberdarız. Yazmasaydı çıldıracak bir de Sait Faik'imiz var. Herkesten bu tavırları beklemek doğu olmasa da "yazı"nın kağıdın üzerinde kalemin bıraktığı izden fazlası olduğunu düşünen biri olarak bırakılacak bir eylem olduğunu söyleyemem. Yazarlık ise bir "meslek" olarak bırakılabilir. Buna uygun düşecek bir gerekçe sunmak da piyasanın şanındandır.
Oyunun bu kurallarla kurulduğu zeminde, “yazarlığı bıraktım” demek ile rahmetli anneannemin gözleri artık görmediği için “örgü örmeyi bıraktım” demesi arasında kategorik bir fark görmüyorum.
Bazı Duygusal Yaraları Sarana Kadar Kabuğumuza Çekilmek İsteriz
Barış Müstecaplıoğlu (Yazar)
Yazmak bırakılabilir mi sorusunun cevabı, yazmanın o kişi için ne anlama geldiğine göre değişir. Eğer şöhret ya da para kazanmak için yazıyorsa, yazmaktan çok sonuçlarından keyif alıyorsa, doyum noktasına ulaştığında elbette bırakabilir. Ama yazmak kişi için bir mutluluk kaynağıysa, yazarak var olduğunu hissediyorsa, hayallerini kâğıda dökmekten coşku duyuyorsa, bundan tamamen vazgeçebileceğini hiç sanmıyorum. Edebiyata gerçekten değer verenler için yazmak oldukça yorucu ve yıpratıcı bir süreç. Doğru kelimeleri seçmek için geceler boyu çalışmak, her cümlenin üzerinden defalarca geçmek, özgün konular aramak kolay değil. Dolayısıyla insan kimi zaman yorgun düşebilir, güç toplayana kadar mola vermek isteyebilir. Ya da aklındaki konular tükendiyse, kendini tekrar etmekten korkuyorsa, gözlem yapmak, bilgi toplamak, yeni hayaller kurabilmek için bir süre uzaklaşma ihtiyacı duyabilir.
Edebiyatı bir mücadele aracı olarak gördüğümüzde, eserlerimizin temeline sosyal ya da siyasi konuları yerleştirdiğimizde ise, kimi zaman yazdıklarımızın bir işe yaramadığını, insanların bizi anlamadığını düşünüp hayal kırıklığına uğrayabiliriz. Bu duygusal yaraları sarana kadar kabuğumuza çekilmek isteriz. Lakin aldığımız yaralar ruhumuzu tümden öldürmediyse, gücümüzü topladığımız zaman yeniden kaleme sarılmamız kaçınılmaz. Yoksa aklında biriken öyküler ve karakterler insana ağır gelir, bunları kâğıda boşaltamazsak, içimizdeki o kalabalıkla huzurlu yaşamamız mümkün değil.
Bu Kaçıncı Bırakış, Unuttum...
Zeynep Aliye (Yazar)
Yazmaya ortaokul yıllarında başlamış, lise öğrencisiyken yerel gazetelerde bir köşe sahibi olmuş genç bir kalem olarak yazmayı bırakmaya Faulkner'ii okuduğumda, ikincisi Virginia Voolf'la tanıştığımda karar vermiştim. Gençliğin yürekliliği, dürüstlüğü ve onuruyla alınmış bu karar son derece ciddi, vazgeçilmez görünüyordu başlarda. Kalemim, onlarınki kadar güçlü değilse yazmamın ne anlamı vardı ki... Hatta kendime verdiğim bu sözden caymamak için yeminimi gerekçeleriyle birlikte yazıp duvara asmıştım. Üçüncü bırakışım ilk kitabıyla defalarca televizyon programlarına çıkan, hakkında sayfalarca yazı döşenilen ve en baba ödüllerden birini hak eden, o günden beri de kayıptır kendileri, gencecik dahilerimizden biri üzerine kafa yorunca olmuştu. Dördüncü bırakışıma, o günlerde geleceğin yazarları üstüne eleştirmenlerin attığı civalı zarlar neden olmuştu. Beşincisi, gerçekten büyük emek verdiğim ve yazın kariyerimde önemli olacağını umut ettiğim Çıplak Güvercinler adlı, sekizinci kitabımın tek bir eleştirmen tarafından bile görülmemesi, duyulmaması, hakkında tek bir yazının çıkmamasının sonrasıydı. Dokuzuncusunda kararımı, imza günümde lütfen kitabımı eline alıp sayfaları parmaklarına yapışıp kalacakmış korkusu duyar gibi çevirip suratını buruşturan okur, okurlar yüzünden almıştım. Onuncu bırakışım, Güldünyaya adanmış, tamamı, kadınlarımızın sorunlarını işleyen öykülerden oluşma Bekaret Boncuğu adlı kitabıma tek bir kadın kuruluşunun, 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde bile değil sahip çıkmak, dönüp bakmayışına alınmam yüzündendi.
Sonraki bırakışım, yayıncımın kitabımı okumadan bastığını anladığımda, on ikinci bırakışım, eleştirmenin hakkımdaki yazıyı öykülerimi okumadan yazdığını fark ettiğimde, on üçüncü bırakışım...
Ülke koşulları yüzünde yazmaktan vazgeçmek mi...
Bırakışlarımda değil ama tüm yeniden başlayışlarımda, çocukların her gün öldürüldüğü bu ülkede yazmak zorunda olduğum düşüncesinin büyük etkisi olduğunu biliyorum. Tabii ki kendi gerçeğini ısrarla görmeyen, sultan, ağa, efendi, bey meraklısı halkıma kızıyorum ama acıyorum da. Okumayan, düşünmeyen, sormayan insanlarıma sinirleniyorum ama onları anlıyorum da. Saf, temiz yürekli, kolay inanıveren, insanlıktan çıkartılmış insanlarımı her şeye rağmen seviyorum. Ülke olarak büyük bir kumpasın içinde olduğumuzu ve kurtuluşumuzun da neredeyse imkansız olduğunu, farelerin gemiyi şimdiden terk ettiğini görüyorum ama bu halktan biri olarak sonuna dek savaşmak gerektiğini biliyorum.
Neden mi, nasıl mı... Çünkü zaten beni yazmaya iten nedendi, benim yaşadıklarımı başka çocukların yaşamamaları arzum. Genç kızlar benim yaşadıklarımı yaşamasınlar, genç gelinler, genç anneler yaşadıklarımı yaşamasınlar istedim. Hiçbir kadın, annemin yaşadıklarını yaşamasın. Harran'daki, Şırnak'taki, Sultanbeyli'deki küçük kız da uygar bir dünyada, eşit haklara sahip, özgür bir birey olabileceğini, beni okuyup anlasın... Aynı zamanda annemin ruhunu rahatlatacaktım böylece. Kimse okumuyormuş, en yakınınızdaki bile feryadınıza kulak tıkıyormuş, çan sesini kimseye duyuramıyormuşsunuz, bunlar elbette bir yazarı inciten, kırgınlaştıran yazmadan uzaklaştıran nedenlerdi. Ama ne olursa olsun, içimdeki, sürekli ağlayan o beyaz kurdeleli kız çocuğunun çığlıklarını hiç değilse yazma sürem içinde duymuyor olmam bile yazmayı sürdürmem için yetebiliyor bana.