Riitta Cankoçak'ın öykü kitabı Vera'nın Öpücüğü Everest Yayınları'ndan çıktı.
Kitaptan Mr. Higgs adlı öyküyü Artful Living okurları için tadımlık paylaşıyoruz.
mr. higgs
cern’de kimseler kalmamıştı. her taraf tenhaydı. bir insanın başka bir insanla çarpışma ihtimali yoktu. mirella, hızlı adımlarla ilerliyordu. artık güçlü olmanın, hayat mücadelesi vermenin zorunluluğunu, her attığı adımda zayıfladığını hissediyordu. güçlü olmak, yorgunluğa dönüşmek üzereydi. hiç vakti olmuyordu ki öyle bir ortalığa bakıp günlük işleri seyretmeye... yaratıcılık, kör zihnin kapalı kapıları arkasında yapılıyordu. şimdi ise birtakım işleri tamamladıktan sonra uzaklaşınca ve “gitme zamanı” hissine kapılınca yürümek bile gerçek yürümeye benzemeye başladı yavaşça. beden, bir kenara koyulmuş organların varlığını teker teker ortaya çıkardı. gözlerin, ellerin, bacakların yerleri belliydi de şimdi artık yalnızca zihne değil, onlara daha çok yüklenmişti iş yapmanın vaziyeti. aslında yürümenin düşünmeden çok da farklı bir eylem olmaması gerektiği fikrinden yanaydı. ama yine de müthiş bir orantısızlık oluşmuştu bu iki eylem arasında. sanki belli bir çağa bağlıydı bu boyut farklılığı, bazı dönemlerde insan, daha çok düşünme eylemine yatkın olmuş ve bazen de daha çok yürümüştür. tuhaftı bedenin de öyle bölgesel rekabetlerinin olması... şimdi ise mirella, yeniden bacaklarını keşfetmekteydi, kararlı yürüyordu. ayrıca, sadece ve sadece düşünce yürütmekten başka fiili eylemlerin de hararetlenmesi, güven veren bir ta- nıdıklığı yaratmaktaydı. ortalıkta kimselerin olmaması yoğunluğunun rahatlığa kavuşmasını sağladığı için, mirella, bu tenha ortamın şiirselliğinin hoşnutluğunu şimdiden duyumsamaya başlamıştı. hatta yüzünde hafiften bir gülümseme bile doğmaktaydı. yorgunluğunun bir bölümünü, o kendini önemli hissetmesini sağlayan bölümünü arkasında kalan koridorlarda bırakarak bir binadan öbürüne geçen, birçok binayı epey kapsamlı bir ağ oluşturacak şekilde birbirine bağlayan koridorlardan dışarı çıkma niyetindeydi. orası, dışarıdan pek belli olmasa da inanılmaz bir yerdi: bu tanrı evi, ya da tanrıların ofisi, materyalizmin ülkesi, elektrik manyetik alanı, süpersimetrik sahnesi, atom parçacık çarpıştırma arenası veya kozmos ocağı, bilim insanlarının aklında doğanın beyin halini almıştı ve dışardaki gündelik hayatın o dünyayla yarışması imka?nsızdı. orada çalışanlar için o “beyin”i terk etmek belli bir şaşkınlık yaşamadan mümkün değildi. iş zamanından boş zamana geçmiş olmak bir tünelden çıkış etkisi yaratıyordu. o iç meka?nda yutulmuş olması, birkaç gün boyunca dışarıya, açık havaya neredeyse hiç çıkmadan günlük işleri yürütmesine ihtimal vermiyordu. yoğun bir data analiz dönemi sona ermişti ve mirella’nın perişan olma halinin bir bölümü, gittikçe büyüyecek olan başka gerçeklik duygusunun umutlu ruh hali içinde kayboluyordu. artık koridorsuz bir binanın ucuna geldi ve açık havaya çıktı. hava serindi. ışık kuvvetliydi. ağaçların, kesilmiş çimenlerin kokusu güçlüydü ve kuşların şarkıları keyifliydi. dünyanın her şeye rağmen neşeli bir havası vardı. yeni model volkswagen arabasının kapılarına kumandayla ta uzaktan emir vererek hata tanımayan alış- kanlığıyla açtı, oturdu metalik renkten kumaşlı koltuğuna ve arabayı çalıştırarak yola çıktı. epeyce hızla bomboş, geniş yollarda güvenlik kontrolüne doğru sürdü. cern’in girişin- den, bekçilere el sallayarak çıktı. dışarıdaki yollar da ten- haydı. ceneve’nin fransa tarafında, dağın eteğinde bulunan villasına doğru hızlı ve esnek sürüyordu arabasını. fransa’ya sınırdan geçerken bir daha selam verdi, polislere el salladı ve yemyeşil bir orman boğazının içinden geçerek, yakında bulunan fransız köyüne vardı. evine gitmeden ve yorgunluğun hakkını henüz tam kabul etmeden madam sofi’nin yol kenarındaki otelinde randevusu vardı. otelin arkasındaki alana, hiç park yeri arama derdine girmeden arabasını park etti. otelin kapısına kadar koştu. heybetli, bilindik sertlik- le karışık yumuşak tavırları içinde, ellerini beline koymuş madam sofi, kararlı ve biraz da ürkütücü bedeniyle yolunu kapatmış, karşısında dikiliyordu.
“bon jour, madame mirella. bugün için erken bir saat değil mi?” diye hemen kibar olmanın ağırlığını bir şeyler sorma hakkıyla dengeleyerek sordu,“hoş geldiniz.” karşılaması sonradan geldi.
“bon jour, madam sofi,” diye yanıt verdi mirella soruya hiç aldırmadan.
“odama bir şişe kırmızı şarap getirebilir misiniz, bir montalcino olabilir...? uzun sürmesin.”
“olur madam, ama tek başınayım. monsieur yok. öyle genç kızlar gibi koşamam tabii.” illa da söylene söylene yapacaktı işini. patron gibi hizmet ediyordu. hemen yanındaki mutfağa girip çıktı. yeşil camlı, sade bir etiket yapıştırılmış şişeyi mirella’ya verdi. bir şey eklemeyi çok isterdi, ama cesaret edip edemeyeceğinden pek emin değildi. gülümsedi.
mirella asansörle beşinci kata çıktı. bir döneme ait si- gara kültürünün, çeşitli tereyağı ve peynirli yemeklerin koku izleri eskimiş halıların üzerinden ha?la? tam silinmemişti. duvarların dingin renkleri ve bordo perdelerin kadifeli dolgunluğu birbirlerine çelişki oluştursa da bilinen bir bohem tarzın malzemeleri olarak da algılanabiliyorlardı. mirella’nın sekiz santimlik topukları halıfleksle kaplı koridorlarda ses çıkartmıyorlardı. nihayet 22 numaralı odanın önüne geldi ve durdu. buradaki “durmak” sadece fiziki bir durma eylemi değildi. bu durma anında bir sıfırlama kararlılığı vardı. hem arkada bırakılan ıvır zıvır şeylerin demlen- mesini sağlayan hem de o kapalı duran kapının arkasında bekleyen gelecek zamana ayarlanmak anlamı vardı. bir an, ufak bir an içinde hiçbir şey yapmadan ve düşünmeden duraksadı, elini artık kapı koluna koyduğunda başka bir hıza hizmet ediyordu. ağır, anlamlı ve yasak olayın verdiği inatçı heyecanla kapıyı açtı. ve alacakaranlık odaya giren kadın, artık mirella’dan basbayağı farklıydı. saçlarını bağlamış olduğu tokayı çekti, başını salladığında, hafiften grileşmeye başlamış saçlarının havada sağdan sola uçuşması sanki odadaki müthiş durgunluk havasını uyandıracak gibiydi. o kapıyı açması, saçlarını dalgalandırması resmen bir esinti yarattı odada. birer heykel huzuruyla odada bekleyen antika mobilyalar görevlerini tamamlamışlardı. odanın ortasında 1920’li yıllardan kalma geniş bir demir yatak duruyordu. üstüne uzanmış adam kalktı ayağa. adamın üstünde kum rengi, üstten üç düğmesi açık bir gömlek vardı; bir de bol, dizlerinde çuvalları olmuş buruşuk pantolonu. alacakaranlıktan daha karaydı adamın teni. o yüzden görüntüsü, içeri- si tam karanlık olsaydı tümüyle gözden kaybolacaktı. yanık ve yumuşak sesiyle mirella’ya doğru yaklaştı.”geldi...” ilkin ses karşıladı onu, sonra da niane’nın kendisi. kollarını açıp mirella’yı kucağına gömdü. zamana bıraktılar kendilerini. niane tek tek, kopuk kopuk sözleri söyledi sarılmasının içinden.
“bugün seni hiç görmedim. bir kahve molası bile yapamadın mı? yazık sana.” kedinin miyavlamasına benziyordu son hece, ilkbahar kedilerininki gibi. mirella onun kucağında upuzun ve usul kalakaldı. konuşmak istemiyordu. neredeyse görülmez biçimde başını hayır dercesine salladı. sonra da yanık sesiyle; “tut beni. sıkı tut,” diye ekledi. gü- zellik olsun diye söyledi bu sözleri. yoksa niane’nin yaptığı ve devam etmeyi düşündüğü zaten oydu. görüşmedikleri epey oldu. hem özlem hem de birbirlerinin varlıklarında tanıdıklık bulmak vardı o durdurulmuş zaman alanında.
niane, cern’in kafeteryasında kasada çalışan elemanlardan biriydi. nijer’den göç edeli on sene bile geçmemişti henüz. ama ona kalsaydı; zaman böyle basit bir mühendis algısıyla ölçülmezdi ki. bazı zamanlar vardı ki, hayat hızla gittiğinden böyle bir ölçüye ihtiyaç bile olmuyordu. ancak temel zamanın dışına çıktığında insan, tekrar ne zaman döneceğini o ana, zamana sormaya başlar. onun için
öyleydi. zaman hızla yaşanırken, zaten ölçünün kendisi oluyordu özne. önce aklına bile gelmezdi bir saatin hizmetçisi olma ihtimali. nerede öyle şey... hayat akıyorsa akıyordur. nijer’de kaderi bir noktaya kadar su gibi akıyordu. iyi miydi, kötü müydü, onun hayatıydı işte. ama sonradan batılı zamanının kurbanı olması onun için bayağı şaşırtıcı bir durum oldu. ama daha batılı zamanıyla tanışmadan önce zamanla ilgili durumlar değil de, başka şeyler karıştırdı hayatını. hatta zaman derdi falanca neydi ki... orada, memleketinde başı öyle bir belaya girmişti ki, kendisini ölü saymayı öğrenmişti. bedava yaşıyordu şimdi, bunu sık sık vurguluyordu. o da ne ilginç bir söylem; bedava yaşamak. ama zaten genevre’ye gelir gelmez şehrin ortasındaki göl kenarında bir banka binasının üstündeki koca yazıyı görün- ce de bu çelişkili ölçü mekanizmalarına şaşırdığını hatırladı. “time is money”. yazıyordu orada. o tüm insan veya işçi hakları örgütlerinin bu bankaların kuralını hangi derece- de kabul ettiklerini sahiden soruyordu kendi kendine. ve kendisinin de kullandığı deyim “bedava yaşamak” bu fel- sefeyi içeriyor muydu, diye sorduğu da oluyordu. yani, o zaman tabii ki fakir insanın zamanı bedavadır. ama işte o bedava olmak nasıl bir şeydi, tam anlamadı. aslında hâlâ uzun yıllar sonra tam anladı da orada, eski memleketinde başı da bunların yüzünden belaya girmedi. yoksa bu inanç taa oradan mı etkiledi hayatını. neyse işte o da bilemiyor- du... ama onu çok üzen olayların sonucuydu eski yerinden ve zamanından kaçmasının nedeni. çok sevdiği bir küçük kardeşi uranyum çıkartılan madenlerde çalışıyordu, ülkenin çoğu güçlü ve genç erkeği gibi. zaten ülkenin her tarafın- da vardı o madenlerden. devasa fransız şirketi areva için çalışıyorlardı. fransa’nın tüm nükleer üretiminin yerelin elinde olabilmesini onun kardeşi gibiler sağlıyordu. hatta savaşa katılmayan herkes o madenlerde çalışırdı. büyük iş gücüydü. onun akrabalarından altı kişi uranyum çıkartarak ekmeğini kazanıyordu. kimsenin de buna söyleyeceği bir şey olmuyordu. zaten eskiden beri fransızların sömürü ülkesi olduğundan, bir sorgulanmama alışkanlığı yatıyordu vaziyetinin üzerinde. ama o işlerle ilgili bir durumu nedeniyle aniden olaylar değişiverdi. o madende çalışan kardeşi daha yeni evlendi ve taptaze muhteşem bir bebeğin babası oldu. niane de resmen bağlıydı o bebeğe. sabahlara kadar severdi onu.
tam üç hafta sonra bir akşamüstü madende bir yer kay- ması meydana geldi ve ortalık allak bullak oldu. kardeşi de tam o gün çalışıyordu ve korkunç bir iş kazası geçirdi. aptal bir kazaydı. ama olan oldu, zamanı geri alma yeteneğine sahip değil ki insan, yatırımlar hep ilerideki zaman satın alınarak yapılır. yapılacak bir şey yoktu. on beş genç adam aniden öldü. gömme zahmeti bile vermediler kimseye, hazır toprak altındayken ölüverdiler. niane’nın kardeşi aslanın önüne düşse daha iyi bir ölüm olurdu, paramparça oldu koca adam. ne yapar ki insan öyle bir durumda. ortalıkta doktor yok, hastane yok. devasa çaresizlik vardı, o kadar. niane onu kurtarmak için çalıştığı şirketle hastane masrafları konusunda çatışmak zorunda kalmıştı.
tepedeki kirişten omzuna düşen bir demir, omzundan girip göğsünün yarısını paramparça etmişti. niane, hem hastane hem de sonrasında cenaze masrafları için patrondan patrona koşmaya başlayıp tüm ülkedeki sistemle de yüzleşmek zorunda kaldı. bu da yetmedi, o sistemi korumak için
kurulu olan tehlikeli organların av malzemesinin hayatına dönüştüğünü fark etti. içinden bir daha asla çıkamayacağını düşündüğü bir zincirin kendisini sarmaladığını anladığında kaçma imka?nı da bir tesadüf sonucu ortaya çıkmış ve niane, güneşten neredeyse habersiz isviçre’ye kaderini taşımıştı. kendi ülkesinde de fransızca konuşulduğundan dil sorunu yaşamamıştı çok fazla. kendi ülkesinden pek az göçmen olduğundan ve o azınlıkla da pek anlaşamadığın- dan ötürü yalnızlık çekiyordu tabii, korkunç bir yalnızlık. ama son yıllarda fizikçilerin ün kazanmış nükleer araştırma merkezinde, bilim beşiğinde, cern’de çalışmaktan çok memnundu. her ülkeden insanlar vardı, renk renkti insan faunası, ama yine de, tabii genellikle batı ülkelerinden ya da en azından beyaz insanlardan oluşan bir faunaydı. farklıydı tabii, herkes çalışıyordu, önemli şeylerle meşgullerdi. ve kültürlerinde de o uğraştıkları şeyler önemseniyordu. öylece herkes emindi yaptıklarından, naine’nın anlamadığı bir emin olmaktı. ortak doğruluklar üzerine kurulmuş bir kültür gibiydi. birtakım bilgileri sahiplenmiş bir sınıfa da benziyordu o durum. niane onlara hem hayranlık duyuyordu, hem de tam olarak kendisinin bile bilemediği bir rahatsızlık duygusuna kapılırdı işte o emin olma ısrarı yüzünden. ama o duygular tamamen ona aitti, kimse şüpheye düşme ihti- yacı duymuyordu. o kasada otururken özellikle bazen upuzun ve tenha günlerde, ölen kardeşini düşünmek istiyordu. bazen özelikle onun için, zihninde bir bölüm ayırıyordu. bir alan halini almış o konuya girmek, o alanda kardeşiyle birlikte olmak bir yolculuğa çıkmak gibiydi. o ritüelle baş başa kaldığında tek yönlü sorular soruyordu. “benim güzel kardeşim neden uranyum için öldü?” diye. ama genellikle
neşeliydi, iyi huylu bir adamdı. o yorgun yüzlü insanların ortasında niane’nin dolu dolu, dobra dobra yüzü bir dünya haritası gibiydi. o yuvarlak kafası tüm yerküre gibiydi; ay- dınlığı da bilirdi, karanlığı da.
o, fizikçilerin arasında pek seviliyordu aslında. birkaç profesör arkadaşı onu evine de davet etmiş, birlikte yemek yemişlerdi. ama yine de içine yerleşmiş o yalnızlık duygusu bir türlü gitmiyordu. bir sınırı geçmiş durumdaydı. aslında tam olarak yalnızlık da değildiki haksızlık duygusuydu esasında. ama ona yalnızlık demek yine de daha kolaydı.
“suyum, toprağım, parçacığım.” gülüşünü sürdürerek konuştu,
“yine unuttun mu bu boyuttaki hayatı?” duvar kenarından bir sandalye çekip yumuşak ama kuvvet içeren hareketleriyle mirella’yı sandalyeye oturttu. mirella’nın gür, kafasına sokulmuş kova yardımıyla kesilmişçesine saçları o narin yüzüyle ve koca gözleriyle özgün bir hava veriyordu. o yusyuvarlak gözlerinin etrafındaki buruşukları, gülümsediğinde ortaya çıkıyordu... niane’ya dikilip oturuyordu.
o tatlı ve gümbürtülü bir şarkı söylüyordu sözlerinin arasında. “hiç mi vaktiniz yoktu?” diye tekrarlıyordu. bir ağıt oluşmaktaydı bu kelimelerden ve dolana dolana o hiç bitmeyecek gibi tonların odada dönmesi havada niane’ye özgü bir kara delik örmekteydi. öyle bir yoğunluğa ulaştı ki, o notalardan artan sözlerin her biri bir rüzga?r olmuştu mirella için artık. niane o sözleri o iki fenerini, gözlerini kapatmış mirella’nın kulağına fısıldıyordu.
“hiç mi? söyle bana. ben sana önceden de söylemedim mi? beni, higgs gibi düşün.” güldü ve tüm oda güldü onunla.
“higgs önceden bilmediklerini kanıtlıyor, değil mi?” o titizlikle kesilmiş saçların arasında parmaklarını gezdirip öbür kulağına fısıldadı.
“bir hiçlik bağlayacak sizin bilgilerinizi yaşama, değil mi?” bu sefer iki büyük elini o zayıf, gerilmiş omuz başlarının üzerine kondurarak, masaj yaparken yine eğilip kulağına bir şeyler fısıldamaktan vazgeçmedi.
“o bozondan önceki hayat, tam hayat değil miydi? şimdi siz buldunuz diye anladık, değil mi, altın kalpli birtanem?” eğildi iyice ve dolgun dudaklarını kadının bir uykulu kuğunun duruşunu almış boynunda gezdirerek, tek tek öpüşten öpüşe geçiyordu. sonra da tam kulağının önüne geldi. ağıdı ve ezgisindeki hareketini hiç bozmadan fısıltılı bir sesle konuşmaya devam etti.
“ceylanım benim, ormanların gözyaşı... şimdi bir hiçliğin her şeyi mibaşlayacak? şimdi görecek miyiz hiçliğin gücünü? diyorsunuz ki asıl odur önceden sandığımız gücün özü. gücü kanıtlayan yokluk. o muydu güçlülere güç veren? şimdi güç verenin yüzü çıktı ortaya.” arada iki büyük öpüş kondurup devam ediyordu.
“o da şimdi mi güçlü oldu, önceden sadece kendi kendine bir hiçti? söyle bana, kedi yavrum, mavi gözlü kurbanım. öpeyim mi seni? masallarda öpmek tehlikelidir, bilirsin.” mirella’nın önüne geçti. gözleri kapalıydı, dudaklarında narin bir hareket salınıp gidiyordu. niane, ellerini birleşik duran dizlerine kondurdu ve öne eğildi. mirella nefesini yüzünde hissetti. açmadı gözlerini.
“söyle bana, batılı maymuncuğun kütlesini hangi adamlar dolduracaklar bu sefer?” elleriyle dizlerini açtı, diz çöküp yere, o açılmış bacakların arasına girdi. başını uzatıp
mirella’nın yüzüne doğru, bu sefer dudaklarından öptü. o solgun yüzün rengi değişmişti şimdi. mirella gözlerini açtı. masmavi gözleri görmek de istediler bu cesur adamın gerçek halini. o, biraz geri çekildiyse de dudaklarında ortamın uyuşturucu etkisinin dansı devam etti.
“patlama” müthiş güldü tam mirella’nın hemen dokunulacak mesafesi önünde. “big.” ellerinin parmakları havada apaçıkken tekrarladı; “big.” kafasını arkaya atıp ağzını kocaman açarak güldü. büyük bir şakaymışçasına güldü. ve öne eğerek vakur bir gece gibi yüzünü mirella’nın yüzünün karşısına kadar getirip durdu, şarkının en uzun mola yerine gelmişti. bekledi, bekledi, bekledi, sonra da öperek kapadı o boncuk gözlerini.
“belki de tanrı patladı.” bu sefer hiç gülmedi. kendisi bile korkmuş olabilirdi bu kelimelerden. ama iki elini mirella’nın yanaklarının altındaki çenesine yerleştirdi, büyük bir öpüşe hazırlar gibiydi kadını ve kendini.
“orkidem benim, bilirim ben. siz zamanı satın aldınız. tanrıyla işbirliği yaptınız. sıfır dediniz.” mirella tekrar gözlerini açtı. gözlerinde hayranlık vardı.
“sıfır dediniz. oradaydı işte tanrı patlaması. evet, benim baykuşum, dolunayım. evet, siz dediniz ki önceden zaman yoktu. tanrı patlamasıyla başladınız zamanımızı saymaya. eveeeet.” minnacık, ironik ama samimi öpücüklerle dudaklarını gezdirdiği yüzü ıslak lekelerle doldurdu.
“sonra da ne oldu? onun tek bir patlama olduğunu söylediniz. evet, tek bir tane tanrının olduğunu. yahudiler, sonra katolikler, halka halka yayıldı patlama ve ta buraya kadar geldi...” duraksadı.
“sana geldi.” ellerinde dinlenen başı tutarak, dudaklarından uzun uzun öptü. yavaşça, arada bir dudak kenarlarını yalayarak.
“calvin oldu ve en uzaklarda, kimsenin gidemediği yerlerin son halkalarında luther, mal mülkiyet yok, sadece inanmak. görüyor musun sen? başka patlamalar da var dünyada.” çekildi önünden ve mirella’yı elinden çekerek kaldırdı. onun ipek gömleğinin ufacık düğmelerini açtı, arkaya doğru eğilen omuzlardan serbestçe yere düştü ipekli gömlek, ölecek olan kelebek gibi... arkada duran etek düğmesini açıp fermuarı indirerek eteğini düşürdü. mirella’nın elli yıllık yaşanmışlıktan artakalan yorgunluk belirtilerini ortaya çıkarıyordu soydukça. beyaz bedeni o alacakaranlık odada, o güçlü adamın yanında, bir başka hayvan türündenmiş gibi duruyor; kendisinin bebeği gibi korumasız, kendisini bırakmış ama aynı zamanda olduğu gibi olmasının sanatını bilen bir edayla dikiliyordu. çekingenlik yoktu. atomlarıyla huzura erdiği belliydi. niane, kaldırıp kollarına aldı o ince, uzun bacaklı flamingoyu. taşıyıp dikkatle yatağa indirdi. bir an öyle kaldı pembe çıplaklığında, o daha yeni insanlığını keşfetmiş kadına. tam göbeğinin ortasını bir öpüp masaya konmuş şarap şişesini aldı. mirella’nın çantasından üç ka?ğıt sayarak aldı, cebine soktu. dolandı açtı şişeyi. pantolonunun düğmelerini açıp tek bir sallanma hareketiyle düşürdü onu, bir bacağını at gibi havaya kaldırıp adım atıp duraksayarak çıktı o elbise çöküşünden. şarabından verdi mirella’ya. kadın, direkt şişeden kan rengi suyu içerken birkaç damla kaçıverdi. bu kontrolden çıkmış damlalar mirella’ya gülme niteliğini hatırlattı. “tanrının kanı”.
niane’ye verdi şişeyi. “iç sevgilim,” dedi. o da içti.
“çarpışma zamanı, parçaları birleştirme zamanı. daha ne istiyorsunuz? zaman patladı, a?lem patladı işte. her yerde, her şey çarpışmıyor mu, çarpışıyor. ne diye kural arıyorsu- nuz?” karnından öpüyordu kelimelerin arasında. gülüyordu da. mirella da sessizliğinden çıktı. önce küçük küçük gülümsemelerle, sonra rahatlayarak ona katıldı.
“sen her şeyi biliyordun da neden bize anlatmadın?” sesi sevimliydi.
“sen kimsin? gel, biraz da ben öpeyim. gel. gel ya. kim- sin sen, söyle.” kıkırdayarak öpüşe ısıra söyleniyordu.
“ben mi?” niane dikildi. yarattığı ciddiyetten güldürmek istediği fazlasıyla belliydi
“ben her şeyi bilenim, var olanın, kaynağın gölgesiyim. var olanı hatırlatmak için hiçlikte doğdum. adım higgs.” delice güldü.
“mister higgs.” ikisi de çocuklara has rahatlıkla güldüler.
“bir hiçim ben. hiç.”