Irmak Zileli’nin okurunu ülkeye kaçak yollarla girmiş genç bir kadının son yolculuğuna çağıran, yabancılığın ve dilsizliğin nasıl bir his olduğunu anlatan romanı Son Bakış üzerine bir yazı.
“Gözünüzdeki Kıymık En İyi Büyüteçtir.”
Theodor W. Adorno
Bir yolculuğu en başından itibaren okumaya başlamak, o yolculuğu yapan kişiyi görmek ve anlamaya çalışmak, atladığı eşikleri artık bilmek, onunla birlikte ona eşlik eden gölgeleri hissetmek, karşısına kent meydanlarında çıkan saat kulelerinin tik taklarını artık duyuyor olmak; onu tanımak anlamına mı gelir? Tüm bu parçalar sadece okumakla bir bütün hâline gelir mi ve Son Bakış’ı anlamaya yeter mi? Bilemiyorum. Hissettiğim şey şu: Son Bakış’ı bitirdiğimde duygularım allak bullak olmasına rağmen zihnimin hikâyeden kopamıyor olması ve göğsümün üzerine yerleşen kayayı tüm ağırlığı ile hissediyor olmam. Sonsuz bir ahkam kesme içerisindeyken, tüm çıplaklığıyla hiç kimseyi aslında doğru düzgün tanımıyor olmayı anlamak, hiçbir duyguyu aslen, gerçekten hissettiğim için yaşıyor olmadığımı fark etmek büyük bir ağırlık.
Everest Yayınları tarafından yayımlanan Irmak Zileli’nin romanı Son Bakış’tan bahsetmek zor olacak çünkü bir ömre yayılan son bakışa kitap boyunca şahitlik etmek son derece sarsıcıydı; kendine getiren bir sarsıcılık. Sevgili Irmak Zileli ile çok sevdiğim bir dostum tarafından tanıştırıldığımda hayatın içinde tutunmaya çalışan birçok kadınla tanışacağım, onların dönemlerine ve yaşam mücadelelerine şahitlik edeceğim, onların direnme hâllerine saygı duyacağım ve onları çok seveceğim aklımın ucundan dahi geçmemişti. Gürcistan uyruklu Tina Gelaşvili’yi tanıma zamanına gelene kadar Zileli’nin Eşik’te, Gözlerini Kaçırma, Gölgesinde kitaplarında okuyucuya eşlik eden kadınların oluşturdukları kilometre taşlarından sonra Tina’ya varmak, onun düştüğü yere ulaşıp gözlerine bakmak, bize doğru attığı son bakışa şahitlik etmek bir kadın olarak sadece kadınlara karşı değil, bir insan olarak insana dair olan her duyguya ne kadar yabancı olabileceğimi hissettirdi bana. Ki çok okuyan, yazan, düşünen biri olmama rağmen.
Çakıldığı yerde hareketsiz yatan kadının Gürcistan’da bir ailesinin, sevdiklerinin olduğuna, bir balerin olduğuna, şair bir sevgilisinin olduğuna inanmak güç. Türkiye’de yabancı uyruklu olduğu bile tescil edilmemiş olan, yatalak bir kadına bakıcılık yaparken, sabahlardan bir sabah bir koşu ekmek alıp geleyim dedikten sonra yanlış anahtarı alıp evden çıkan, kısa bir süre sonra da boylu boyunca ölüme uzanan kadının hikâyesi inanılır gibi değil, ama gerçek. Hiç kimseden yardım isteyemeden binanın en üst katında bulunan eve tekrar girebilmenin yollarını arayan, bu esnada çatıya çıkıp, pimaşa tutunmak isterken yere çakılan kadını düşerken izlemek ve kaldırıma çakıldığını görmek feci. Feci bir sonla hikâyesini kendi ağzından dinlemeye başladığımız bu göçmen kadının adını bir süre bilmeden ilerliyoruz. Çünkü o da başına neyin geldiğini henüz idrak edebilmiş değil.
“Ölüyorum. Evim çok uzakta kaldı. Tık tık tık. Hey deda*! Bebia**! Sonra bir tık daha. Ardından iki tık. Bu dili nereden öğrendim? Tık Tık Tık. Zemine vuran anahtarın sesi, bir hücre duvarına vuran herhangi bir şeyin, orada eline ne geçirdiyse artık onun sesi, yan hücreye, yerin altındakilere, sınırlar ötesine ulaşmaya çalışan sesim. Orada kimse var mı? Hey, merhaba, beni duyabiliyor musunuz? (…) Eğer duyabiliyorsanız küçük bir vuruş yeter. Bir tık, belki sonra bir başka tık daha. Hadi konuşalım. Son bir kez.”
Binlerce Tina arasından bugün, (veya siz Son Bakış’ı ne zaman alıp okumaya başlarsanız o gün) onun düşüşüne şahitlik ediyoruz. Gözlerimizi üzerine diktiğimiz bu kadın yattığı ve hiç kımıldayamadığı yerden çaresizce kendini bize anlatmaya başlıyor. Kendinden başka elinde hiçbir şeyi olmayan Tina’nın kim olduğuna dair, adına dair, nereli olduğuna dair, nasıl bir yaşantısı olduğuna dair hatta sesinin tonu, göz rengi, bakışlarının sertliği veya yumuşaklığına dair hiçbir şey bilmiyoruz. “Dilenciyi bile görür insan” diyor bir yerde ama biz Tina’yı, o kendini anlatmaya başlamadan önce görmüyoruz. Yanında çalıştığı insanlar dahi görmüyor onu. Nezahat Hanım zaten yatalak. Seval Hanım için ise Tina annesine bakan bir hiç kimse, hiçbir şey! Bir nesne olsa daha fazla işine yarayacak bir şey olarak görebileceğini bile düşünüyor Tina.
Düştüğü yerde ilk defa bu kadar çok insan başına toplanmışken anlattıkça anlatıyor Tina. Annesine, ananesine seslenerek konuşuyor en çok da. Eğer tekrar bir bağ kurabilecekse bu hayatla, yaşama dönebilecekse eğer, bu ancak ona hayat veren, bu hayata doğmasını sağlayan karınlar kimdeyse, hangi kadınlardaysa onlarla mümkün olacak, bunu biliyor, bunu tüm varlığıyla hissediyor Tina. Babası nerede bilmiyor. Onu yıllarca görmemiş. Bu başına toplanan ve onu asla görmemiş olan insanlar gibi babası da Tina’ya yabancı biri. Bir kadın olarak onu yıllarca ve yıllarca görmemiş, tanımak istememiş olan babasından farksız olarak etrafına toplanmış, meraklı gözlerini ona dikmiş bakan bu insanlar artık Tina için bir şey ifade etmiyorlar. O düştü artık. Çok geç. Güçlü erk toplum onu kurtarma konusunda muktedir değil. Tina’ya yapacak tek bir şey kalıyor; onca kalabalığa rağmen, ambulansın beklendiği o birkaç dakika içinde anlatmaya başlıyor; kendini suçlayarak anlatıyor, korkuyor çünkü; özleyerek anlatıyor, sevdiklerini bir kez daha göremeyeceğini biliyor; asla görülmediğini suçlayarak değil anlayarak anlatıyor; çünkü yabancı bir ülkede, kadın olmanın, kaçak olmanın, kimsesiz olmanın, hiç kimse yaftasıyla yaşıyor olmanın güçlü çaresizliğini ölürken bile hissediyor.
Dışlanan, yok sayılan, görmezden gelinen, ötekileştirilen Tina gücünü erkten alan toplumun üzerine tutulan bir büyüteç. Tina’nın yok olup giden hayatına karşılık hiçbir değer arz etmemesinden dolayı romanda yer yer geçen politik sözlere değinmedim bile. Irmak Zileli için de aynı durumun söz konusu olduğunu düşünüyorum; çünkü Son Bakış, baştan sona kadar bölümsüz (Bir takım imgelem işaretleriyle bile bölünmemiş şekilde) tek bir blok hâlinde yazılmış. Bir ömrün anlatıldığı o birkaç dakikayı hiç ara vermeden, es vermeksizin anlatıyor Zileli. Hiç değilse son dakikalarında, son bakışını yine çaresizce bize çevirmiş olan Tina ile aramıza hiçbir şeyin -toplumun, düzenin, erkin işleyen sisteminin, politikanın, kapitalizmin- girmesini istemiyor.
Adorno’nun da dediği gibi, “Gözümüzdeki kıymık en iyi büyüteç”. Fakat bizler gözümüzde bir kıymık olduğunun farkında bile değiliz ya da farkındayız da umurumuzda bile değil. Bir Tina ölür, binlerce Tina geçer bu sınırlardan. Büyüteç görevi görüyor olmanın hiçbir önemi olmaksızın aramıza karışırlar. Mahalle bakkalından ekmek almaya giderler ve ölürler. Sitelerde oturanların, plazalarda çalışanların haberi dahi olmaz onlardan. Sistemin çarkı binlerce büyüteciyle beraber hızından hiçbir şey kaybetmeksizin dönmeye devam eder.
Tüm bu yazdıklarıma istinaden yazmadan geçemeyeceğim son nokta olarak; Son Bakış, öykü kitapları furyası yüksek bir ivme kazandığı esnada karşımıza çıkarak romanları es geçmememizin ne kadar önemli olduğunu ve roman anlatısının edebiyat için değerini bize hatırlatması açısından da önemli. Son Bakış romanını okuyunuz lütfen.
Not: Gürcü Dilinde Deda, Anne; Bebia, Nine demek.
Kullanılan kolajlar Mariam Metreveli'ye aittir.