“Sen kimsin ve kim adına konuşuyorsun?”
Sanat, özellikle de yoğrumlu sanatlar üzerine yazmaya niyetlenen herkes bu soru üzerinden benzer sorgulama ve eleştirel kavrayıştan geçiyor mudur bilinmez ama Levent Çalıkoğlu, on beş yıldır kaleme alageldiği yazılarına zaman içerisinde bugünkü üslubunu oturtmak için oldukça ağır bir savaş vermiş. Zaten yazmanın kendisiyle de tatlı sert, acı verici bir ilişkisi var yazarın, “sanatçılar üzerine yazdığı metinler”i topladığı “Uyanmak İçin Henüz Çok Erken” adını verdiği kitabın önsözünde söylediğine göre.
Bir de bir başkası ve yaratımı hakkındaysa yazacağınız… Konu ettiği sanat yapıtları ve sanatçıyla birlikte kendisini bu yazılara yerleştiriş süreci, çalışkan bir iç-dış araştırmaya; yaşamın şekillendirdiği bir el yordamına değil, farkındalık içinde, bile isteye verilen bir emeğe dayanıyor. Sanat yapıtları ve sanatçıya göre konumlanışın kendi nasılını çözmeye verilen emekle birlikte.
“Sen kimsin?” sorusuna insanın yaşamı boyunca, insanlığın da türü var olduğu sürece arayacağı yanıt, bu sorudan her ikisinin de kaçışının olmadığı, sanat, din, felsefe, bilim vb. alanları ilgilendiren sonsuz değişkenli bir konu. Bireyin mesleki ve dizgesel üretim/yaratım alanındaki sen-kimsin ve kim-adına değişkenlerine ulaşması için ise kendi denklemini kurması gerekmekte. Bu denklemin katsayı ve değer çeşitliliği kişiye ve alana göre değişir, değişecektir, değişmelidir de.
Çalıkoğlu da kendi sorusunun peşinde giderken fark edip üstünde kafa yorduğu şu katsayılara işaret ediyor: Mezun olunan okulun verdikleri, yaşanılan kentin yaşayan sanatla ilişkisi, sanatın kalbinin attığı kentin neresi olduğu, sizin sanatınızı icra etmek için bu kalbin attığı nere’ye ihtiyaç duyup duymadığınız, sizden önce söylenenler-yapılanlar-denenenler, daha önce yazılıp çizilenler, yol göstericiye ihtiyaç duyup duymadığınız, sanat ortamının gruplaşmaları ve ilişkiler sistematiğinin farkında olup olmadığınız… Aradığınız sen yerine büyük bir bizin parçası olmanın getirdiği garanti ve kolaylık mı yoksa cesaretle ben demek mi? Edebiyat, diyor Çalıkoğlu, “edebiyatın yaratıcı ve dile dayalı ruhu ben ve bizi birbirlerine karıştırıyor, özneyi çoğul kimliğe dönüştürüveriyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi tekil bir şahıs kuruyor”; yazar okuyor okuyor okuyor. Çok severek okuduklarından Richard Barthes’ın “Eleştiri söylem üzerine söylem oluşturmaktır” sözüyle dengesini buluyor, hiçbir zaman bir eleştiri yazdığını düşünmese de söylediklerinde bir pozisyonu ve sesi olması gerektiğini düşünerek. Başkasının yapıtları arasında dolanarak hakkında yazı yazan kişi olduğuna karar veren yazar, bu şekilde hem onun hem de kendisi adına konuşabiliyor. Böylece ben ile biz arasında bir ayrım kalmıyor, söylemin doğası içinde tüm kimlikler dönüşebiliyor.
Çeşitli kataloglara ve gazetelerin kültür sanat sayfalarına yazmış olduğu yazıların bir kısmını topladığı bu kitap Çalıkoğlu için on beş yılın dökümü. Bazılarını yakından tanıdığı, bazılarını ise hiç görmediği, bazılarının da artık hayatta olmadığı, farklı üslupları ve kuşakları temsil eden kırk altı sanatçı… Yoğrumlu sanatların farklılıklarıyla dikkat çeken örnekleri, diyebiliriz konu edilen çalışmalara. Her sanatçı kısa ve öz metinlerle ele alınmış, elbette güzel sanatların çeşitli mecralarında ayrıntılı ve upuzun incelemeler yapılıyordur haklarında, yapılmalı da. Uyanmak İçin Henüz Çok Erken ise her biri birbirinden konuşmaya değer sanatçıların, kimi birbirine ters düşen kimi bazı noktalarıyla kesişen üslup, teknik ve sanat görüşlerinin yan yana durduğu; kitaplığımızın üst raflarına koymakla yetinmeyeceğimiz bir derleme olmuş. Zaman zaman sayfaları arasına tekrar karışmamız gerek.
Aslında bunu yaşam zaten gerektirecek: yaşıyor olsun olmasın, sanatçılardan herhangi birinin açılacak olan yeni sergisine gitmeden önce, ya da gittikten sonra. Hatta çok önceleri gitmiş olduğunuz sergilerin kapılarını açtığı yeni dünyalarla yeniden bir hesap dökümü yapmak istediğinizde bile. Kitabı okuyan biri olarak itiraf etmeliyim, uzun zaman önce, “bakalım şimdi ne var” diyerek giriverdiğim Akbank Sanat binasında gezdiğim Selma Gürbüz’ün “Davetsiz” adlı sergisinde (Akbank Sanat, 7 Ocak-14 Şubat 2009) kendimin de başka anlamda da olsa bir davetsiz olduğunu şimdi fark ettim. Sadece böyle bir tesadüfü (tesadüf mü?) fark edişle bitmeyen ve devam edeceği belli bu deneyime hem elbette ve kesinlikle sanat eserinin ve Gürbüz’ün artık başkası olmuş bana başkaca söyledikleri, hem de Çalıkoğlu’nun yıllar sonra karşıma çıkan yazısı dahildir. Resim ve heykelin parça-bütün ilişkisiyle hazırlanan sergi için Çalıkoğlu şöyle diyor: “Davetsiz olarak zuhur eden imge sosyal, kültürel, ekonomik ve bilinçaltı rotaları kesiyor ve yeri geldiğinde de bu farklı akışları birbirine bağlıyor. Sergi, tekrar tekrar görselleştirilerek aslını inkâr etmeye başlayan mitos ve destanlardan moda dergilerine uzanan ikonik duruşların zarafetine, minyatürlerde göz ve bakış hatlarındaki kutsal ikilikten, feminist sanatın yerleştirdiği anlatılara kadar görünüşte birbirinden uzak ama bilinçaltının ev sahipliğini yaptığı davetsiz bilgi, form ve arketipleri bir araya getiriyor.”
Hızın, imajın, tüketimin başrolü oynadığı; gözün başorgan, görmenin hatta daha çok bakmanın başeylem olduğu, kimin eli kimin cebinde haber ve bilginin ise havada uçuştuğu günümüz dünyasının sorunlarını, özgün üsluplarıyla dert edinen başka sanatçılar da var. Silerek, kazıyarak, boyanmış olanı yeniden boyayarak yaptığı resimleriyle, günümüz gösteri curcunasındaki görmek, bakmak eylemleri, gözün işlevi ve çalışma şekli hakkında sorular sorduran, böylece sistemi sorgulayarak düzenden hesap soran Canan Tolon örneğin, amacını şöyle açıklıyor: “Birbirini silen katmanların yeni görüntüler yaratması ve herkesin gözünde farklı bir şey oluşması. Yani bir nesnenin birçok açıdan görüntülenmesinden ziyade, birçok görüntünün, fazla bilgi ve ayrıntıdan dolayı, birbirini iptal ederek, neredeyse hafızada bir şey bırakmayacak kadar silik resimler oluşturmalarını sağlamak. Bu tabii, dünyadaki olayları herkesin görüşü ile ve insanları etkisiz, fikirlerini de geçersiz hale getiren bilgi fazlalıkları ile ilgili… Bakıyoruz ama hiçbir şey görmüyoruz. Bir şey görmediğimiz için de karşımızdaki hiçbir şey ifade etmiyor.” Ayşe Erkmen ise bakınca insan ruhunu okşuyor, ferahlık, huzur veriyor eserleriyle. Ama sadece bakmayıp gördüğünüzde aslında size bir avuntunun sunulduğunu, bir tuzağın içinde dolaştığınızı fark ediyorsunuz. Derin bir nefesle içinize çektiğiniz su damlacıkları su değil çünkü, metal matbaa klişesinin üstüne basılmış imajlar…
Yazarla birlikte -benle bizi harman etmeyi seçerek belki de- dolaştığınız eserler arasında kimlerle karşılaşmıyorsunuz ki? Sesin resminin içinden fışkırdığı Semiha Berksoy; “modern seyyah, bıçkın nakkaş, zamansız tarihçi” Cihat Burak; geometrik denge ve düzen arayışlarıyla Ferruh Başağa; imkânsıza direnen Mehmet Güleryüz, fotoğraflarıyla “gördüğüm o değil, öteki!’” diyen Nuri Bilge Ceylan… ve okura bırakılması gereken diğer değerli isimler… Kapaktaki eserler: Burhan Doğançay, Silver Tails, 2008; İsmet Doğan, Lapsus, “Yazı-Beden” serisinden, 2000; Temür Köran, İsimsiz, 1999.
Tüm bu deneyimden sonra yeniden düşünüyor insan. Sizin de hiç figüratif ve non-figüratif arasında kaldığınız oldu mu? Kişinin sanatsever olarak kendisine daha önce yanıtlamış olsa da ara ara borçlu olduğu ne çok sorusu var: Metinlerarası/disiplinlerarası ilişkiden yola çıkan eserlerle yeniden yaratılan dünyada yeni keşifler yapmayı mı seviyorsunuz? Yoksa hiçbir referans kaynağı olmayan eserlerin yarattığı daha önce varlığını hiç bilmediğimiz dünyalarla tanışmak mıdır tercihiniz? Her ikisi de mi?.. vb.
Uyanmak İçin Henüz Çok Erken, Sanatçılar Üzerine Metinler - Levent Çalıkoğlu - YKY