"Kaldı ki, bir yazı serüveni, gözümde, ayrıştırılamaz çünkü yekpâre kütlesini yaratır beyaz önünde; yazın türlerine göre farklılıklar arzetmez: Nasıl bir şiir, öyle bir nesir."
Kimileri (Barthes) ısmarlanmadıkça yazamaz; kimileri sayısız fiş doldurarak yazmaya hazırlanır (Nabokov, Schmidt); kimileri uzun hazırlıklar yapar (Pamuk); kimileriyse tersine, bir “plan”dan hareket etmekten nefret eder: Stendhal geldiği gibi yazdığını, planların onu boğduğunu itiraf etmiştir.
Malûm dört kollu, sekiz kollu, octopus ya da arakhne bir yazı adamıyım, her türlüsü geçerli oldu benim için, masa yaşamımda. Ismarlama/vesile yazı üzerine düşündüklerimi bir-iki kez dile getirdim; hazırlık gerektirmiş kimi kitaplarımın sonradan “otopsi notları”nı yayımladığım oldu; bazı kitaplarımı alabildiğine planlı, birkaçını düpedüz plandan yoksun yola çıkarak yazdım.
Rakım Sıfır, bu sonunculardandı. Başlarken başladığımın, daha doğrusu ne’ye başladığımın farkında değildim. İlerlerken, nereye ve ne kadar gideceğimi kestiremiyordum. Bitirdiysem, bittiği kesinlik kazandığından mıydı, hayır: Ucunu bıraksaydım, tükenmez yazının sularına açılabilirdim de.
Bu soy kitaplar kendilerini dayatıyorlar, diye bakıyorum. Şüphesiz her birimde, her bütünde bir tür dayatma payı gizleniyor: İç gereksinme ağır basmadan yalnızca zoraki parçalar kâğıda düşüyor insan. Ama, bis, ‘bu soy kitaplar’da daha fazla dayatmanın gücü: Yarı yarıya farkında, kendinize ısmarlıyorsunuz aslında.
Rakım Sıfır’a beni taşıyan güdüleri yazma sürecinde tanımlamakta sanırım epey zorluk çeker, yalan yanlış değilse bile çarpık saptamalarda bulunurdum büyük olasılıkla. “Analitik tablo”da çattığım, kitabın yayın öncesi ‘ilk okuma’ esnasında bir sinirli gülmeyi doğuran “kim neden okuyacak bunu?” sorusu gösteriyordu: Yazarken, Bataille’cıl vurgusuyla söylersem, kitabımın iletilemez yanını algılayamamıştım.
Ne denli dikkatle katetse soldan sağa metni, tek okumanın, yukarıdan aşağıya katetme çabasının getireceklerine ulaşması bana kalırsa pek güçtü. Kim neden bir de öyle okuyacak(tı) bunu?
Kitabın, yazarına bile, ilk okumada ilk kez aralanan cephesi, bilinçle bilinçaltının işbirliğinden kaynaklanan almaşık bir katlılık içeriyordu — bir defa daha, Heidegger’in dikkat çektiği, katlanmış bir mendilin ters yönde açılış sürecinde, kat yerlerinde örtünen loş bölgeleri anmanın sırası.
Kitabın yazarına aralanmasından sözetmem yadırganabilir. Yazılabilmesi, her şeyin avuç içine alındığını, her adımın safkan kesinlikle tasarlandığını, bir adımdan ötekine görerek geçildiğini kanıtlamaz. Ben kalın sisin içinde kaç kez ilerledim.
Rakım Sıfır meğer bir fetret döneminin açılmakta olduğunu söylüyormuş bana, sonra kavradım. Yazarken hiç değilse sez(inley)ebilirdim, hayır, seçemedim, siste kaçınılmazdır.
Yazar, böyleyse, hisselkablelvuku mu davranıyor? Tasarladığı, hazırladığı kitabın iç mahiyetinin bilincinde olduğunu düşünüyorum, fark kendisini yazdırmaya koyulan kitaplarda, metinlerde beliriyor.
Bir gemiye binmek üzere okyanus kıyısına doğru yürüdüğümü anlamamışım o günlerde. Kendimi masamda sanıyordum. İnsan, bazan umman bir yanılsamanın içine düşüyor.
“EB tuhaf bir düzyazı ustası, şair kimliğinin ötesinde. Tuhaf diyorum, çünkü düzyazı kitaplarını her defasında yeni bir mimarîyle bütünlüyor. Deneme, eleştiri yorum, anlatı. Bence, herbirinden esintilerle”.
Bu saptamalar, Selim İleri’nin Radikal Kitap’ta, Oktay Rifat’a Doğru’yla ilgili yazısından. Batıda gelişen, bize de bir ucundan ziyarete gelen eleştiri kuramlarının terminolojisiyle haşır neşir sayılmaz Selim İleri, olsun, onların kimi terimlerle dokuyarak söyleyebileceği şeyin tıpkısını kendi yazar deneyiminin oluşturduğu görgüye yaslanarak ifade etmiş bence.
Sonrası, okurun alımlama alışkanlıkları, kültürel düzeyi ve ufkuyla ilgili: Kitabı eline aldığında “burada ne oluyor?” diye tepki de duyabilir, tersine merakının peşine de takılabilir. Olan, olagelen de budur yıllardır: Geniş okur kitlesinin sırtını hemen döndüğü, özel bir okur topluluğunun seçip benimsediği, izlediği bir edebiyat adamı oldum, kaldım ben.
Şiir bağlamında farklı mı durum, hayır: Düzyazıdaki arayış çizgisinin aynısı orada da baştan beri geçerliliğini korudu. Başka parametrelere alışmış okur türleri açısından, sanırım sorunlar doğuran, belki de dayatan demeliyim, anlatım/ifade/edâ düğümleri içeriyordu şiir kitaplarım, benzeri bir sonuç çıktı ortaya.
Kaldı ki, bir yazı serüveni, gözümde, ayrıştırılamaz çünkü yekpâre kütlesini yaratır beyaz önünde; yazın türlerine göre farklılıklar arzetmez: Nasıl bir şiir, öyle bir nesir.
Gelelim “tuhaf” sıfatına. Selim İleri ona başvururken, yanılmıyorsam bütün bütüne, bir aykırılıktan ya da ayrıksılıktan dem vuruyor olmalı. Kimseye benzemediğimi de, benzerlerim olmadığını da söyleyemem; tam tersine, yıllardır dilimden düşürmediğim “hısımlık ilişkileri” tamlaması kanıtlamaya yeter, bir “yazı ailesi”nin üyeleri arasında yer tuttuğumu, yerimi başlangıçtan bugüne aramaya çalıştığımı düşünegelmişimdir. Çok sayıda yakınım ile çok sayıda ortaklık paydasında buluşmak anlamına gelir bu bağ(lantılılık); gelgelelim, aile üyelerinin her birinde onları bir yandan da özel kılan özellikler bulunduğunu, ayrıksılıklarını böylesi bir boyutun belirlediğini eklemem gerekir.
Tuhafgiller. Şiir, öykü, roman, deneme, yaşamöykü “böyle yazılır” eksenli kanonik-didaktik önermeleri ilk günden itkiyle karşılamış, yazısını o kalıplardan çözerek özgürce yolunu çizmeye kalkışmışlar familyası. Bedellerini, itilip kakılmayı göze alarak.
Dışlanıldı mı, sonunda?
Hayır: Okurumuzu bulduk.
Görseller: Tom Peake ve Milad Safabakhsh