James Hakan Dedeoğlu’nun ilk romanı Bunu Biz İstedik İstanbul okurlarla buluştu. Dedeoğlu “Kadıköy’de kendi kasabamızı kurmuş gibiyiz ama bu bile biraz tuhaf değil mi? Niye şehrin geri kalanından izole olma ihtiyacı duyuyoruz?” diye soruyor. Felaketlerle bir araya gelmek, distopyanın hasını bir şehirde her gün yaşamak, ürkütücü güzelliğiyle bir şehri tanımak… Yazarla kurduğu roman evrenini, karakterlerini, gelecek hikâyelerini konuştuk.
Sevgili Hakan, ilk roman, ilk heyecan, kutlarım. Roman henüz taslak aşamasındayken konuşuyorduk; şehrin, şehrin dönüşümünün, yıkımın ve belki de yeniden doğmanın bir hikâyesi olmalı diyordun, bu sözler kaldı aklımda. Anlatır mısın, Bunu Biz İstedik İstanbul'un hikâyesi nasıl doğdu?
Çok teşekkür ederim öncelikle. Nedense, yolu İstanbul’a düşen Amerikalı bir seri katil fikri vardı aklımda. Bu azılı seri katilin böylesi bir şehirde neler yaşayabileceğini düşünüp duruyordum. Sonra İstanbul’un daha ürkütücü bir seri katil olduğunu fark edip benzer başka senaryoları İstanbul’a uyarlamaya karar verdim. Şehri doğaüstü felaket kurgularına tabi tutup içinde yaşayan karakterlerin ve genel olarak şehrin bunlara verebileceği muhtemel tepkileri irdeleyecektim. Kısaca ve kabaca fikir böyle çıktı diyebilirim.
Sadi Güran'la yollarınız nasıl kesişti?
Sadi ile yollarımız bundan 16 yıl önce, eşim ve ortağım Aylin Güngör sayesinde kesişti. Sadi, Aylin’in en yakın arkadaşlarından biriydi. Tanışmamızdan bir süre sonra da hep birlikte Forward dergisini akabinde de Bant’ı çıkarmaya başladık. O gün bugündür yediğimiz içtiğimiz bir.
Peki çizimler, illüstrasyonlar nasıl ortaya çıktı? Sen yazdıkça ona mı yolladın, yoksa kitap bittiğinde çizimler de çoktan hazır mıydı?
Sadi aslında bir kitap üzerine çalıştığımı en başından beri biliyordu. Yakın arkadaşım olmasından ötürü zaten yazdıkça önce Aylin’e, sonra da Sadi’ye okutuyordum. Daha önce de 2017 yılında yayımlanan, grafik novella tadındaki Rumeli Kabusu’nu yapmıştık birlikte. Bu bir roman olsa da bir yerinde mutlaka Sadi Güran dokunuşu olsun istiyordum, ama nerede ve nasıl olacağını kestiremiyordum. Sonra Aylin, kitabın sonlarında ortaya çıkan eskiz defterini neden okuyucular görmesin fikriyle çıkageldi ve Sadi çizimlere başladı.
“Şehre hayatını verip karşılığında üçün birini alan bir dolu insan var.”
Şehre bakınca, biz bunu hak ettik diyor musun? Hem iyi hem kötü yönleriyle soruyorum aslında. Kadıköy'de kurtarılmış bir bölge yaratmış vaziyettesiniz, Bina özgürlükçü bir ortam sağlıyor sanatçılara, yazarlara. Sohbetlerin, söyleşilerin, konserlerin sonu gelmiyor. Şehre ne kadar verirsen o kadar da alıyor olabilir misin?
Şehre ne kadar verirsen o kadar alırsın diye bir şey keşke olsaydı ama maalesef sistem öyle işlemiyor. Hatta herhangi bir sistem işlemiyor burada. Şehre hayatını verip karşılığında üçün birini alan bir dolu insan var. Bize gelince, evet, Kadıköy’de kendi kasabamızı kurmuş gibiyiz ama bu bile biraz tuhaf değil mi? Niye şehrin geri kalanından izole olma ihtiyacı duyuyoruz? İstanbul’da önemli yapılara, akımlara, kültürlere sahip çıkmak bir dürtü yok dolayısıyla var olduğun süre içerisinde birilerinin hayatına dokunabiliyorsan, onlara gidip başka bir şeyler üretme konusunda ilham olabiliyorsan ne mutlu sana.
Korkunç bir fırtına şehri esir alıyor, Boğaz Köprüsü'nün bile yıkıldığı söyleniyor ve bunlar olup biterken canlı yayında, kulağımız radyoda... Devamında farklı hayatlar bir şekilde buluşuyor, sürprizi kaçırmadan söylemeye çalışayım, en nihayetinde bir araya gelmezler bir araya geliyor. Bir araya gelebilmek için bir felakete mi ihtiyacımız var yoksa? Ve bir Babil’e?
Aslında karakterler bir araya gelse de kitapta yer alan hiçbir felaket öyküsünde şehrin tamamı bir araya gelemiyor. Bir kenetlenme, ortak bir his, müşterek bir gaye bulamıyorlar. Bundan uzak insanlar. İşin merkezinde biraz da bu var. Birebirde yakın ilişkiler kursak da şehrin geri kalanından içten içe ürküyoruz. İnsan yaşadığı şehri kendisine tehdit görür mü? Maalesef görüyor. Yabancıyız aslında şehre. Kitabı yazarken hep önce felaketi düşündüm, sonra da şehrin buna nasıl tepki vereceğini... Ama kendi içimizde yarattığımız felaketler kurgu felaketlerden hep daha beter geldi bana. Dolayısıyla tam anlamıyla bir araya gelebilmemiz için bir felaketten de fazlasına ihtiyacımız var. Biraz karamsar oldu, kusura bakma.
Uluslararası kitap fuarlarının son yıllardaki gözdesi distopya metinleri, ajanslar, yayıncılar birbirimize felaket hikâyelerini, felaket hikâyelerinden çıkan umut metinlerini anlatıyoruz yıllardır. Distopya deyince senin aklına hangi yazarlar, hangi metinler giriyor? Bunu Biz İstedik İstanbul'da ne kadar izleri var bu isimlerin, romanların, metinlerin?
Açıkçası sinemada ve çizgi-romanda distopik eserlere bayılsam da iş romana gelince nedense elim çok gitmez. Daha çok polisiye, fantastik ya da tam tersi tarihi kurgu metinleri seviyorum. Dolayısıyla şunun şu kadar etkisi var diyemiyorum. Ama bir iki adres vermek gerekirse, Hal Hartley’nin No Such Thing filmi doğaüstü bir olaya getirdiği farklı yaklaşım gereği benim için önemli bir ilham kaynağı. Ya da Neil Gaiman’ın dünyası. Edebiyattan bir örnek vermek gerekirse de Jose Saramago’dan Körlük ve Yitik Adanın Öyküsü geliyor şu an aklıma.
“Galiba bir yerlerde, bir noktada gerçekten bu şehre değer vermekten, onu kollamaktan, onunla bütün olmaktan vazgeçtik.”
"İstanbul hastaydı ve onu iyileştirmeye hiçbirimizin niyeti yoktu." Tanın ne, nesi var İstanbul'un? Peki ne yapabilir İstanbul insanları onun için?
İstanbul’a net bir teşhis koymak imkânsız olsa da sayısız rahatsızlığı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama genel bir tanı yapmaya çalışırsak burada Aylin’den bir alıntı yapmak isterim: “Doğru bildiğin her şeyin yanlışını yapan insanlar tarafından yönetiliyoruz.” Galiba bir yerlerde, bir noktada gerçekten bu şehre değer vermekten, onu kollamaktan, onunla bütün olmaktan vazgeçtik.
Yasaklandıkça kutsallaşan aşkıyla Merve önemli bir karekter. Aşkını, romandaki rolünü anlatmak ister misin?
Merve karakteri, onun dahil olduğu hikâye, kitaptaki en sevdiğim bölümlerden biri. Önyargılar, sert gelenekler ve muhafazakar kodlarla dolu bir toplumda yaşıyoruz ve kitabın bu bölümünde tüm bunlara inat, bunlara kafa tutan bir şeyler yazmak istedim. Hâl böyle olunca gönlünü bir uzaylıya kaptırmış, ne istediğini bilen ve yapmaktan çekinmeyen bir genç kadın karakterinden daha doğru bir seçim olamaz diye düşündüm. Galaksiler arası aşka mani olmaya çalışan fosilleşmiş dürtüler... İşte bunlarla savaşan Merve’yi hakikaten severek, neler yapar, neler yaşar diye sürekli düşünerek yazdım.
Kadın karakterlerin merkezde olduğu, değişimin, dönüşümün, hikâyenin aksını tayin edenin kadın olduğu metinlerin azlığından şikayetçiyim hem okur hem yayıncı olarak. Bunu Biz istedik İstanbul'un kadınları ileriki hikâyelerde çoğalır mı? Aybüke ve Merve'nin de ötesinde karakterler eklenir mi roman evrenine?
Şikayetinde haklısın. Elbette eklenir ve eklenmeli de... Hatta kitaptaki Aybüke Hanım karakterini ayrı bir polisiye roman serisinde devam ettirme fikrim de var.
"Tüm cihanın imrendiği, yalnız ve müthiş şehir İstanbul" diyorsun. Devamı gelecek mi İstanbul'u merkeze alan kurgularının
Mutlaka gelir ama sırada başka şehirler ve havaalanlarında geçen ve Akdeniz sahilinde bir sitede geçen iki kurgu fikri var. Bakalım, göreceğiz...