Han Kang hepimiz için isyan ediyor; kaybettiklerimiz için, elimizden alınanlar için, yaşamaktan dahi utandığımız anlar için. Çocuk Geliyor, her sayfasında ölümün, her gün yüzleşmekte zorlandığımız gerçekliğin katmanlarını barındıran sarsıcı bir katliam anlatısı.
“Ben mücadele ediyorum. Her gün tek başıma savaşıyorum. Hayatta kalıp hâlâ yaşıyor olmanın utancıyla savaşıyorum. İnsan olmamın acımasız gerçeğiyle savaşıyorum. Ölümün bu gerçekten sıyrılmamı sağlayacak tek yol olduğu düşüncesiyle savaşıyorum. Siz, benim gibi bir insan olan siz, bana ne diyebilirsiniz?”
Han Kang’ın gerçeklerin, eşyanın ve etin dilinden konuşan rahatsız edici üslubuna 2016 Uluslararası Man Booker ödüllü Vejetaryen adlı kitabından aşinayız. Karşı çıkışını edebiyatla yapan yazarın yeni kitabı Çocuk Geliyor da geçtiğimiz günlerde Göksel Türközü çevirisi ve Murat Yılmaz’ın kapak tasarımıyla raflardaki yerini aldı. Yine April Yayıncılık’ın mutfağından çıkan kitap, yakın Kore tarihinin izinde, insanlığın ortak acılarını anlatıyor. Çaresizce sıktığımız yumruktan, boğazımıza düğümlenen haykırışlarla ölüler ve yaşayan ölüler kitapta dile geliyor. Han Kang, iktidarın karşısında vicdanla, edebiyatla dimdik duruyor. “Vicdan. Kesinlikle vicdan. Dünyadaki en korkunç şey odur.” diyerek insan olmaktan hesap soruyor; yaşamaktan, ölmekten, her birimizden.
Tarih 18 Mayıs 1980, yer Gwangju. Bak Coınğ Hi'ye 1979 yılında gerçekleştirilen suikastın ardından yeni iktidar, yönetime geçmek üzere harekete geçince Kore halkı demokrasi için ülkenin dört bir yanında ayaklanıyor. Ordu iktidara el koyuyor, amaçlarının öğrenci ve işçi eylemlerini bastırmak olduğunu söylüyor. Silahsız eylemcilere ateş açılıyor, işkence ediliyor ve sayısız insan tutuklanıyor. Ardında binlerce yaralı ve bugün hâlâ sayısı tam belirlenememiş yüzlerce ölü bırakan olaylar, Gwangju Ayaklanması ismiyle demokrasi tarihine geçiyor.
Tarihler, coğrafyalar, iktidarlar değişse de karşı karşıya kaldığımız acılar ortak. Tıpkı bizim de aynı yılda, 1980 Eylül’ünde tanık olduğumuz gibi, aynı acılar bazen farklı evlere düşebiliyor. Ölüm, dayak, işkence, tecavüz, kayıp, baskı, sansür… Soluk almanın dahi imkânsız hâle geldiği bir atmosferin içinde ses çıkarmanın güçlüğüne ve güçlük çekenlere hepimiz şahidiz. Zira iktidarın olduğu her yerde –bu iktidar ister baba, ister koca, ister devlet, ister iş veren olsun– zalimliğimiz de acılarımız da ortak. Han Kang da Çocuk Geliyor’da bunun altını kalın çizgilerle çiziyor: “Vietnam Savaşı’na gönderilmiş bir Koreli birliğin hikâyesini de dinlemiştim. Onlar köydeki muhtarlığa kadın, çocuk ve yaşlıları toplayıp hepsini ateşe verip yakmışlar. Savaşta böyle yaptıkları için ödüllendirilen insanlar vardı ve o insanların bir kısmı bu anılarla Gwangju’ya bizleri öldürmeye geldiler. Cecu Adası’nda, Çin’in kuzey batısındaki Kwantung ve Nanjing’de, Bosna’da ve Yeni Dünya dedikleri Amerika kıtasının her yerinde yaptıkları gibi genlerine işlemiş aynı zalimlikle. Unutmuyorum. Her gün karşılaştığım kişilerin insan olduklarını. Bu hikâyeyi dinleyen siz de insansınız. Ve ben de bir insanım.”
Genç, çocuk demeden yüzlerce insanın katledilişi nasıl anlatılabilir, anlatacak sözler nasıl seçilebilir, anlatmaya insan nasıl dayanılabilir? Han Kang bu imkânsızlıklara rağmen ve onlar üzerinden, onlara da isyan ederek yazıyor. Ölülerin sesine, çocukların hayaline bürünüyor ve dilin sınırlarını yeniden çiziyor. Yazar kendi yaşamından yola çıkıyor. Gwangju’daki evlerini satın alan ailenin olaylar sırasında öldürülen 15 yaşındaki oğulları Donğho’nun merkezinde şekillenen yazma mücadelesini de kitabın son bölümünde anlatıyor. Kitabın çıkış noktası olan Donğho ve etrafında katliamının yankılarına ses veren yedi karakter. Öldürülen iki çocuk: Donğho ve arkadaşı, sansürle boğuşan bir editör, bir tutuklu, fabrika işçisi kız, çocuğun annesi ve yazarın ta kendisi. Yazar etini, sesini olayın kurbanı olan karakterlere verirken bir yandan da Donğho’yla, ölülerle ve bizlerle konuşuyor. “Sen” diye hitap ediyor karakterler, sonra “o” oluyor, “ben” oluyor, “biz” oluyor. Farklı anlatıcılara ve hitaplara maruz kalırken yazarın anlatı araçlarıyla nasıl oynadığına, onları nasıl büktüğüne, böyle bir konuyu nasıl dilin ve kalıpların dışına çıkarak, karakterlerin içine girerek, bize hitap ederek anlattığına şahit oluyoruz. Gerçeklerle yüzleşmenin zorluğunu duyuyoruz kitaptan, nasıl yazılabildiğini merak ediyoruz. Yazar, kendisi dokuz yaşındayken meydana gelen bu olaylar üzerine “nasıl” yazdığını Guardian’daki röportajında şu sözlerle ifade ediyor: “Çocukları yazmak benim için bir mücadele oldu. Ateşe et atıldığında acı çeken bir insanım. Fakat onlar bu olaylara tanıklık edemediler. Çünkü öldüler. Ben de kendi bedenimi ödünç vermek ve onlara ses vermek istedim. Bunu neden yapmak zorunda olduğumu bilmiyorum ama yaptım.”
Mücadele. Anlatmak da hatırlamak da yüzleşmek de yaşamak da. Çoğumuz her gün mücadele ediyoruz kaybettiklerimizle, neden kaybettiğimizle, devam etmekle. Kolektif hafızamıza kazındı, “O çocuğu niye öldürdüler?”, “Katilleri kim?” soruları. İşte Han Kang da eğer doğrudan bakarsak hayatımızı sürdüremeyeceğimiz bu acı gerçekliğin içinden yazıyor. Nasıl birer “et parçası” hâline gelebildiğimizi hatırlatıyor, etten konuşuyor; şiirle, düz yazıyla, haykırışlarla söylüyor.
“Sizleri kaybettikten sonra, bizim için vakit akşam oldu.
Bizim evlerimiz ve yollar akşam oldu.
Ne daha fazla kararan ne de tekrar aydınlanacak olan akşamın derinliklerinde bizler, yemek yiyor, yürüyor ve uyuyoruz.”
Çocuk Geliyor’da yakılan ağıt hepimizin ağıtı. Kaybettiklerimizin. Çünkü “çocuk” hepimiz için geliyor.