26 ŞUBAT, PERŞEMBE, 2015

Whiplash’in Kırbaç Etkisi

Bu filmin çokça sevilmesinin ve çokça tartışılmasının bir sebebi var. Whiplash sadece bir film değil, sahte “aferin”lerle yetinen, rehavete kapılan ve en baştaki büyük hedeflerini unutan sanatçılara vurulan bir kırbaç.

Doğu Yücel yazdı…

Whiplash’in Kırbaç Etkisi

Gündemde olup bitenleri tartışmaktan amatör tartışma programı konuğu kıvamına gelmiştik. Twitter’da yoklama verdiğimiz tartışma programına çıkıp sevmediğimiz adama sınırlı bilgimizle haddini bildirmenin hayallerini kuruyorduk. Tamam, onlar kadar siyasi literatüre hâkim olmayabilirdik, yakın tarih konusunda onlar kadar ezberimiz sağlam olmayabilirdi ama artık iPad’le programa katılıp google’dan “bilgi” çakabileceğimiz bilgisayar çağındaydık. Bunu başarabilirdik!

Derken Whiplash (Türkçe meali: Kırbaç) ile öyle bir kırbaç yedik ki, gündemi değil filmleri tartıştığımız o güzel güneşli günleri (en azından parçalı bulutlu!) hatırladık.. Meğer ne kadar özlemişiz öyküleri tartışmayı! Ben zıvanadan çıktım tabii. Facebook’ta, Twitter’da, imdb forumlarında, ofiste her yerde filmin bazı yönlerini tartışırken buldum kendimi. Tartışmalardan, makalelerden ve abartıp filmin senaryosunu okuduktan sonra Whiplash hakkındaki görüşlerim değişti. Filmi izledikten sonra Twitter’a “Baba bir şarkının konser kaydında grup birden davul solo faslına geçer de ‘niye ki?’ dedirtir ya, işte Whiplash o. Alkışı da ‘ama’sı da bol.” diye yazmıştım. Şimdi “ama”sının öyle bol olduğunu düşünmüyorum, en fazla Fletcher’ın deyimiyle “Not quite my tempo” diyebiliyorum. Ama onun gibi şarkıyı kestirip atamıyorum. Çünkü karşımızda senaryosuyla, duygusuyla, oyunculuğuyla her açıdan büyük iddialar taşıyan özel bir film var.

29 yaşındaki senarist yönetmen Damien Chazelle'in bundan önce başarısız müzik filmleri mevcut ve kendisi caz davulculuğundan gelme"

“Hobi olarak gene yap” Anlayışına Baget Fırlatan Film

En başta derdim daha çok senaryo yapısıyla ilgiliydi. (Geçmişten kalma mesleki deformasyon olabilir.) Finaldeki caz festivali açılışındaki sahne dramatik olarak etkileyiciydi ama inandırıcı gelmemişti bana. Bu tip sahnelerde “Babam ve Oğlum” filmindeki “kollarımı açaydım, gitme diyeydim” mizanseni aklıma gelir hep. İlk izlediğinizde etkileyici gelen ama sonra inandırıcı olmadığını fark edip alaya almaya başladığımız sahneler... Benzer şekilde Whiplash’te de Andrew’un ilk defa çalacağı bir orkestrayla caz festivali açılışını yapmasını, Fletcher’ın itibarını yerle bir edebilecek bu riski sırf intikam amacıyla olsa da (veya kendi Parker’ını yaratmak için) alabileceğine inanmamıştım. Hem neden diğer performanslarda olduğu gibi yedek davulcu yoktu Andrew’un yanında… Senaryoyu (Google’da rahatlıkla bulabilirsiniz) okuyunca aslında bu sahneden hemen önce bir prova sahnesinin yazılmış olduğunu fark ettim. Takıldığım açıkları kapatan bir sahne. Senarist / yönetmen Damien Chazelle keşke o sahneye kurgu aşamasında kıymasaymış…

Fakat bu önemli değil. Çünkü bence çok konuşulan bu final sahnesinden daha önemli üç sahne barındırıyor Whiplash. Ailenin bir araya geldiği yemek sahnesi bunların ilki. Yemek masasında eğitim ve spor alanlarında başarılı olan ailenin genç bireyleri övülüyor. Andrew’un orkestraya asıl davulcu olarak girmesi ise pek ses getirmiyor. Hatta tam tersine davulculuğun para getirmeyeceğini söylüyorlar. Kısacası büyükler her zaman her yerde dediklerini tekrarlıyorlar: “Yapma demiyorum, hobi olarak gene yap.” Andrew da bunun üzerine zorba öğretmeni Fletcher’a öykünen bir üslupla masadakileri aşağılamaya başlıyor. Babası altta kalmıyor, Andrew’un örnek gösterdiği efsanevi saksafoncu Charlie Parker’ı aşağılayarak “34 yaşında beş parasız, sarhoş ve eroin çekmiş bir şekilde ölmek benim başarı anlayışım değil” diyor. Andrew hemen babasına yanıtı yapıştırıyor: “34 yaşında sarhoş ve beş parasız şekilde ölüp insanların yemek masasında benden bahsetmesini 90 yaşında zengin ve ayık şekilde ölüp kimse tarafından hatırlanmamaya tercih ederim.”

Andrew ve Nicole mutlu günlerinde

Andrew’un hedefiyle arasındaki diğer engel ise kız arkadaşı. En sevdiğim ikinci sahne de Andrew’un Nicole’dan ayrıldığı sahne. Andrew sinema tarihinin (ve belki de ilişkiler tarihinin) en acayip ayrılık konuşmasını yaparak kız arkadaşıyla ipleri koparıyor: “Davul benim daha çok vaktimi alacak ve seninle pek vakit geçiremeyeceğim. Seninle geçirdiğim vakitlerde de davul çalmayı düşünüyor olacağım. Sen de bana alınmaya başlayacaksın. Bir noktada benimle daha çok zaman geçirmek için davula bu kadar düşmemem gerektiğini söyleyeceksin, ben de bunu söylediğin için sana alınacağım. Birbirimizden nefret etmeye başlayacağız ve işler çirkinleşecek. Bu sebeplerden ötürü, temiz bir ayrılık olsun istedim.” Kendi vurgusuyla “en iyilerden biri” olmak için aşktan feragat ediyor Andrew. Bir de kaza sahnesi var tabii ki. Ölümden döndüğü ve enkaza dönen arabadan çıkıp kanlar içinde konsere yetiştiği sahne. Andrew “en iyilerden biri olmak” için hayatının merkezine müziği koymakla yetinmiyor, ortaya hayatını koyuyor. Sadece duygusal değil, fiziksel de fedakârlık yapıyor. Adeta kanının son damlasına kadar savaşıyor. Ki çokça eleştirilen bu Rocky durumu filmin senaryo metninde çok daha belirgin. Mesela filmde görmediğimiz ama senaryoda okuyabileceğimiz bir sahnede Andrew bacaklarına ve kollarına ağırlık takarak davul çalıyor. Bir halterci gibi kademe kademe ağırlıkları, daha sonra ise metronomun hızını artırıyor, artırıyor… Kolu kopana kadar, zillere kanı sıçrayana kadar devam ediyor bu egzersize. Senaryoyu okuyunca küçüklükten beri büyük hayalleri olduğunu anladığımız Andrew’un hayali için yapmayacağı şeyin olmadığını daha iyi anlıyoruz.

İşin ilginç yanı tam da bu yüzden Whiplash eleştiriliyor. Filmde müzik aşkının olmadığı, sadece hırsın olduğu söyleniyor. Andrew’un ailesiyle, kız arkadaşıyla bağlarını kopartacak kadar müziğe odaklanması aşk değil, hırs olarak adlandırılıyor. Daha da ileri gidip bu hırsı faşizmle, kapitalizmin rekabet mantığıyla örtüştürenler de var. Andrew’un hayatın sözüm ona güzelliklerini es geçip her şeyini davula vermesi ayıplanıyor. Fakat sinema, edebiyat, müzik tarihindeki “en iyiler”e baktığımızda Andrew’dan farklı olmadıklarını görüyoruz. Üretkenliğin yalnızlıkla gelebileceğini iddia ettiği için Farö adasına taşınan Ingmar Bergman’dan kendini tüm dünyadan soyutlayan Salinger’a, daha çok yazmak için Maine’deki evinden nadiren çıkan Stephen King’den, tuvalette, yemek masasında bile elinden gitarı bırakmayan Frank Zappa’ya kadar yüzlerce örnek verebiliriz. Henry Miller’ın çok “uç” bir sözü vardır bu konuda: “Önceliğin hep yazmak olsun. Resim, müzik, arkadaşlar, sinema, hepsi sonra gelsin.”

Disiplinle ilgili kişisel bir örnek sıkıştırayım araya. Orta 3’te ilk öykülerimi yazıyorum, okul dergisinde falan yayımlıyorum. Etrafa yazar pozları kesmeyi de ihmal etmiyorum tabii. Bir gün Muzaffer İzgü okulumuza söyleşiye geldi. Günlük yazma rutinini anlattı. Her öyküsünü baştan sona en az üç dört kez tekrar yazdığını, bu çalışmaya vakit bulmak için günde beş saat uyumakla yetindiğini anlattı. Bu sırada yanımdaki arkadaşların “ihtiyar delirmiş” gibi şakalar yaptıklarını unutamam. Fakat İzgü’nün söyledikleri bende farklı bir his uyandırmıştı. Kendini çoktan ispat etmiş usta bir yazar hâlâ böyle insanüstü bir çalışmayla kitaplarını yazarken, ergen halimle ders aralarında yazdığım öykülerin “öykü” olduğunu, kendimin de “yazar” olduğunu sanıyordum. Hissettiğim şey utançtı. 

Andrew Neyman iyi değil, en iyilerden biri olmak istiyor

Sanatçı – Arı Benzetmesi

Şu bir gerçek, zamana meydan okuyan bir beceriye ulaşabilmek için ter dökmek şart. “En iyiler”den biri olmak için metafor düzeyinde kan dökmek de gerekiyor. Whiplash konfor çağının “sanatımı da yaparım, hayatımı da yaşarım” anlayışındaki sanatçı adaylarına bir kırbaçla bu gerçeği anımsatıyor.

Ralph Waldo Emerson da bana katılıyor. Meşhur bir lafı var: “Sanatçılar kendilerini sanatları için feda etmelidir. Tıpkı iğnelerini soktukları zaman hayatlarını kaybedecek olan arılar gibi.” Sanat adamlarının buna benzer sözlerini her yerde bulabilirsiniz. Peki tüm bu örneklere karşın performansı için ailesini, sevgilisini, onurunu ve sağlığını ikinci plana atan Andrew neden ayıplanıyor? Bu soruya başka soruyla yanıt vereyim. Eğer filmdeki kahramanımızın adı Andrew Neyman olmasaydı da, yaşayan efsane Roy Haynes olsaydı, aynı eleştiriler getirilir miydi? Öyle olsaydı Andrew’un özverilerini tam tersine överler miydi? Trafik kazasından sonra bile konsere yetişmesi çığrından çıkmış bir gencin hırs öyküsü mü olurdu, yoksa genç müzisyen adaylarına örnek olan bir şehir efsanesi mi?

Ailesinin, yakın çevresinin itirazlarına karşın sanat dalında üniversite okuyan genç, şöhret olana kadar onlardan kabul görmez ya. Aynı hesap. Whiplash’in bu kadar sevilip, bu kadar tartışılmasının ardındaki asıl sebep de sanatla ilgili yaşadığımız bu dilemma. Bireyin işkolik olup patronuna daha çok para kazandırmak için kendini paralaması, türlü türlü psikosomatik hastalıklara sahip olması kabul görürken bir gencin kararlılıkla kendi hayaline hayatını adaması yeri geliyor sanatçı takımının bile hoşuna gitmeyebiliyor. Tam bu noktada gizlenmiş başka bir problem daha var. Deha ve yeteneğe bakış açımızdaki bir problem. Kendimizi hayranlık duyduğumuz sanatçılar kadar yeterli görmediğimiz için deha ve yeteneğin genetik olduğuna inanmak istiyoruz. Bu güzel bir teselli. “Nasılsa onun genlerine sahip değilim, olduğuyla yetineceğiz…” Bu yüzden Andrew’un çok çalışmasına kıl oluyoruz. Oysa “en iyiler” deha ve yetenek sorulduğunda her zaman çalışmayı, alın terini, emeği ön plana koymuşlardır. Edison’un lafını bilirsiniz, “dehanın yüzde biri ilham, yüzde doksan dokuzu terdir” der. Yeteneğin, dehanın, sanatsal becerinin kaynağı genlerde de değildir, IQ’da da, başka fiziksel tesadüflerde de. Tarih büyük yeteneklerin “loser” çocukları ve aile ağacında en ufak sanatsal pırıltı olmayan, sadece çalışarak “deha” olanlarla dolu. 

Bunu seven bunu da sever

Oysa bu unutuldu. Hem sanatçının kendisi hem de sanatsever unuttu. Turnelerde perişan olan tiyatrocular yok artık. Sahnede kan ter içinde kalan rock müzisyenlerini göremiyoruz. Çağdaş müzisyenler sahneye çıkıp kımıldamadan enstrüman çalıyorlar neredeyse. Yazarlar PR’ın gücünü keşfetti, yazdıkları metinlerden daha çok PR’larına zaman ayırıyorlar.

Peki sonuç ne?

Whiplash’te bahsedilen o “en iyiler”le günümüzde karşılaşamıyoruz.

Ne müzikte ne edebiyatta ne sinemada “en iyiler”in düzeyine erişebilen sanatçı var.

Oysa teknoloji sağ olsun, yazmak da, çalmak ve kaydetmek de, film çekmek de her zamankinden daha kolay ve daha masrafsız.

Whiplash’te Andrew’un mükemmeliyet arayışı, bu yüzden sanatçıları kızdırıyor olabilir. Sanatçılar “en iyiler”in özverilerini yapmaya cesaret bulmadıkları için bilinçaltında öfke duyuyor olabilirler Whiplash’e. Diğer yandan sanatseverler de “en iyilerden biri” olmadığını bile bile ortalama sanatçıyı “good job” / “aferin” diye alkışladıkları gerçeğini onlara hatırlattığı için Whiplash’e kızıyor olabilirler.

Bir film birilerini kızdırıyorsa iyidir.

Charlie Parker 1955’te 34 yaşında berbat bir halde ölmüş olabilir. Fakat 2014’de eski işleri tutmamış bir sinemacıya / davulcuya yılın sürpriz filmi için ilham verebiliyor. Filmdeki Fletcher, Andrew’dan bir Charlie Parker yaratmayı başardı mı bilmiyoruz ama Whiplash bir gün bir yerlerde rehavete kapılmış bir sanatçıyı kamçılayıp, ondan “en iyilerden biri”ni yaratabilir.

Çünkü iyi filmler bunu yapar.


​BUNU SEVEN BUNU DA SEVER

Film: Shine (1996)

Kitap: Ketil Bjornstad - Müzik Uğruna (Metis Edebiyat)

Müzik: Whiplash Soundtrack

2
28305
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Doğu Yücel
11.02.15
22:49
LOVE IT
Anton Fransuva
11.02.15
22:24
LOVE IT
Geldanlage