Bu yıl 40’ıncı yılını kutlayan, Türkiye’nin ilk çocuk kitapları yayıncısı Mavibulut Yayınları’nın kurucusu, editör ve yazar Fatih Erdoğan ile çocuk kitaplarına ve yayıncılığa dair konuştuk.
1980 yılında Türkiye’de yalnızca çocuk kitapları yayımlamak üzere kurulmuş ilk yayınevi olan Mavibulut Yayınları’nın kurucusu; çoğu resimlemelerini de yaptığı 70’e ulaşan sayıda kendi kitaplarının yanı sıra hem Türkiye hem dünya çocuk yazınından –kimilerinin de çevirisini ve editörlüğünü yaptığı- pek çok nitelikli yapıtlar yayımlayan; kitapları dünya çapında pek çok yabancı dillere çevrilen, biri çocuklara öteki yetişkinlere yönelik olmak üzere iki dergi (Kırmızıfare, Binbir Kitap) yayımlayan; çocuk yazını alanında yüksek lisans ve doktora yapan, 1992 yılından başlayarak çeşitli üniversitelerde vermeye başladığı çocuk yazını derslerini hâlen de sürdüren; 1994 yılında yazarlar, çizerler, editörler, kütüphaneciler için “Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği”ni kuran ve uzun yıllar (1994-2004) -ve hâlen de (2018-2020)- başkanlığını yapan; alandaki sayısız ödüllerin yanı sıra 2016 - 2019 yılları arasında çocuk yazınının dünyadaki en büyük ödülü olan Astrid Lindgren Anma Ödülü’ne dört kez aday gösterilen Fatih Erdoğan ile kitapları ve çocuk yazını üzerinde söyleştik.
Sevgili Fatih Erdoğan, yayıncılık, dergicilik, yazarlık, resimleyicilik, editörlük, çevirmenlik, yöneticilik, akademisyenlik, örgütleyicilik gibi daha birçok çalışma alanlarınız bağlamında çocuk yazını alanını kapsayan adanmış bir yaşamın öznesi ile dar bir alanda söyleşi yapmanın zorluğunu yaşadığımı baştan itiraf etmeliyim. Mühendis kökenli bir yazar olarak neden çocuk yazını?
Kısa cevap: Bilmiyorum. Kısa cevap bu ama aslında uzun cevabı da var mı emin değilim. Ta iyice küçüklüğümden beri bir şeyler yazmaya hevesli olan türdenim ben de. İlk hevesim çocuklara çizgi filmler yapmaktı ama o tarihlerde pek sınırlı bir seçenekti ve reklamcılıkla yürüyordu daha çok. Bense bilmem ne çikletinin reklam filmini yapmaktan çok bir öykü anlatabileceğim bir kanala yatkındım. Yayın hayatı bu yönüyle daha erişilebilir bir konumdaydı ve üniversiteden makine mühendisliği diplomamı alıp bir yayınevinde çocuk kitapları alanında çalışmaya başlayıverdim işte. Arkası biraz hızlı gelişti ve yayıncılıkla geçen yılların içine yazar olarak da 70 kitap sığdırabildim.
4 Temmuz 2020 de Mavibulut’un kuruluşunun 40. yıl dönümünü kutlayacaksınız. Yayıncılığın zorluklarını çıkarsayabiliyorum. Yılların başarılı yayınevinizi kurumsal olarak geleceğe taşıma bağlamında tasarılarınız olmalı.
Mavibulut'un geleceğine, daha doğrusu benden sonrasına ilişkin bir tasarımım yok. Çocuklarım ne yapar bilemem. İsterlerse sürdürürler istemezlerse benimle birlikte usulca çekilir dünyadan. Şimdilik beni mutlu ediyor, ettiği yere kadar da sürdürürüm. Kırk yıl deyince etkileniyor tabii insan. Masalsı bir süre. Bir ömür neredeyse. Ama kutlayamayacağız belli ki. Dostların bir araya gelemeyeceği zamanları yaşıyoruz.
Kitaplarınıza geçmeden, dergiciliğiniz üzerinde durmak isterim. Anımsıyorum; 90’lı yıllarda öğretmenler, veliler, çocuklar tırım tırım Kırmızıfare’yi arıyordu Eskişehir bayilerinde. Çocuklarda ve bende Doğan Kardeş gibi eşsiz hazlar, tatlar bırakan bir dergiydi. Keza benim de yıllık sürdürümcüsü olduğum yetişkinlere yönelik Binbir Kitap da kitap eleştirisi bakımından besleyici, doyurucu heyecan veren, yolu gözlenendi. Bu dergicilik serüveninizden söz eder misiniz? İlerde bu ve buna benzer bir tasarınız olacak mı?
Yorucu ve güzel zamanlardı dergileri çıkardığım o zamanlar. 90'lı yılların tamamı. Evet, onlarla ilgili güzel sözlerin mutluluk verici ama başka bir bakışla şunu söyleyebiliyorum artık: Tam bir başarısızlık örnekleriydi! Yo hayır, tabii ki iyi dergilerdi. Dergiler iyiydi ama “dergicilik” kötüydü. Yani bir “işletme” olarak yaptığım dergicilik başarısızdı. İşletmeciliği bilmiyordum. Düşün ki zamanında kapatmayı bile beceremeyen bir bilgisizlik. Yapı Kredi'ye bile Doğan Kardeş'i kapattıran talep azlığını görememe bilgisizliği. On yıl sürdürüp birkaç yıl sonra bir yıl daha çıkardım ve sonunda tümüyle kapattım. Pişman mıyım? Evet, on yıl direneceğime beş yılda pes etseydim daha iyi olurdu ama yine de bana çok şey öğretti o süreç.
Proje yöneticisi Sedat Sever olan ÇOGEM’de “Yılın 10 Yazarı” seçilmeniz nedeniyle yapılan, okurken kimi yerlerinde heyecanlandığım, Çocuk Edebiyatının Mavi Yüzü Fatih Erdoğan adlı söyleşi kitabında yazınsal kişiliğiniz ve çocuk yazınına bakışınız geniş ölçekte irdeleniyor. Söyleşinizin bir yerinde “Çok iyi bir kitap, her yaşa seslenendir” diyorsunuz. Ben de kitaplarınızın coğrafyasında büyük bir coşku ile gezindim ve bu sözünüzü sık sık andım. Şunu sormak istiyorum: Çocukluktan bu yana yazın evreninizi besleyen okuma serüveninizden söz eder misiniz?
Kemalettin Tuğcu'nun ardından Jules Verne devreye girdi ve ondan aldığım haz - hâlen okuyor almasam da- bir daha çıkmadı. Bilgiye dayalı inandırıcı macera türüne tutkumun kaynağı Jules Verne'dir. Ortaokuldan itibaren Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarları, Panait Istrati ve John Steinbeck'i, Elia Kazan'ı keşfimi, çağdaş dünya romanları yayımlayan (Cengiz Tuncer'in) e-Yayınları'nın çevirilerini fark edişim izledi. Lise yıllarımda en büyük şansım benim gibi kitap seven bir arkadaş grubumun olmasıydı.
Yetişkinlere de dokunan çocuklara yönelik çok çeşitli izlekler içeren kurgularda kitaplar yazıyorsunuz. İlkin Çukurova Üniversitesi ile Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin 2016 yılında ortak düzenledikleri “VII. Ulusal Yaşayan Yazarlar Çocuk Edebiyatında Fatih Erdoğan Sempozyumu”nda benim de sunumum olan Korsan Kitap Çetesi kitabınızdan başlamak istiyorum. O süreçte kitabınızın daha ilk sayfalarında durup Ayşegül’e Ne oldu? kitabınızı da okumuştum. Çünkü bu kitabınız sunumunu yaptığım kitabın başlangıcıydı. Çocuk kahramanlarının soluk kesen maceralarının, arkadaşlıklarının, -yazınımızda ender ele alınan- masum aşklarının işlendiği 36 kısım tekmili birden diyeceğimiz nitelikteki bu iki kitabınızla Mark Twain’in Tom Sawyer, Huckleberry Finn'in Maceraları ve Ferenc Molnár’ın Pal Sokağı Çocukları kitaplarından aldığım tatlar gibi hazlar alarak ve dahi çocukluğumda yaşadıklarımla nice özdeşlikler kurarak zevkli bir okuma serüveni yaşamıştım. Yetişkinler dünyasında süregelen yaşamların kimi benzerlerinin ironik bir modeli gibi olan bu kitaplarınızın, kahramanlarınızın ileriki yaş evrelerine de uzayan bir dizi biçiminde sürmesini çok isterdim. Var mı böyle bir tasarınız sevgili Fatih Erdoğan?
O diziyi yeni kitaplarla çoğalacak şekilde tasarlamıştım ve ilk iki kitaptan sonra epey yıl geçmiş olmakla birlikte bu hevesim sürüyor.
20 kitaplık okul öncesi ve ilkokul 1. sınıf öğrencilerine seslenen “Artık Kendim Okuyabilirim” setindeki her bir kitabınız; sesler, kavramlar sarmalında yürüyen şiir tadında çağcıl masal kurguları demeti gibi. Kuşumu Kim Kışkışladı?, Korkunç Korkuluğun Korkusu, Annem Neden Şişmanladı? vb. Sözcüklerle oynayarak yarattığınız çocukta özdeşlikler kurmasını sağlayan dil güzellemeleri, kurgu içeriği kavramlar, yazınsal vitaminlerle veriliyor adeta; çocukların, dahası yetişkinlerin de beğeni ile beslenebileceği... Örneğin, Beş Beyaz Benekli Baykuş Bana Bakıyor kitabınızın adı bile başlı başına çokça merak uyandıran sanatsal bir tekerleme... Kitabın içeriğinde arkadaşlık kavramı ve gereksinimi üzerine yaratılan eğretilemeler, setinizin tüm kitaplarının baş alınlığında geçen masal giriş tekerlemesinin son dizelerindeki çocuğun anlattığı masala gülen dedesinin neden güldüğünde yatıyor (Ben anlattım/ dedem güldü// Bilmem dedem/ neden güldü...) Çocuğun varsıl imgelem evreninin, genellikle yetişkinlerce anlaşılmadığını gösteren modernitenin getirdiği bir soruna parmak basan... Günümüz çocuğunun gereksinim duyduğu arkadaşlık olgusunu/ kavramını doyasıya yaşayamaması. Ve masaldaki çocuğun içindeki arkadaş gereksinimini duyduğu özlemi dile getirmesi (O gece ağladım ağladım.../ Beş beyaz benekli/ baykuşlar gitmeyin,/ bana bakın./ Görmezseniz de bakın./ Beş beyaz benekli / baykuşlar ne olur,/ biraz daha kalın!). Masalda ailenin tüm bireyleri, dahi öğretmeni çocuğun imgeleminde yarattığı öyküyle ilgi, sevgi, arkadaşlık gereksinimi duyduğundan habersiz... Çağımızın yalnızlığı çocukluktan mı başlıyor sevgili Fatih Erdoğan?
Çocuklara haksızlık ediyoruz evet. Ve bunu da biliyoruz. Hepimizin içinde çocuklarımıza karşı bir vicdani utanç duygusu vardır: Yeterince ilgilenemedim, isteklerini yerine getiremedim, haksız yere azarladım, onunla yeterince oynamadım, yeterince konuşmadım, anlattıklarını dinlemedim, vb. Ve tabii mazeretlerimiz de vardır: Geçim derdindeydim, işlerim vardı, yoğundum, hayatım karışıktı, vb... Çocuklar karşısındaki bu “zayıf” ruhsal konumumuz da onlara karşı bizi daha çok hataya açık hâle getirir. İlgilenmekle özgürlüklerini kısıtlamayı birbirinden ayırmayız veya yönlendirilmeyi beklediği anlarda ilgisiz bırakırız. Bu daha çok modern kentli eğitimli ebeveynin sorunu oldu tabii. Benim çocukluğumda ne böyle bir hassasiyet çok ön plandaydı ne de “hayat mücadelesi” içindeki babamın ve annemin benimle -temel ihtiyaçlarımı gidermek dışında- ilgilenmeye zamanları vardı. Dolayısıyla “çocuktum ufacıktım ve yalnızdım.” Bu kitaplarda öykülerini birinci tekil şahısla anlatan kişi evet benim çocukluğum. Ve evet, yalnızlık aslında çocuklukta başlıyor.
"Sihirli Kitaplar" dizinizdeki kitaplarınızda (Sihirli Şapka, Sihirli Küpe, Sihirli Kitap, Sihirli Top, Sihirli Şemsiye, Sihirli Kalem, Sihirli Küre, Sihirli Araba, Sihirli Gözlük, Sihirli Kutu, Sihirli Kaykay) “sihir olgusu” çocukların imgelem dünyasını varsıllaştıran, onları doyuma ulaştıran soluk kesici serüvenler işleniyor. Örneğin Sihirli Kalemkitabınızla okur birbirine akan çifte öykü içinde kendini Aztek Uygarlığı‘nda; o uygarlığın yayılmacılarca yok edilirken yaşadığı bir var oluş öyküsü içinde buluyor. Yine örneğin Sihirli Gözlük kitabınızla okur, kendini roman kahramanı ile birlikte Güney Amerika’da balta girmemiş Amazon ormanlarında yer alan dünyanın en yüksek şelalesinde; bir Kızılderili efsanesi içinde... Dizinin tüm kitaplarında Harry Potter gibi çok okunan popüler kitaplardan ayrımlı olarak sihir olgusu -sihir yapılarak değil nesneler üzerinden- “palamut” aracıyla birlikte- gerçekleştiğini görüyoruz. Bu dizi kitaplarınızın kiminin sonunda palamut nesnesinin ortadan kalkmasına karşın; çocuk, düşünce ve özdenetim yoluyla kendine daha nitelikli bir yaşam da kurabiliyor. Örneğin Sihirli Top yapıtınızda topa vururken her zaman yamuk vuracağını düşünen Deniz, cebinde palamut nesnesi olmadan da bu olumsuz düşüncesini kafasından uzaklaştırdığında topa düzgünce vurabiliyor. Çocukta özgüven geliştirici bir etmen olarak görüyoruz kurguda geçen “palamut” nesnesini. Öte yandan diziye yarı fantastik özelliğini kazandıran bu “palamut” simgesi ve imgesi çocukların bilinçaltında yaşamları boyunca “sihir”den daha varsıl bir anlam katmanıyla yer alacaktır diye düşünüyorum. Özellikle meşe ağacının “palamut” meyvesinin çağrıştırdığı doğa severlik kavramıyla ya da meşe ağacının evrensel mitolojik karşılıkları ile kesişmek gibi bir olguyla... Yetişkin okurları da heyecanlandıracak bu dizi kitaplarınız bağlamında ne gibi dönütler aldınız/ alıyorsunuz sevgili Erdoğan?
“Sihirli Kitaplar” dizisi beni mutlu eden bir karşılık buldu. Yalnızca Türkçede değil, Boşnakça, Çince, Azerice, Arnavutça, Makedonca, Arapça, Kazakça, Moğolca, Rusça, Malayalamca dillerinde de okur buldu. Şu hayatta yaptığım en güzel birkaç şeyden biri olduğunu söyleyebilirim birkaç nedenle. Birinci neden bana verdiği yazma hazzı. Bunun tarifi zor. İkincisi ise anne babalardan aldığım karşılık ve şu sözlere muhatap olmak: “Kitap okumayı hiç sevmeyen çocuğuma kitap okumayı sevdirdiniz!”
Bu dizi kendi içinde bir bütün. Hepsinde o malum meşe ağacı var ve hepsinde bu meşe ağacı kahramanımızın başına bir palamut düşürüyor. Macera türünün bildik bazı kurguları vardır ya, zaman yolculuğu, ışınlanmak, görünmez olmak, uçmak vb. Bunların macerayı sürüklediği ama her kitapta kahramanımızın bir sorununun çözüldüğü kitaplar... Ancak önemli nokta, bu kitaplarda kahramanlarımızın sorunlarını sihirle değil, akılla ve çabayla çözüyor olmaları.
Yazın anlayış biçeminizin somutlandığı yapıtlarınızın bir başka öbeğine geçmek istiyorum. Özellikle; Telefona Dönüşen Kız, Kanapeye Dönüşen Baba, Hamburgere Dönüşen Anne ve Annem Bıyık Bıraktı gibi kitaplarınıza... Büyük gülmece ustamız Aziz Nesin biçeminde, ne ki özgünce ürettiğiniz bu yapıtlarınız; çocuklara ve de yetişkinlere empati kurdurarak ve özeleştiri yaptırarak onlara toplum ve birey yaşamlarında iyixkötü, güzelxçirkin, doğruxyanlış değerler karşıtlığının olumlu olanının ayırt edilebilirliğini -ironik bir yapıda oluşturduğunuz algı ve sezgi katmanlarıyla- eğlenceli bir şekilde modern yaşamın gerektirdiği paylaşımcılığa ve dayanışmaya yönseten bir yapısallıkta akıyor. Örneğin Kanepeye Dönüşen Baba yapıtınızla televizyon karşısında koltuğuna yayılıp evin günlük yaşamında hiçbir sorumluluk almayıp ötesinde aile bireylerine yanlış bir rol model oluşturan baba figürü ancak böyle bir fantastik öge ile eleştirilebilirdi. Kitabın sonunda aile -baba dahil- kendine gelir. Ve yaşam, modernitenin gereği paylaşımcı, dayanışmacı bir sürece dönüşür. Bu olguları Telefona Dönüşen Kız, Hamburgere Dönüşen Anne ve Annem Bıyık Bıraktı gibi yapıtlarınızda benzer ya da ayrımlı yapılarda dokuyarak okuru; güldüren, düşündüren zevkli bir okuma sürecinin sonunda olumlu bir biçimde dönüştürüyorsunuz. Sevgili Fatih Erdoğan, çocuk yazını bağlamında sanırım eğitbilim alanına yeni öneriler sunuyorsunuz.
Bu kitaplar bu kadar güzel değerlendirmeleri hak ediyorsa ne âlâ. Ama önemsiyorum tabii. Babanın görünür otorite olduğu, ancak annenin de aslında ilk anda göze çarpmayan bir gücünün olduğu bir aile ortamında büyüdüm. Babamın mutfağa girdiğini, eline tabak değdiğini görmedim ama annemin hiçbir zaman böyle bir şeyin lafını ettiğine tanık da olmadım. Normali oydu hayatımızın. Neyse, bu konu derin. Kitaplardaki anlatım tarzı, evet, eğlenceli olmasına çalıştığım bir tarz. Yetişkinleri de güldürüyor. Bu yanıyla “mizah öyküleri” ama çocuğun kendi çevresine bakışını geliştirebilecek çocuk öyküleri de sayılabilir.
Okurlara bir iletinizi alabilir miyim?
Kitaplarla işimizin hâlâ bitmediğini bize hatırlattıkları için onlara teşekkür borçluyuz bence...